DEHŞET 36

1giris

1- GİRİŞ. 2

Önsöz. 2

İslam Ümmeti5

İnsanoğlunun İlk Yaradılışı7

İnsanlık Tarihinin Ana Anahtarı11

İlk Çağlarda Rafideyn Bölgesi14

İlk Çağlarda Şam (Suriye) Bölgesi19

İlk Çağlarda Mısır Ve Afrika. 30

İlk Çağlarda Arap Yarım Adası39


1- GİRİŞ

Önsöz

Alemlerin Rabbine hamd, Peygamberlerin efendisine, O'nun âline, ashabına ve yolunda yürüyenlere salat ve selam olsun.

Bilindiği üzere her ümmet, dini inançlarından ve hayatının gerçeklerinden hareketle kendini tanıtan bir tarihe sahiptir kr­onun saf kalabilmesi, fertlerinin zevk ve meyilleriyle bir uyum içinde bulunması ve gelecek nesillerin ondan ilham alarak yetiş­mesi için tarihini kendi inançlarına aykırı olan her şeyden koru­maya özen gösterir.

Bu husus İslam ümmeti hariç, yeryüzündeki bütün ümmetler için sözkonusudur. Ne yazık ki bazı sapık eller geçmişte bu ümme­tin tarihiyle oynamıştır. Günümüzde ise emperyalistlere ve yan­daşlarına ait kalemler bu tarihi saptırmaya çalışmaktadır. Öyle ki yeni safhasıyla da İslam tarihini, eski dönemlere ait saptırılmış ta-. rihin bir devamı olarak ve günümüz Avrupa'sının tarihiyle de bir benzerlik içerisinde akıp gitmekte olduğunu görüyoruz.

Tarihimiz bugün Avrupa tarihiyle bir uyum içinde seyretmek­te ve üzerinde yaşadığımız vatanımız da onu tamamlamaktadır. Bununla beraber hür kalemler İslam tarihini saf ve temiz şekliyle henüz çizmeye başlamış değildir.

Güçlü bir ümmet, zayıf durumda bulunan veya kılıçla dize ge­tirmiş olduğu milletleri diliyle ve tarihiyle daima etkilemeye çalı­şır. Şurası bir hakikattir ki Avrupa ülkeleri yakın geçmişte İslam yurduna karşı zulüm ve baskılarda bulunmuşlardır. Müslümanla­rın diyarında kendi tarihlerini egemen kılmış, dillerini de egemen kılmaya çalışmışlardır. Ne varki Kur'an-ı Kerim, onların, dillerini yaygınlaştırmak için sarfettikleri çabalar önünde büyük bir engel teşkil etmiştir. Tarihlerinin ise, sömürgeciliğin zevale ermesinden sonra bile İslam ülkelerinde okutulmasına devam edilmiştir. Dün­ya ülkelerinin çoğunda da aynı şekilde ve sırf Avrupa tarihi olarak okutulmaktadır. Hatta ve hatta mahalli tarihimiz bile Avrupa'nın görüşünü yansıtmaktadır. Çünkü dünyanın büyük bir kısmına hükmediyorlardı. Bu sebeple de onlara göre kendi tarihleri evren­sel tarihe dönüşmüştür. Çünkü eğitimcilerin çoğu vaktiyle Avru­pa'ya gidiyor, oralarda öğrenim görüyorlardı ve yönlendirme müf­redatını da oradan alıyorlardı ki Avupalüarın ziyadesiyle önem verdikleri tarih de ders müfredatının bir maddesini oluşturuyor­du. Eğitimciler ise aldıkları müfredatı onların bakış açısına uygun ve onlara mahsus hareket noktalarına göre uyguluyorlardı.

Bu eğitimciler, ayrıldıkları yurtlarına dönünce elbetteki öğren­miş oldukları şeyleri yazacak ve edindikleri bilgileri öğretmeye ça­lışacaklardır. Böylece kuşak kuşak nesiller bu şekilde yönlendirile­cek, kitaplar bu doğrultuda yazılacak ve yetişen yeni araştırmacı­lara işte bu kitaplar kaynaklık edecektir.

Evrenseldir diye ileri sürdükleri bu tarih elbetteki Avrupa'dan başka bir yere ait olamaz ve başkasını da kapsayamaz.

Avrupa'da cereyan eden tarihe uydurularak dünya tarihi üç kısma ayrılmaya çalışılmaktadır.

Şöyle ki:

1- ESKÎ ÇAĞ: Bu devir, insanın yazıyı keşfettiği M.Ö. 3200 tari­hinde başlar, Roma'nm Germen barbarları tarafından alındığı M. S. 476 yılında sona erer. Büyük imparatorlukların ve -Avrupa zih­niyetine göre- medeniyetlerin oluştuğu bir çağ özelliğini taşır.

Bu devirden önceki zaman ise tarih öncesi olarak bilinir. İnsa­nın bu sıralarda ilkel ve geri. olduğunu, giyimi henüz bilmediğini, iyi konuşamadığını, isteklerini güzelce anlatamadığını, vücudu­nun kıllarla kaplı olduğunu ileri sürüyorlar. Bu da Avrupa'nın laik ve materyalist zihniyetine uymaktadır.

Avrupalılar Allah'ın insanı yaratmış bulunduğu çok daha ön­ceki devirlerde beşeriyetin hidayeti için eskiden beri gönderdiği peygamberleri ve elçileri hiç dikkate almamaktadırlar.

2-ORTA ÇAĞ: Roma'nm düşüş tarihi olan M.S. 476 yılında başlar, Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet tarafından İstan­bul'un fethedildîği H. 857-Müâdî 1453 yılında sona erer. Bu devir­de kilise hegemonyası, feodalite ve cehaletin yaygınlığı gibi özel­liklerle tanınır.

3-YENİ ÇAĞ: İstanbul'un fethiyle başlar, zamanımıza kadar devam etmektedir. Bu çağ ise sanayi devrimi, ilmin yaygınlaşması ve -Avrupalılara göre- modern uygarlığın varolması gibi özellikler­le tanınır. Tarihin bu çağı da ayrıca iki kısma ayrılmaktadır:

a) Yakın Çağ: H. 1193 - M. 1789. Fransız ihtilaliyle sona erer.

b) Modern Çağ: Bu dönem ise Fransız ihtilali ile başlar zama­nımıza kadar devam etmektedir.

Bu sınıflandırmaya şöyle bir göz atmak bile bu olayların ve her parçasıyla ilgili özelliklerin ancak ve ancak Avrupa'ya uyduğunu, Avrupa'dan başkasına ise hiç yakışmadığını açıkça göstermektedir.

Laik Avrupa, ilk Çağ'da meydana gelmiş eski medeniyetlerden bahsetmektedir. Halbuki biz kendi anlayışımızda bu görüntüleri medeniyet saymamaktayız. Olsa olsa bunlara ancak bir takım ya­pı ve mimari Örnekleri diyebiliriz. Çünkü medeniyet ancak insanî nitelikleri taşıyan bir olgudur. Bu vasıf ondan soyutlandığı zaman artık o, yalnızca baskı ve terörden ibaret kalır. Medeniyet dedikle­ri yapılar ise insanların, zorla çalıştırdıkları kendi kardeşlerinin ka­fa tasları ve binlerce cesedi üzerinde kendi elleriyle kurup yükselt­tikleri binalardan başka şeyler değildir. Kılıçların gölgesinde ve sırtlarından kırbaç eksilmeyen insanlar bu işlerde zorla çalıştırılırken ölüp gittiler. Avrupa, günümüze kadar kalmış olan eski eserle­re ait yapı kalıntılarına medeniyet diye bakmaktadır. Ortadan yok olmuş şeylere gelince; bunlarla birlikte yeryüzünü adalet ve fazi­letle doldurmuş olsalar bile birçok insanlar kaybolup gitmişlerdir. Hem de zulüm kalıcı ve adalet geçiciymiş gibi bu insanlar yok ol­muşlardır.

Avrupa'da feodalite düzeni, kilise hakimiyeti ve yaygın cehalet gibi özelliklerle bilinen Orta Çağ'a gelince, bu hususiyetler Avru­pa'dan başka bir kıtada mevcut değildi. Nitekim kilise Avrupa'dan başka hiç bir yerde egemen değildi. Çünkü dünyanın geriye kalan başka yerlerinde kilise yoktu. Olsa bile mensupları son derece az­dı. Ne başkalarına hükmedebilecek güçleri, ne de zulmedebilecek imkanları vardı.

Feodaliteye gelince, hiç bir yerde Avrupa'daki boyutlarda fe­odal düzen mevcut değildi. Avrupa'da toprak işçileri ve çiftçiler mal gibi alınıp satılıyorlardı. Toprak sahibi onların üzerinde istedi­ği şekilde her türlü tasarrufta bulunabiliyor, onlardan istediğini öl­dürüyor ve kimseye de hesap vermiyordu. Hiç bir engelle karşılaş­madan çiftçi ailesinin fertleriyle istediği şekilde çirkin fiiller işleye­biliyordu. Cehaletse dünyanın hiç bir yerinde Avrupa'daki boyut­larda yaygın değildi. Öyle ki: Orta Çağ tabiri genel anlamda Avru­pa için, geri kalmışlık, eğitimsizlik, anarşi, disiplinsizlik ve tüm de­ğerlerin hiçe sayıldığı bir devir anlamına gelmektedir.

Sözünü etmekte olduğumuz bu devirde islam Dünyamızın ise ne durumda olduğuna bakacak olursak: ilmin yaygın, düzenin ha­kim ve değerlerin mevcut olduğunu görürüz. Bu devirde İslam Dünyasında şehirler, medreseler ve kütüphanelerle dolu bulun­makta, öğrencilerle dolup taşmaktaydı. Camiler ise birer feyiz merkezi durumundaydı, ilaveten söylemek gerekir ki, bu devrin medeniyeti insan sevgisini de aşarak hayvana karşı şefkatla dav­ranmak gibi faziletler üzerinde kurulmuştur. Öyleyse medeniyet, insanın yine insana hizmet uğrunda yaptığı etkinliklerden, düzen­li ve planlı çalışmalardan ibarettir. Eğer medeniyet denilen şey in­sana hizmet etmiyorsa elbetteki medeniyet değildir.

İslam medeniyeti insana, sadece insana önem veriyordu. Do­layısıyla ilk müslümanlar bina işlerine ve büyük yapılara pek iltifat etmemişlerdir. Halkı çalıştırmak için zor kullanmamışlardır. Hele kendilerine ve inançlarına yararı olmayan, başka milletlerde oldu­ğu gibi sırf başlarındaki idarecilerin amacına hizmet edecek işler­de insanları zorla çalıştırmamışlardır. Müslümanlar sadece İslama davetle ve inançlarını yaymakla meşgul olmuş, bu sebeple arkada ne dev yapılar, ne de saraylar bırakmışlardır.

insanlığa hayırlı emeller besleyen herkes için en büyük örnek olmak üzere Hz. Resulullah (sav)'m ve O'ndan sonraki Raşit Hali­felerin adalet, eşitlik, hakseverlik ve vatandaşlara hizmetle bilinen devirlerindeki İslam medeniyetinin çizdiği çeşitli tablolar arasın­dan basit bir tanesini burada verebiliriz.

Gönül rahatlığı, doyumluluk ve güvenle dopdolu olan ve her­kesin ihtiyacının giderildiği o günlerde insanlar mutlu bir hayat sürdürüyorlardı. O devirde sorumlular, insanı çiğneyen, ona hiç bir hizmeti amaçlamayan ve mutluluk temin etmeyen, bilakis onu zorlayıp ezen hiç bir yönteme başvurmamışlardır. Fetihler sona erince müslümanlar, idarecilerin ve kralların hizmeti için değil, bi­lakis halkın hizmeti ve mutluluğu için ana yollar üzerinde -daha sonra han adıyla bilinen- yapılar ve haberleşme merkezleri inşa ettiler. Bu yapılar, İslam medeniyetinin ilk dönemlerinden beri mevcut olmasına rağmen, biz ancak son devirlerine ait bulunan­lara şahit oluyoruz. "Han" kelimesi ise "Hakan"m kısaltılmış şekli­dir. Bu da Türkçede Amir demektir ki işte bu yapıların masrafları­nı üstlenmiş olan ya da adlarına bu binaların inşa edildiği idareci­leri sembolize etmektedir.

Bu kervansaraylar büyük yollar üzerinde kurulurdu. Uğrayan herkes bu misafirhanelerde üç gün süreyle konuk olma hakkına sahipti. Bu süre içinde her yolcuya karşılıksız olarak yiyecek, içe­cek, yatacak yer temin edilir, istirahati için her türlü hizmet sunu­lurdu. Buna ek olarak bitişik bir binada da yolcunun hayvanına yem verilirdi. Güzergah üzerindeki bu merkezler arasında birer merhale kadar mesafe bulunurdu. Bu uzaklık yaklaşık kırk km. dir. O günler için bu mesafe ancak bir günde katedüebilirdi. Bazan bu misafirhaneler yol kavşaklarında da bulunurdu ki bu durumda iki konaklama yeri arasındaki mesafe daha da kısalırdı. Şehirlere uğ­rayan yolcuların çokluğu ve devam eden iş ilişkileri nedeniyle bu­ralarda bulunan hanların sayısı ise bir hayli kabarıktı. Gerek yolla­rın üzerinde, gerekse şehirlerde bulunan hanların kalıntıları gü­nümüze kadar devam etmektedir. İzleri yok olmuş olsa bile bulun­dukları muhitte halen kendi orijinal adlarıyla anılmaktadırlar. Bu hanların şehirlerdeki tipleri iki kattan oluşmaktadır. Genellikle alt kat hayvanlar için kullanılmakta, üst katta da yolcular barındırıl­maktaydı. Bazan hanın bitişiğinde ayrıca bir elbise evi de bulu­nurdu ki yolculardan kimisi herhangi bir sebeple ve mecburiyet halinde, mesela elbisesi yırtıldığı, söküldüğü veya üzerine yağ ve benzeri şeyler döküldüğü zaman gider burada elbisesini aynı ölçü, renk ve biçimdeki başka bir elbiseyle değiştirir, kendi elbisesini de karşılıksız olarak ve minnet etmeden buraya bırakırdı. Terk edilen bu elbiseler merkez tarafından tamir edilir, temizlenir, hazır duru­ma getirilir ve gelecekte lüzumu halinde kullanılmak üzere muha­faza edilirdi.

Müslümanlar zayıf düşüp başka milletler onlara hükmedince medeniyetleri de yıkıldı. Bu kez o yolcu hanları sadece hayvanlara barınak olmak üzere kullanılmaya başlandı. Ve artık han kelimesi de ahır anlamında kullanılır oldu.

İslam medeniyeti, hizmetçilerin korunmasına kadar varan in­sancıl faaliyet örneklerini sergilemiştir. Mesela şehirlerde Dar'uz-Zebadi yani kapkacakevi demek olan bazı merkezler kurulmuştu. Bunların amacı, efendilerine ihtiyaç maddeleri taşırken yolda elle­rindeki kapları kıran hizmetçilere yardımcı olmak, onların, efendi­leri tarafından cezalandırılmalarını önlemekti. Müslümanlardaki insanî düşünce bu seviyeleri de aşarak hayvanlara şefkat gösterme derecelerine kadar varmıştı. Bunun bir belirtisi olarak her şehirde Merc'ül-Haşiş adıyla bilinen hayvan esirgeme evleri bulunuyordu. Bu birimler otlarla dolu, geniş ve etrafı surlarla çevrili sahalardan oluşurdu. Çiftçilerden herhangi birine ait bir hayvan artık çalışa­maz bir duruma düştüğü zaman, -ortalıkta terkedildiği takdirde-bakımsızlıktan ölebileceği ve civardaki halkın sağlığı için zararlı olabileceği endişesiyle sahibi tarafından buraya gönderilirdi. Hay­van esirgeme evleri tıpkı insanlar için inşa edilen huzur evleri amacını taşırdı. Hayvan bu sahalara nakledilince buradaki görev­lilerin sorumluluğunda bakıma alınırdı. Eğer hayvanın henüz ken­di kendine otlayacak mecali varsa bu sahadaki otlağa salıverilirdi, yok eğer bu imkanı yoksa kapalı sahaya alınır ve ölünceye kadar kendisine gerekli su ve yem verilirdi. Öldükten sonra yerleşim merkezinden uzak bir bölgeye nakledilir; ya yabani hayvanların ölen hayvanın etinden faydalanması için uygun bir yere bırakılır, ya da gerekirse gömülürlerdi.

Bu hayvan esirgeme evlerinin son kalıntılarından biri de yakın zamana kadar aynı isim altında anılan Şam'daki Merc'ül-Haşiş'tir. Burası daha sonra Belediye Stadyumu olarak bilinen spor sahası oldu. Daha sonra da bu alanda fuara ait binalar kuruldu. Bu me­kan üç cepheden Barada nehri ile onun kolu olan Banyas arasında ve kavuştukları noktaya kadar olan yerdedir. Dördüncü cephesin­de ise meşhur Osmanoğlu Sultan Süleyman Tekkesi'nin karşısında bulunan ve bugünkü müzenin yerine rastlayan bir takım ahırlar vardı. Acaba dünya medeniyetleri arasında bu manada bir mede­niyet biliniyor mu?

îşte yükselebilmek için mevcut olması gereken insani yakla­şımlar bunlardır; ta ki bu olguya medeniyet denilebilsin. Aynı za­manda gelecek nesillerin ruhuna işlememiz gereken de budur. Onlara devamlı bunu öğretmeliyiz ki gerçek medeniyet kavramını sindirerek yetişsinler, ümmetimizin bu alanda neler yaptığını ve medeniyetinin hangi değerleri taşıdığını öğrensinler. Esasen bili­min ve mimarinin bazı görüntülerini Avrupa yaklaşımıyla mede­niyet adı altında nesillerimizin ruhuna işlememeliyiz; ta ki mede­niyetten amaçlanan anlam onun zayıf görüntüsü arasında kaybo­lup gitmesin ve aynı zamanda yetişen çocuklarımız da terimlerle tanımlar arasında şaşırıp kalmasınlar.

Avrupa'ya göre tarih işte böyle... İslam Tarihine gelince, bunu da faziletlerimizin, manevi değerlerimizin, inançlarımızın ve kav­ramlarımızın ışığında üç kısma ayırmamız mümkündür:

Kavramların ve değer hükümlerinin tamamen değiştiği ve toplum düzeninin alt yapısında yepyeni bir yapılanma oluştuğu Hz. Peygamber ve Dört Halife devri olarak bilinen kısa süre hariç, dünya tarihinin tamamı cahüî bir tarihten ibarettir. Cahiliyet, bu tarihe kadar zihniyetlerinin ve değer yargılarının tamamıyla ha­kim olmuştur. Hz. Peygamber ve Dört Halife devri sona erer er­mez, cahiliyet tekrar adım adım geri gelmiş ve nihayet her şeye yi­ne hakim olmuştur.

Tarih -özellikle Eski Çağ tarihi- bu bölgeye ait bazı verileri giz­leyip saklıyor. Dolayısıyla bu tarihte bir çok boşluklar göze çarp­maktadır. Buna ek olarak materyalist tarihçilerin, hayata bakış açı­ları doğrultusunda yazıp çizdikleri, bu zihniyetle yorumladıkları, gerçek sayıp insan topluluklarına sundukları kendi kanaatleri ile o devirde yaşamış olan insanların hayat gerçekleri ve bu gerçeklere dair Allah'ın kitabında yer alıp, -ilahi emirlere aykırı davranmış, peygamberlerinin davetini reddetmiş ve cezalandırılmış milletler­den söz eden- ayetlerin verdiği bilgiler arasında apaçık çelişkiler mevcuttur. Kur'an-ı Kerim'de yer alan bu işaretler elbetteki her­hangi bir bölgeye ait ayrıntılı tarihi bilgiler değildir. Ancak bu ayet­ler kendi akışı içinde ders ve ibret olmak üzere bazı olaylara işaret ederken tarihe de ışık tutmaktadır.

Ben bu boşlukları doldurmak üzere Allah'ın kitabında yer alan işaretlerden yararlanarak, tarihte geçmiş olayları tesbit etmek, gerçeklerinin dışında kalmamaları için onları ait oldukları çerçe­veye oturtmak amacıyla oldukça gayret sarfettim. Bu da, bu bölü­mü, îslamiyetten önce geçmiş olmasına rağmen İslam Tarihi' ana başlığı altına koymaya beni şevketti. Bundan amacım insanlığın bu süre içinde geçmiş olan yaşayışını îslami bir bakış açısıyla yaz­mak ve kendilerine, bilinmekte olan peygamberlerin gönderildiği milletlere ait tarihi ortaya çıkarmaktır.

Elbetteki Kur'an'da gerçek olmayan hadiseler yer alamaz. Kur'an-ı Kerim ancak ve ancak tarihte yaşanmış, aslı esası olan ve beşerin hayatında yeri bulunan aynı zamanda dileyenler için ders ve ibretle dolu bulunan olayları zikretmektedir.

Allah'ın izniyle, gerçekleştirmek azminde bulunduğum bu ta­rihe hizmetler sunabilmek için Allah'tan yardım diliyorum. Bu alanda geniş hizmetler verebilmesi amacıyla çalışmalarımın baş­kası üzerinde teşvik unsuru olmasını temenni ediyorum. Ta ki üm­metine, ümmetin arzu ettiği hizmeti versin. Ben büyük bir iş ba­şardığımı iddia etmiyorum, ancak ilim adamları ve ihtisas sahiple­ri bu konuyu daha da genişletip ileri götürsünler diye sadece ana hatlarını çizdim. Şunun da bilinmesini isterim ki: Ana kaynaklar­da yer alan dallandırılmış tarihi rivayetlere bağlı kalmadım. Çün­kü tarihçiler ilmî emanet diye isimlendirdikleri konuda kendileri­ni çok zorlamış ellerine geçen hemen her haberi bize nakletmiş-lerdir. Bu bakımdan bize çok çeşitli ve zaman zaman çelişen riva­yetler intikal etmiştir. Bu rivayetlerin çoğu da o günün hükümdar­larının görüşlerine ters düşmektedir. Bu da kanaatlerini açıklama­yı ihmal etmiş olan sorumlulardan daha çok, muarızlarının bu ri­vayetleri yaymaya çalışmış olduklarım göstermektedir. Aynı za­manda hükümdarlar da sırf yönetimlerini meşru göstermek ve kendilerinin, önceki yöneticilerden daha üstün olduklarını kanıt­lamak için seleflerini kötüleyen rivayetleri cesaretlendirip yayıl­ması için çalışmışlardır. Bu sebeple rivayetler elbette ki araştırılıp incelenmeye ve hadis alimlerinin sistemiyle Cerh ve Tadü [1] edil­meye ondan sonra uygulanmaya muhtaçtır. Ben bu sisteme uyan her rivayeti kabul edip, uymayanı ise reddedeceğim. Bu araştır­mada elimizden geldiğince imanımız bize rehber olacaktır.

Son olarak da bu çabalarımızın, Allah rızası için samimi olma­sını ve Allah Teala'nm her işte bize yardımcı olmasını diliyorum. Gerçekten O, ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır! O'nun irade­si olmadan elbetteki hiç bir şey değişemez ve hiç bir şeye güç ye­temez.

MAHMUD ŞAKÎR[2]

İslam Ümmeti

Madem ki İslam Ümmeti'nin tarihini yazıyoruz, o halde bu ta­rihi yazmadan ve ümmetin bu süre içindeki inancı hakkında bilgi vermeden Önce, ümmet kavramı, ümmetin yapısı ve oluşumun­daki faktörle ilgili olarak bir fikir vermemiz gerekir.

Ümmet, aynı inancı tarih boyunca paylaşan insan topluluğu­dur. Öyle ise inanç devam ettiği müddetçe o inanca sahip olan ümmet de mevcut demektir. Tarih boyunca Hz. Adem'den Hz. Mu-hammed'e kadar gelmiş geçmiş peygamberlerin izinden yürümüş olanlarla, son Peygamber'in hidayeti yolunda kıyamete kadar de­vam edip Allah'a, indirdiği mesajların Allah'tan geldiğine, O'nun meleklerine, kitaplarına, elçilerine ve Ahiret gününe inanmış, pey­gamberlerinin getirdiği nurlu hükümleri uygulamış olan insan topluluklarının tamamı tarih boyunca bir tek ümmeti oluşturur­lar. Çünkü bu insan topluluklarının tamamı tarih boyunca bir tek ümmeti oluşturur, çünkü bu insan topluluklarının tümü bir tek inancı paylaşmakta ve aynı yolu izlemektedirler ki bu, Allah'ın el­çileri tarafından çizilmiş olan yoldur. Çünkü hepsinin Rabb'i bir­dir, fikirleri aynıdır. Bu insanların tümü Allah'ın emirlerine tesli­miyet göstermiş, gönderdiklerine ve hükme bağladığı her şeye inanmış ve teslim olmuşlardır. îşte kendisine has ve uğrunda ya­şadığı inancıyla başka milletlerden ayrılan îslam Ümmeti bu ce­maatlerden oluşmaktadır. Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de peygamberleri ve salih kullarını sayıp haklarında bilgiler verdikten sonra şöyle buyuruyor:

"İşte ümmetiniz olan İslam Ümmeti (tüm peygamberler de aynı dine mensup olan) bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb'ini-zim. O halde yalnızca bana ibadet ediniz. [3]

îslam Ümmeti yeryüzünün herhangi bir bölgesiyle bağlı değil­dir. Bilakis yeryüzünün tümü bu ümmetin çalışma ve yaşama sa­hasıdır. Allah'ın hükümlerini nerede uygulama imkanına sahip olursa orası ümmetin ilk karargâhı ve atılım yeridir. Ondan sonra yeryüzünün tümünü kapsaymcaya kadar bulunduğu noktadan itibaren davet ve davayı yayma dairesi gitgide genişler. İslam dü­şünce ve davası yeryüzünün tamamına yayümadığı ve Allah'ın in­dirmiş bulunduğu hükümler insanlığın tümüne uygulanmadığı müddetçe ümmetin temel görevi sürüyor ve büyük bir görevi var demektir; o da Allah'ın kanunlarım yeryüzünün tamamında uygu­lama imkanına kavuşuncaya kadar Allah yolunda cihad etmektir, (mücadele vermektir.)

îslamın nazarında yeryüzü iki kısma ayrılır:

1-DAR'ÜL-İSLAM (İslam Yurdu): Bu yer, sakinlerinin hepsi müslüman olmasalar bile, üzerinde Allah'ın kanunlarının tatbik edildiği, yeryüzündeki herhangi bir bölgedir.

2-DAR'ÜL-KÜFR (Küfür Yurdu): Bu saha ise, sakinlerinin cümlesi müslüman olsalar bile üzerinde Allah kanunlarının tatbik edilmediği mıntıkadır. Dar'ül Küfr, Dar'ül-Harp değildir, ancak Dar'ül-Harp Dar'ül Küfr'den sayılıp, müslümanların imamı tara­fından üzerine savaş ilan edilmiş ve savaş kanunlarının, üzerinde tatbik edilmesine izin vermiş olduğu bölgedir. O halde İslamî da­vete karşı çıkmak, müslümanlara karşı baskı kullanmak, İslam yurdunun sınırlarına dadanmak veya müslümanlara karşı savaş ilan etmek gibi sebeplerle ve özel şartlar altında imamın izniyle Küfür yurdu Dar'ül-Harb'e (savaş alanına) dönüşebilir. Küfür yurdunda bulunan müslüman, oradaki halkı İslama davet etmek, İs­lam fikir ve inancını yaymak ve müslümanlara imkan hazırlamak için mücadele vermekle mükelleftir. Küfür diyarında oturmakta bulunan müslüm ani ardan hiç biri aşağıdaki durumlar hariç, bu­lundukları yerden hicret edemezler.

Hicret edilebilecek haller şunlardır:

1) Müslümanlar, küfür diyarında yaşayan müslümana özel ve­ya genel bir sebepten dolayı ve davet görevinin bir gereği olarak İs­lam diyarında ihtiyaç duydukları zaman,

2) Müslüman, küfür diyarında ibadetlerini yapamaz olduğu zaman. Bu durumda müslüman kişinin, derhal hicret ederek İs­lam diyarına iltihak etmesi gerekir, ta ki müslümanlar arasında yaşamak, görevini yerine getirmek ve ibadetlerini serbestçe ya­pabilme imkanlarına kavuşmuş olsun. Çünkü müslüman, her­hangi bir konuda taviz verebilir, ama ibadet konusunda bunu ya­pamaz. Çünkü müslüman kişi ibadetini kesinlikle bırakamaya­cağı gibi aklı başında bulunduğu müddetçe ibadetlerinden her­hangi bir fedakârlıkta da bulunamaz. Zayıf karakterli bazı kimse­lerin, durum icabı, imanın gizli tutulabileceği yolunda söyledik­lerine gelince bunun ibadet için asla geçerli olmaması gerekir. Keza durum icabı diye Allah'ın haram kıldığı şeylere tevessül edi­lemez, haram kılınmış şeyler helal, helal ise haram telakki edile­mez! Eğer tutum bu raddeye kadar varacak olursa bu apaçık bir küfürden ibaret olur.

3) Müslüman kişi küfür diyarından kovulduğu ve bölgeden çıkmaya mecbur edildiği zaman.[4]

Ümmet, geçmişine bağlı bir oluşum değildir. îki ayrı inanç üzerinde oldukları takdirde, aynı kökenden gelen bir kuşak arasın­da bile ayrılık çıkabilir. Şurası bir gerçektir ki Arap soyundan gelen müslümanlarla kendi kabileleri olan Kureyş'e mensup müşrik soydaşları ve hatta amca çocukları ile öz kardeşleri ve onların ço­cukları arasında bile en şiddetli ihtilaflar meydana gelmiştir. Hem nice kılıçlar birbirine karşı çekilmiştir ki bunlardan birini baba, di­ğerini ise öz oğlu taşımıştır. İşte onları birbirinden ayıran uçurum din ve düşünce farkıydı. Evet, aralarındaki ihtilaf din ayrılığından başka bir şey değildi. Zira aynı kökten gelmiş olmak, iki ayrı dine mensup insanları veya fikir ihtilafı içinde bulunan iki cemaatı bir­leştirmeye asla yetmemiştir. Tarihin her devrinde aynı soydan ge­len, ancak ayrı dinlere mensup olanlar arasında meydana gelmiş büyük ihtilafların birçok örneği yaşanmıştır. Hatta ve hatta din farkı değil bir milletin, bir kabilenin, bir aşiretin; bir ailenin fertle­rini bile birbirinden ayırmıştır.

Dil faktörü de ümmet için bir irtibat unsuru değildir. Vakıa, dil bir toplumun konuşup anlaşma aracıdır. Aynı dili konuşan bir toplum, aynı kökenden gelmiş olabilir. Bununla birlikte aynı dü­şünce tarzı da onları birleştirmiş olabilir. Eğer aynı kökenden gel­miş olmak onların bir arada yaşamasını temin eden bir faktör ise müşterek dil için de aynı şey sözkonusudur. Ancak şurası da mu-hakkaktir ki aynı toplumun fertleri arasında meydana gelen sürek­li mücadeleler din ayrılığının doğurduğu sonuçtan başka bir şey değildir.

Şu noktayı iyice düşünmeliyiz ki tarihimiz boyunca soyda bir­leştiğimiz halde din ve düşüncede kendilerinden ayrıldığımız kimseler vardır. Onlarla bir taraftan aslımızın oluşturduğu dilde birleşirken, diğer taraftan da din bizi birbirimizden ayırıyor. Ne varki bu ikinci sebep çok daha ağır basmaktadır ve kalıcı bir belir­ginlik arzetmektedir.

Ayrıca bilindiği üzere islam ahkamının gerek İslam Diyarı için gerekse kü­für diyarı için tatbiki müslümanlarm fert olarak kişisel arzularına değil, ancak ve ancak İmam'ül-Müslimin'in {yani Müslüman halk tarafından seçilmiş halifenin) İznine bağlıdır.

Mesela İslam Tarihinin ilk dönemlerinde Farsçadan Arapçaya ve Arapçadan Farsçaya tercüme yapanların çoğu Mecusi dinine mensup, olup Parslarla aynı düşünce ve inançları paylaşan Arap­lardan oluşuyordu. Bu sebepîedirki çaba sarfederek dillerini öğ­renmişlerdi. KezaYunancadan Arapçaya ve Arapçadan Yunancaya tercüme yapanlar Hıristiyan Araplardan idiler. Yunanlılarla aynı dini paylaşıyorlardı. Yine bu sebepledir ki bu mütercimler çaba harcayarak Yunancayı öğrenmişlerdi. Bu durum devlet kayıtları­nın tamamen Arap çal aştırıl dığı Emevi Halifesi Abdülmelik bin Mervan zamanına kadar devam etmiştir.

Yaşadığımız şu devirde bile benzer bazı örnekler gördük: Me­sela Fransızların, işgal yıllarında Kuzey Suriye'de görevlendirdikle­ri kimseler Fransızca bilen Araplardan idiler. Çünkü bunlar aynı zamanda onlarla aynı dini paylaşıyorlardı. Nitekim Fransızlarla aynı dini ve aynı düşünceyi paylaşmayan Araplardan kimse böyle yapmamış, (Fransızcayı bilhassa öğrenmemişti.) Eğer halkın tümü Fransızca öğrenmek mecburiyetinde tutulmuş olsaydı belki tica­ret erbabı ve bazı kimseler iş maksadıyla bu dili öğreneceklerdi ki bunları istisna edecek olursak Hristiyan Araplardan başka elbette halk Fransız diline rağbet etmeyecekti. Fransanın, nüfuz sahibi ol­duğu bölgelerde yaptığı uygulamanın aynısını İngiltere, İspanya, İtalya, Belçika, Portekiz, Almanya, Hollanda ve Rusya egemen ol­dukları bölgelerde yapmışlardır. Hiç şüphe yok ki başka bir üm­metin dinine mensup olanlar, o ümmetin dilini de öğrenmek için 'ellerinden gelen çabayı sarfederler. Bu durumu İslam dünyasının birçok bölgelerinde de müşahade etmekteyiz.

Şöyle ki:

İslam dinine gönül vermiş, onu izlenecek bir yol olarak kabul etmiş olup, îslamı gerek öz benliğine, gerekse ailesine ve toplumu­na tatbik etme yolunda çaba sarfeden bir çok kimse vardır ki Arap­ça öğrenmeye gayret etmektedirler. Kur'an-ı Kerim'in ve mensup oldukları dinin dilidir diye Arapça konuşmaya çabalamaktadırlar. O halde dil esasen dinin dilidir. Yeryüzünün belli bir bölgesinde oluşup insanlığın dayandığı tek köke ait değil, bilakis dine aittir. Bazılarının sandığı gibi dil, işte o belli bölgede yaşamış olan ilk insanlarla irtibatlı olan, onlarla birlikte gelişen ve çağlar boyunca devam edegelen bir olgu değildir.

Tarih, toplumları birbirine dil faktöründen daha çok bağlayıcı değildir. Ancak muteber tarih, esasen ümmete ait olan tarihtir. Ümmet ise, fertleri birbirlerine din ile bağlı olan topluluktur. îşte tarih bu inancı taşıyan insanlardan bahseder. Bu nedenle dinden hareketle tarihin ana hatları çizilir. Dinin tatbik edildiği devirlerde, mensupları onu omuzladıkları, ondan etkilendikleri, mesajını ilet­tikleri ve onu uygulamaya özen gösterdikleri sürece bu devirler bi­rer yükseliş ve yüceliş devirleri olarak tarihe geçerler. İşte bu dö­nemlerin örnek alınması ve izlenmesi icap eder. Bu devirlerde ya­şamış olan önderlerin zorunlu olarak örnek alınması için, faziletin ruhlara işlenmesi bakımından yeni nesillere onların hayatlarının telkin edilmesi gerekir. Ta ki bu nesiller din kurallarının uygulan­madığı dönemlerin birer zayıflama, gerileme ve çöküş devri ol­duklarını anlasınlar. Bu dönemlerdeki idarecilerin ne inandıkları­nı uygulayabilmek için gerekli sorumluluğu yüklenecek seviyede, ne de dinin onlara yüklediği görevleri yerine getirebilecek güçte olduklarını bilmiş olsunlar. Dolayısıyla kendileri sıkıntı içine düş­tükleri gibi insanları da sıkıntılara maruz bıraktıklarını, ümmetin olumsuz yönde etkilendiği otorite zayıflığına, devlet heybetinin düşmesine sebebiyet verdiklerini, düşmanların da bu durumlar­dan faydalandıklarını öğrenmiş olsunlar.

Bu şekilde geçmiş olan devirler tarihin Ölü köşelerini oluştu­rur. Bu sebeple insanlar böyle geçmiş olan devirleri hep küçüm­serler ve üzerinde pek durmazlar. İslam tarihi, Hz. Peygamber ve dört halife devri kadar güçlü döneme şahit olmamıştır. Bu parlak dönemden sonra zayıflamanın ilk sebebi ise İslam'dan uzaklaşma eğilimlerine ve kaynağını inancından alan Hz.Peygamberle O'nu izleyen dört halifenin siyasetinden sapmalara bağlanmaktadır. Sapma arttıkça ve meydana getirdiği açı büyüdükçe zayıflama da ilerledi. Bu açı öyle büyüdü ki artık ümmet teslim oldu ve düş­manlarının önünde yere serildi. Hicri 656 da Bağdat Moğolların, 898 de de Endülüs İspanyolların eline düştü. Ondan sonra da üm­met tamamen parçalandı ve birliği bozuldu.

İslam tarihi ve özellikle Hz. Peygamber ve dört halife devri, müslümanların yaşamakta olduğu ülkelerde bugün okunmakta­dır. Bu tarih, din faktörünün, birliklerini sağladığı çeşitli insan top­lulukları tarafından bilhassa okunmaktadır. Bilindiği üzere bu ta­rih, Arap toprakları üzerinde vücut bulmuş, mesajı bir Arap toplu­luk tarafından üstlenilmiş, bir Arap tarihi olarak okunmamakta, okutulmamaktadır. Çünkü, bu çeşitli milletleri Araplara bağlayan İslam'dan başka bir bağ yoktur. Nitekim bu bağ olmasaydı bu mil­letler İslam tarihiyle ilgilenmeyeceklerdi.

Örf ve adetler, kavramlar, uygarlık, kültür ve benzeri olgulara gelince bunların tamamı, öngördüğü şekilde insanları yönlendi­ren ve koyduğu sistemle onları sınırlayan dinden kaynağını al­maktadır. Elbette bu tesirledir ki mimarinin kendine has bir üs­lubu, dekorun belli bir şekli, sevinç duygularının kendine has be­lirtileri, hüznün kendine has matem ve merasim biçimleri, öğre­tim ve eğitimin yine belli metodları vardır. Hatta selam, tören, karşılama, yolculuk, giyim-kuşam ve tüm sosyal etkinliklere de din müdahale eder. Onlara özel birer nitelik ve belli birer biçim kazandırır.

Ümmeti oluşturan toplumları veya etnik unsurları bir araya getiren ve modern çağda ortaya çıkan ekonomik faktöre ya da eko­nomik çıkara gelince bu, İslamdan sapmış olanlarla çıkarcıların kanaatinde bile, yapacağı etki ve göstereceği varlık bakımından faktörlerin en zayıfıdır. Dolayısıyla birleştirici sebep olarak ekono­mi faktörü daima çıkar seviyesinde kalır, menfaatla beraber deği­şir, onunla birlikte bir seyir takip eder ve onunla beraber dalgala­nıp durur ki, menfaat da ne çok değişen bir şeydir!

Din faktöründen başka onun yanısıra ümmetin oluşumunda rolü olduğu söylenen bu şeyler aslında -daha önce de sözettiğimiz gibi- yabancıların icat edip zayıf milletlerin üzerine fırlatarak attı­ğı ve onlara musallat, ettiği hilelerdir.

Yabancılar işte bu tür hilelerle beraber görüşlerini zayıf müs-lüman milletlere empoze ettiler ve onları yönlendirdiler. Batının çömezleri, uşakları ve materyalist uygarlığının hayranları da bu görüşleri alıp benimsediler. Bundan gayeleri, müslümanlarm inancım sarsmak ve işgal ettikleri mevkiden onları uzaklaştırmak­tan başka bir şey değildir.

Dışarıdan çeşitli düşünceler girmiş ve görüşler ithal edilmiş olmakla beraber, bu görüş ve düşüncelerin içeride bazı kimseler üzerindeki etkisine ve birçok bölgede yaygın ve egemen olmasına rağmen biz yine de müslüman ümmetin tarihini yazacağız.

Aslında dışarının malı olan bu görüş ve düşünceler bugün yö­netenle yönetilenin arasında tehlikeli bir uçurum meydana getir­miştir. Durumu uzaktan seyreden bir kimse bu görüşlerin belki ümmetin tümüne ait ve onun icat edilmiş yeni dini olduğunu zan-nedecektir. Elbette bu da yabancı fikirlerin ümmete hakim olduğu sebebinden kaynaklanmaktadır. Ama işin gerçek yüzüne gelince bu görüş, bir öncekilerin vasıtasıyla, bugün müslümanları yönet­me imkanını bulmuş ve dünyayı bu ithal fikirlerin propagandasıy­la velveleye boğmuş küçük bir zümrenin görüşünden başka bir şey değildir. [5]

İnsanoğlunun İlk Yaradılışı

İlahi hikmet, şu yeryüzüne sahip çıkması, otoritesini eline al­ması, üzerinde tasarrufta bulunması, içindeki güç ve enerji kay­naklarını, hazineleri ve hammaddeleri keşfetmesi için bir yaratık vücuda getirmeyi uygun gördü. Tabi Allah Teala, yeryüzündeki her şeyi bu yaratığın emrine verdi ki kendisine yüklenen görevi yerine getirebilsin. Konunun şu noktasında, yeryüzünde ilk defa bu yara­tığın mı yoksa başka yaratıkların mı varolduğu, fesat çıkarıp kan döktüğü veya cinlerin mi bu işleri yaptığı bizi şimdilik ilgilendir­miyor. Çünkü melekler Allah (cc)'ın huzurunda şöyle diyorlar:

- "Ey rabbimizîYeryüzünde fesat çıkaracak ve kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın? Halbuki biz hamdinle seni bütün nok­sanlıklardan tenzih etmekteyiz."

{Allah Teala, bunun üzerine onlara cevaben) şöyle buyurdu:

- "Ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim. [6]

Mühim olan şudur: Bu yaratık vücuda getirilmiştir, O da Adem (as)'dır ki mensup olduğumuz ve soylarımızla kendisine dayandı­ğımız, beşer cinsinden yaratılanların ilkidir.

Gerçek şudur ki Allah Teala bu yaratığa düşünme yeteneğinin kaynağı olan aklı vermekle onu tüm yaratılmışlardan üstün kıl­mıştır. İnsanoğlu işte bu özellikle diğer tüm yaratılmışlardan ayrıl­maktadır. Bu öyle bir özelliktir ki insana iyi ile kötüyü, faydalı ile zararlı şeyleri birbirinden ayırdetme imkanını bahsetmiştir. İnsan ancak bu özelliği sayesinde işlediği amellerin sonuçlarım bekle­mektedir.

İşte insanoğlunun, şu iyiyi kötüden ayırabilmeyi ifade meleke-sidir ki ona konuşan hayvan (canlı) adım yakıştırmamızı icap et­tirmektedir. Konuşmak esasen ikinci derecede bir konudur. Mese­la papağan da insanı taklit etmekte, yine bazı hayvanlar insanın çeşitli davranışlarını canlandırmaya çalışmaktadırlar. Hayvanların da sesleri vardır ki bu onların bir tür konuşma ve iletişim şeklidir, birlikte yaşama tarzıdır. O halde insan akıllı bir yaratıktır, sırf akıl sayesinde iyiyi kötüden ayırt edebilmekte ve diğer yaratıklardan ayrılmaktadır.

Allah Teala ikinci bir özellikle de insanı diğer yaratıklardan üs­tün kılmıştır. O da insanı en güzel suret ve yapıda yaratmış olma­sı, ona utanma hissini vermesi ve ancak aile ortamında doyuma ulaşabilmek gibi bir özellik bahşetmiş olmasıdır. :

Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Yine O'nun (Allah'ın hikmetlerinin) belirtilerinden biri de şudur: Avunasımz diye sizin için, kendi cinsinizden eşler yarat­mış ve aranıza sevgi ve şefkat koymuştur. [7]

İnsan, birtakım özel ihtiyaçlarını gidermekte olduğu sırada gizlenir, gizlenme ihtiyacını duyar. Bu suretle insan, hemcinslerin­den oluşan sürülerden gözü önünde pervasızca çiftleşen, mahrem ihtiyaçlarım familyasına mensup fertlerin gözü önünde gideren diğer yaratıklardan çok farklıdır.

Allah Teala insanı, üçüncü bir cihetle de, yaratılmış olduğu günden beri avret yerlerini gizleme özelliği bakımından diğer varlıklara üstün kılmıştır. İnsan konuşur ve materyalistlerin ilk insan için ileri sürdüklerinin tam tersine, atalarının ve geçmişlerinin kendilerinden çok daha ilkel olduğu imajını veren görüşlerinin ak­sine, insan daima mükemmel konuşmayı becerebilmiştir.

Materyalistlerin bahsettikleri insan tipi kuytu ormanlarda ve­ya ıssız çöllerde kabuğuna çekilmiş salyangoz misali kendi kendi­ne yetinmeye çalışan insandır ki daha sonra özetle değineceğimiz bu tipin kendine has bir yaşayış tarzı vardır. Hayat tarzından onun, bir eski insan örneği olduğu sonucu çıkarılamaz. İçinde var olduğu ortam ve yetiştiği çevre onu o şekilde etkilemiştir. İnsanoğ­lunun aslı birdir. O da Adem (as)'dır. Bu konuda Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Gerçek şudur ki: İsa'nın babasız olarak doğması örneği, Al­lah'ın kanunlarında Adem'in yaradılışı gibidir. Allah O'nu top­raktan yarattı, sonra ona (insan ol!) dedi. O da hemen insan olu­verdi. (İşte bu malumat) İsa hakkında sana bildirilen gerçeğin ta kendisidir, artık şüphecilerden olma." [8]

Nitekim o günden itibaren insan, bugün kendisim görmekte olduğumuz fizyonomisiyle mükemmel bir güzellik numunesi ola­rak vücut buldu. Allah (cc) yine şöyle buyuruyor:[9]

"Biz, gerçekten insanı en güzel biçimde yarattık.'

Şimdi, firavunların yaklaşık dörtbin yıl önce mumyalanmış olan cesetlerini düşünüyoruz, bakıyoruz ki günümüz insanının aynısıdır. Yalnızca bazı kimselerin anlattıkları gibi eski insan tipi­nin özelliği olan biraz uzun boylu olmaktan başka bugünkü insan tipinden hiç bir farkları yoktur. Nitekim o devirlerde Arap yarıma­dasının bazı bölgelerinde devler (dev yapılı insanlar) yaşıyorlardı. Rivayetçiler onların fizik biçimleri hakkında değil, sadece boyları­nın uzunluğu hakkında ihtilaf içindedirler. Ne varki bu dev yapılı insanların nesli, hicretten ikibin yıl önce tükenmiştir. Bu görüş, evrim nazariyesinin savunucuları tarafından ileri sürülen insan evrimi ile de çelişmemektedir.

Adem Aleyhiselam'a gelince, O, yaratıldığı andan itibaren ko­nuşuyordu. Güzel konuşabiliyor, meram anlatmayı biliyordu.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Allah Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra tüm varlıkları, meleklere göstererek:

- Eğer doğruysanız bu şeylerin içyüzünü bana açıklayın, bu­yurdu.

Melekler:

- Sen, itiraz edilmekten münezzehsin. Senin bize öğrettikle­rinden başka hiç bir bilgimiz yoktur. Elbette ki sen her şeyi hak­kıyla bilensin, erişilmez bir hikmet sahibisin, dediler.

(Bunun üzerine Adem'e) Allah şöyle buyurdu:

"Ey Adem! Eşyanın isimlerini (şimdi sen) meleklere haber ver. Adem de o isimleri meleklere haber verince Allah:

Ben size demedim mi ki, göklerin ve yerin meçhullerini (yal­nızca) ben bilirim. Keza açıkladığınızı ve gizlediğinizi de elbette ben bilirim, buyurdu. [10]

İlk insan olarak Adem ve ondan sonra soyundan gelen nesiller vücutlarını örtüyor avret yerlerini gizliyorlardı.

İşte Allah (cc), Adem (as)'ı böyle yarattı. Lakin Şeytan, onu ve karısı Havva'yı, yasak meyvadan tadıncaya kadar uğraşarak yol­dan çıkardı. Bunun sonucu olarak da avret yerleri kendilerine gö­rünmeye başladı. Çünkü bu hata ve günahın işlenmesinden önce Allah (cc) onların örtmüş bulunduğu vücutlarını artık açmış oldu. Bu örtüyü, işledikleri suçtan ötürü onların üzerinden alıverdi. İşte bu sırada onlar da cennet ağaçlarının yapraklarını vücutlarına yapıştırarak edep yerlerini kapatmaya ve elbise gibi bu yapraklarla üstlerini örtmeye çalıştılar.

Bunun üzerine Allah Teala onlara şöyle buyurdu:

"Ey Adem! Sen, zevcenle birlikte cennete yerleşiniz. İkiniz de dilediklerinizden yiyiniz. Ancak şu ağaca yaklaşmayınız, aksi halde zalimlerden olursunuz. Nihayet şeytan onların avret yerle­rini açmak için kendilerine vesvese verip şöyle dedi:

- Siz eğer iki melek, ya da ebediyyen cennette kalıcılardan ola­cak olsaydınız ancak rabbiniz size o ağacı yasak etmiş olurdu ki O, (bundan başka bir sebeple) sizi yasaklamamıştır. Bir de onlara:

- Elbette ben iyiliğinizi isteyenlerdenim, diye yemin etti. Böy­lece ikisini de aldatarak onları mevkilerinden düşürdü. Ağacın meyvasını tadınca da ayıp yerleri kendilerine açıhverdi. Onlar da hemen cennet (ağaçlarının) yapraklarını vücutlarının üzerine koyarak örtünmeye çalıştılar. (Bu sırada) Rab'leri kendilerine şöyle seslendi:

- Ben ikinize de bu ağacı yasak etmemiş miydim? Şeytanın apaçık bir düşmanınız olduğunu söylememiş miydim? (Bunun üzerine) ikisi birden:

- Ey Rabbimiz! Nefsimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen muhakkak hüsrana uğrayanlardan oluruz." [11]

Hiç şüphe yok ki insana, elbiseyi Allah teala giydirmiş veya av­ret yerlerini örtmek üzere elbise yapmayı kendisine O ilham et­miştir. Bu konuda da şöyle buyurmaktadır:

"Ey Ademoğulları! Size edep yerlerinizi örtecek bir elbise, bir süs elbisesi, bir de takva elbisesi indirdik. Ancak takva elbisesi di­ğerlerinden daha hayırlıdır. Bu, Allah'ın (ihsanına delalet eden) belirtileridir. Umulur ki düşünür, (gerçeği) anlarlar. [12]

Tefsir alimlerinden biri, bu ayetteki elbise tabirini yağmur an­lamında yorumluyor, ancak şöyle diyor:

"Pamuk ve ketenin bitip yeşermesinde, kendilerinden yün, tüy ve kıl alman hayvanların beslenip yaşamasında yağmurun büyük rolü vardır."

Günümüzde, çöllerin ve ormanların meçhul bölgelerinde ya­şamakta olan ilkel topluluklara gelince, asla materyalistlerin dü­şündüğü ve sözde resimlerini çocuklara naklettikleri uyduruk ilk insan topluluklarının bir uzantısı asla değildirler. Tıpkı bugün gö­rüldükleri şekilde var olmuş yaratıkları tasvir eden dinlerinden ko­parak nesillerin yetişmesini amaçladıkları için materyalistler böy­le yapıyorlar.

Bu topluluklar, hiç şüphe yoktur ki hidayetleri için gönderil­miş olan Allah elçilerinin kavimlerinden birer kitle idiler, fakat da­vete uymadılar, düşünceyi reddettiler, peygamberlerine karşı gel­diler, Rablerinin emrettiği yoldan saptılar. Allah da onlarla sava­şan, onları diyar diyar kovalayıp dağıtan kimseleri kendilerine musallat etti. Eğer bu topluluklar ta baştan beri ilk vatanlarında izole edilmiş olarak ve ilk mekanlarında kabuğuna çekilmiş olarak bulunsaydı, bu, insanların değişik köklerden geldiği anlamını taşı­yacaktı ki böyle bir tez gerek İslam dinine, gerekse tüm semavi dinlere aykırıdır. Eğer bu topluluklar yaradılıştan beri ilk vatanla­rında bulunsalardı yine de kendilerine bir rehber gelecekti. Aksi halde Allah'a hesap verme sorumluluğunu taşımayacak, azabı da haketmeyeceklerdi. Çünkü Allah (cc) şöyle buyuruyor:

"Kim hidayet üzere davranacak olursa bunu kendi lehinde yapmış olur ve her kim ki doğru yoldan sapacak olursa yalnızca kendi aleyhinde davranmış olur. Hiç bir günahkâr da başkasının günahını yüklenmez. Biz de elçi göndermedikçe kimseyi incit-, meyiz [13],

Gerçek şudur ki: Kendisine, cenneti müjdeleyen ve cehennem" azabından korkutan bir elçi gönderilmemiş hiç bir kavim yoktur.

İşte Adem (as) çocuklarına ve torunlarına tevhidi [14] öğretiyor, on­lara Allah'ın davetini tebliğ ediyordu. Şit ve Idris (as) peygamber­ler gönderilinceye kadar böyle devam etti. Onlardan sonra da ila­hi mesajı Nuh (as) iletti.

İşte böylece insanlığın başlangıcından beri Allah'ın gösterdiği doğru yola davet eden ve hidayet için rehberlik yapan peygamber­ler, mesajlar ve bunların usul ve yolları, giyim-kuşam, örtünme, araç ve gereç, insanların davet edildiği toplantılar, söz ve tartışma­lar daima var olagelmiştir. Bununla birlikte Allah'ın hidayetine mazhar olmuş, peygamberlerin davetim kabul etmiş, onların öğ­retilerine uymuş ve gösterdikleri yoldan yürümüş cemaatler vardır ki yeryüzüne hakim olmuş, belli devirler boyu yeryüzünü imar et­miş, zenginlik kaynaklarından kazançlar elde etmiş ve hazinele­rinden yararlanmışlardır. Ta ki bir gün gelmiş Allah'ın gösterdiği yoldan sapmaya başlamışlardır.

Yine öyle topluluklar yaşamıştır ki daha baştan beri dalalete sapmış, sapık bir yol izlemişlerdir. Allah Teala da onlar için mut­suzluk takdir buyurmuş, dünya ve ahiretle ilgili emeklerini boşa çıkarmış, öyleki kendilerine yardım edecek hiç bir güç bulama­mışlar, bilgisizliğin çukuruna yuvarlanıp gitmişler, Allah teala'nın davetini reddetmişlerdir. Bu suretle Allah (cc), onlara ızdırapların en şiddetlisini çektiren, onları diyar diyar kovalayıp darmadağın eden, kaçtıkça onları sürekli olarak izleyen, peşlerinden denizleri ovalan ve dağlan aşarak kendilerini kovalayan düşmanları musal­lat etmiştir. Nihayet bu kavimler meçhul mekanlara, yerleşime el­verişli olmayan pek uzak bölgelere girip oralarda kalmış, kuşakla­rı buralarda parçalanıp dağılmış, böylece işledikleri vebal ve gü­nahların acısını tatmış ve hüsrana uğramışlardır. Çünkü Allah Te­ala onlar için şiddetli bir azap vadetmiştir.

Bu insanlar, daha sonra intikal ettikleri bölgelerde temel ihti­yaç maddeleri olan yiyecek, giyecek ve mesken gibi zaruri şeyler bulunmayınca artık o çevrenin ancak verebildiği şeylerden fayda­lanmak zorunda kaldılar. Mesela bunlardan sıcak bölgelere yerle­şenler, giyinme ihtiyacını duymadıkları için çıplak yaşamaya baş­ladılar; sadece avret yerlerini ağaç Meriyle ve yapraklarla örtmeye çalıştılar. Soğuk bölgelerde yaşayanlar ise, o mıntıkada yaşayan hayvanların postundan elbiseler edindiler, aynı zamanda o çevre­nin ürünlerinden de giyim eşyası olarak istifade ettiler.

Keza yiyecek ve mesken temininde de çevre şartlarından ya­rarlandılar. Yine örnek olarak sıcak bölgelerde yaşayan insan, ha­yatını meyva, çeşitli bitkiler ve bitki kökleri toplayarak yemekle devam ettirdi. Ağaç kovuklarında ve dallar üzerinde yaşadı, ağaç­ların dayanıklı uzantıları üzerinde kütüklerden kulübeler bina et­ti. Soğuk bölgelerde yaşayan insan ise hayatını hayvan eti yemek üzerinde kurdu. Kemiklerinden de kendine, muhtaç olduğu araç­ları yaptı. Buzdan, kışın barınacak kulübeler kurdu. Yazlan ise hayvanların derisinden çadırlar yaparak hem içinde barındı, hem de avladıklarım getirip içinde sakladı.

Bu insan toplulukları daha sonra intikal ettikleri bölgelerde, alışık olduklarından daha başka çeşit ağaçlar görünce,, yeni yeni bitki çeşitlerini tanıyınca, bununla birlikte vaktiyle görmemiş ol­dukları daha başka hayvanların saldırısına maruz kalınca, bu top­lulukların her kuşağı işte bu yeni görmekte oldukları şeylere özel birtakım isimler vermeye başladılar ki diğerlerince bu isimler meçhul kaldı. Bu sebepledirki kuşakların bazısı diğerine ait dili bilmez oldu. Bilakis nesillerin her tabakası kendi yalnızlığı içinde yaşadı ve bilinmezliği içinde sapıp durdu.

Dağılmış ve kaybolmuş bu insan topluluklarının fertleri, ge­nellikle anne, baba ve çocuklardan ibaret olan küçük bir aile ola­rak tek başlarına yaşadıkları, aile fertlerinden her biri yiyecek te­min etmek maksadıyla yine tek başlarına meçhul yönlere doğru giderek dolaştıkları için gerek bitki olarak, gerekse hayvan olarak birçok yeni yeni cins şeylere rastlıyor ve bunlara özel bir takım ni­telikler veriyorlardı ya da bunların her birine belli isimler takıyor­lardı. Bunu bizzat yapandan başkaları ise bu isim ve nitelikleri bil­mezdi. Dolayısıyla kişi gördüklerini ailesine ancak işaretlerle anlatır veya onları nitelikleriyle tanıtmaya çalışırdı. Bu durum öyle bir yere vardı ki insanların anlaşma dili ortadan yok oldu, yerine işa­retler, sesler veya tek tük kelimelerle kullanılan bir anlatım tarzı hakim oldu. Bunu da ancak kabilenin bir kuşağı bilirdi. Tüm kabi­lenin aynı dili bildiği çok azdı.

İşte bu ilkel kabilelerin medeni dünyadan kopukluk hali, mil­letlerden, cemiyetlerden uzak bölgelerde yalnızlık içinde kalmışlı­ğı zamanımıza kadar sürüp gelmiş, bu sebeple de kendilerine has bir yaşayış tarzı, bir takım örf ve adetler oluşmuştur. Bazı insanlar günümüzde bu topluluklara ait hayat tarzını, Örf ve adetlerini ile­ri derecede geri kalmışlığın belirtisi olan basitlikle vasıflandırmak­ta, hatta onların civarında yaşamakta olan hayvanlara benzetmek­tedirler veya aralarında şöyle bir mukayese yapmaktadırlar: Her iki cinsin de barınakları birbirine benzemektedir. Aynı alan içeri­sinde, birbirleri ile mücadele ederek hayat savaşı vermekte, her iki cins de ağaç dalları üzerinde tünem ekte diri er. Hangisi daha bece­rikli ise diğerine saldırarak onu parçalamakta, hangisi daha atak, daha çabuk davranabiliyorsa diğerini parçalayıp onu iştahla ye­mekte ve bazan karnını onun etiyle öyle tikabasa doldurmaktadır ki yürürken zorluk çekmektedir. Çünkü bir sonraki öğün için mal­zeme oluşturacak ikinci bir avı, ne zaman elde edeceğini tahmin edememektedir. Zira bazan uzun bir süre geçtikten sonra ancak yeni bir av ele geçirebilmektedir.

Barınakları, giyimleri, gelenek ve yiyecekleri bakımından basit bir yaşayış tarzı içinde olduklarından dolayı bu toplulukları ilkel­likle vasıflandırıyorlar. Halbuki bugün medeni ortamda yaşadıkla­rı halde öyle topluluklar vardır ki zihniyet ve düşünce planında di­ğerlerine nazaran çok çok daha geridirler. Çünkü bunlar medeni insanların ancak kullandığı en pahalı elbiselerden bile giyseler, medeni insanların adetleri üzere çeşitli gıdalarla beslenseler ve en meşhur mimarların projeleriyle hazırlanmış saltanatlı saraylarda otursalar bile, gerçek şudur ki: Zihniyet bakımından ilkel olmak, hayat tarzı bakımından ilkel olmaktan çok daha korkunçtur. Nite­kim bizim gibi giyinip kuşanan, bizim gibi yiyip içen, oturduğu­muz modern binalar gibi meskenlerde oturan öyle kimseler vardır ki, bu sayılan şeylerin çemberi dışına çıkmazlar. Küçük bir çocuk­la haşir neşir olurlar, çocuk elindeki bir sopayla her şeyi karıştırıp oynar. Biri gelip onlara bir yol açmcaya kadar ya da bir işaret ve­rinceye kadar zihniyetleri doğrultusunda bulundukları yerlerde çakılıp kalırlar. İşte bunlar medeni elbiseler içinde görünseler bile yine de en geri insanlardır. Bunlardan öyle topluluklar vardır ki hurafeler ve efsanelerle karışık birçok inançlarım hala korumakta­dırlar. Nitekim hala bazı hayvanları ve özellikle sığırları kutsal sa­yan, onların pislikleriyle kendilerini kutsayan, sidiklerini vücutla­rına süren insanlar mevcuttur. Hatta hayvan yolun ortasında dur­duğu zaman, trafik de o anda duruverir.

Bunun da ötesinde bu insanların inancına göre bütün yaratık­lar kutsaldır. Sözde, varlıkların ruhunda kutsallığın özü ve cevheri vardır. Doğuran ve üreten organlar (yani cinsel organlar) ise bu kutsallığın birer kaynağıdır. Dolayısıyla bunlar için özel tapınaklar bile yapılmıştır. İçinde bu organlar mücessem olarak temsil edil­mektedir.

Bu kitleler, diğer ilkel topluluklar gibi sayıca ve işgal ettikleri yer bakımından az, küçük bir bölgede yalnız ve dünya milletleri arasında meçhul kalmış bir avuç insandan ibaret de değil, bilakis sayıları yüzmilyonlan bulan, yeryüzünün geniş topraklarını ve önemli bölgelerini işgal etmekte olan ve devletler arasında kayda değer mevkiye sahip bulunan insan yığınlarıdır. Bu toplumlar ara­sında vaktiyle müslüman iken aralarında çıkan ihtilaf sonunda ta­raflardan birini destekleyen ve desteklediği fraksiyonun liderine çok aşırı bir sevgiyle bağlanan gruplar olmuştur ki destekledikleri ve bağlandıkları bu liderin ay veya güneşle birleştiğine bile inan­mışlardır.

Bazı topluluklar daha vardır ki, bunların inanışları ve dinleri yahudilikten, İran mecusiliğinden, Yunan mitolojisinden, çeşitli felsefe ve nazariyelerden kaynağım alan birtakım batini hurafeler­den ibarettir. Bu topluluklar daha sonra kendi içinde konsantre ol­muşlar, ancak mensup bulundukları miller arasında ise, içlerinde gizledikleri inancın tam tersine müslüman gibi görünmeye çalış­maktadırlar. Bunlar, Allah'ın haram kıldığı (kendileriyle evlenmeyi yasakladığı) kadınlarla evlenmeyi ise helal saymaktadırlar. Çünkü kadının'bir dini olmadığına, onun alınıp satılabilecek, sunulup hediye edilecek, bir ticaret malı olarak kullanılabilecek, amaca ulaşmak için sömürülecek bir araçtan başka bir şey olmadığına inanmaktadırlar. Bunlar da az değildir. Zira sayıları'bugün bir mil­yonu aşmaktadır. [15] Ve dağlık bölgelerde daha çok yerleşmiş bulu­nurlar.

Yine bunlara benzer bazı topluluklar daha vardır ki bir şahsa tapmaktadırlar. İnanışlarına felsefi görüşler de sokmuşlar, kendi­lerine has bir düzen oluşturmuşlar ve istediklerini bu düzenin öl­çüleriyle meşrulaştırarak yapmaktadırlar. [16] Bunlar artık bir yenili­ği de kabul etmiyorlar. (Yani Allah tarafından gönderilen yeni me­sajı da kabullenmiyorlar.) Çünkü onlara göre artık Allah'ın insa­noğluna hitap etmesi son bulmuş ve kapı kapanmıştır. Bir kitle da­ha vardır ki, kendisini Allah tarafından seçilmiş bir millet olarak kabul etmekte, cahillere karşı üzerimizde bir sorumluluk yoktur demekte [17] kendilerinden olmayan toplumlara karşı yapacakları tecavüzlerden dolayı asla mesul olmayacaklarını, dinlerinin yal­nızca kendi ırklarına mahsus olduğunu ileri sürmektedirler. [18]

İşte bütün bu toplumlar, bu cemaatler aslında zihniyet açısın­dan ilkeldirler. Ne var ki materyalistler onları ilkellikle vasıflandır -mamaktadırlar. Çünkü gerçek dinden uzak kalmışlığın bir sonucu olan cahiliyette onlarla birleşmektedirler. Keza materyalistlerin, hak yoldan sapmış ve dejenere olmuş olmak, çirkin fiiller işlemek gibi hususlarda bunlarla birçok ortak noktalan vardır. Bu gerçek ise materyalistlerin halen cahiliyet devrini yaşamakta olduklarım kanıtlamaktadır. Çünkü maddeciler mesken ve giyim gibi konularda ilkel olanları ilkellikle vasıflandırma noktasında, düşünce planında ilkel olan topluluklarla zihniyette birleşmektedirler. Ve çünkü materyalistlerle ilkel hayat tarzı içinde yaşayanlar ahlaksız­lık noktasında birbirlerine benzememektedirler. Zira ilkel hayat tarzı sürdürenler yalnız başlarına yaşamakta ve onlardan uzak bu­lunmaktadırlar.

İşte gerek kendilerini medeni addeden bu materyalistler ve onlarla hemfikir olan zihniyetçe ilkel topluluklar, gerekse tenha bölgelerde vahşi bir hayat sürdürmekte olan kabileler olsun, Allah her iki tarafı da batıl inançlarından ötürü yüzüstü kılmıştır. Sözde kendilerini medeni sanan bu insanlar çarpık düşünceleri yüzün­den, diğerleri ise çevre şartlarına bağlı olarak doğru yoldan sapmış kaybolmuşlardır.

Bunları da Öbürlerini de Allah (cc), çarpık inanış ve düşünce­leri sebebiyle perişan etmiş, hakka baş kaldıranlara uymaları, in­sana tapmaları, onu il anlaştırın alan ya da hayvana taparak ona kutsallık atfetmeleri ve onu bir ilah mevkiinde görmeleri yüzün­den dalalete sürüklemiştir.

O halde b^ıgün dünya üzerinde ilkel topluluklar olarak iki ör­nek bulunmaktadır. Bunlardan birinci kısma girenler uzak bölge­lerde ve kopuk vaziyette tdış görünüş itibariyle) ilkel bir hayat sür­düren topluluklardır. İkincisi ise (sosyal açıdan medeni göründük­leri halde) zihniyetçe ilkel olanlardır ki bu yığınlar, materyalistler­le haşir neşir olmakta, onlarla işbirliği etmekte, birçok ülkeleri sö­mürmelerine yardımcı olmakta, bu sömürülerinden istifade et­meye çalışmakta ve nihayet cahiliyet düzenini onlarla beraber uy­gulamaya çalışmaktadırlar. [19]

İnsanlık Tarihinin Ana Anahtarı

Adem (as) büyük bir ihtimalle, güneybatı Asya'da ve Arap yarı­madasında varoldu. Onun, her ne kadar Hindistan'da vücuda gel­diğine veya başlangıçta Irak'ın kuzeyinde bulunduğuna dair çeşit­li kanaatler var ise de genellikle görüşler bu merkezdedir.

Böylece insanoğlu ilk yaratılmış olduğu bölgede üremeye ve hızla çoğalmaya, buradan da başka bölgelere göçmeye başladı. İlk insanın ilk vatanı olarak sayacak olursak, insan evvela Arap yarı­madasının yatan bölgelerim imar etti. Bu gelişme ile çeşitli millet­ler meydana geldi. Bu milletlerin yetişmiş olduğu ortama bağlı olarak değişik diller oluştu. Elbette ilahi hikmet, her millete, kendi çocukları arasından bir elçinin gönderilmesini, Allah'ın mesajları­nı onlara iletmesini, onları terbiye etmesini, dinin emirlerini ken­dilerine öğretmesini gerektirdi. İlahi daveti kolayca iletebilmek için, her peygamber kendi kavminin diliyle konuşuyordu. Kimi iman etti, kimileri de inkara sapü. Bu suretle çeşitli gruplar oluştu ve ayrılıklar doğdu.

İlk yerleşim merkezleri Arap yarımadası ve dolaylarında oluş­tuğu için peygamberler de bu bölgelerde ortaya çıkmışlardır. Çün­kü buralarda yaşayan insanlara bu peygamberler gönderilmişlerdir. Bundan dolayı, bakıyoruz ki tanıdığımız peygamberler bu böl­gelerin dışında ortaya çıkmamışlardır. Özellikle diğer bölgelere nazaran nüfus bakımından daha kalabalık olan mesela Irak, Filis­tin, Mısır ve Arap yarımadasında zuhur etmişlerdir. Diğer mıntıka­lara gelince" [20] buralar henüz insan tarafından imar edilmemiş, bu bölgelere henüz insanoğlu yerleşmemişti ki Allah (cc)da buralara elçi göndermeyi irade buyursun.

Şayet bu bölgelerde çok küçük azınlıklar halinde insan toplu­lukları bulunmuş ise de bunlar esasen daha önce sözünü ettiğimiz geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin devamı idiler. Bu sebeple de ilahi davet kendi peygamberleri vasıtasıyla elbette ki kendileri­ne ilk vatanlarında ve henüz kaçıp çıkmadan iletilmiştir. Dolayı­sıyla bunlar da hesaba çekileceklerdir ve madem ki Allah (cc) on­lara elçi göndermiştir, o halde bunların da günahkarları cezaya müstehak olacaklardır. Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Biz peygamber göndermedikçe kimseyi incitmeyiz."

Allah (cc) tarafından elçilikle görevlendirilmeleri bir yana, va­zifeleri sırf insanları doğru yola sevketmek olan peygamberler için de aynı şey sözkonusudur. Bu peygamberlerin sayısı oldukça bü­yüktür. Biz ise az sayıdaki bir kısmı hariç, geriye kalanlar hakkında bilgi sahibi değiliz. Birden fazla peygamber aynı devirde ve aynı bölgede yaşamış da olabilir. Sonuncuları olan Hz. Muhammed (sav)'den başka diğer peygamber ve elçilerin görevleri yalnızca kendi milletleri veya milletlerinin sadece bazı cemaatleriyle sınır­lıydı. Elçilikleri sadece bu kavimlerle ilgiliydi.

Bilindiği üzere Allah (cc) tarafından genel bir mesaj indirildiği zaman öncekileri yürürlükten kaldırır. İşte tüm beşeriyetin efendi­si olan Hz. Muhammed (sav)'in elçiliğinin bir özelliği de budur. Dolayısıyla Öncekileri yürürlükten kaldırmıştır. Sınırlı bölgelerde ve sınırlı bazı dönemlerin dışındaki zamanın tümünde cahiliyet geçerli olmuştur. Çünkü peygamberlere mensup cemaat ve millet­lerin içinden küçük azınlıklar hariç onların davetine kimse inanmamıştır. Bu durumdan da çeşitli sonuçlar doğmuştur. Şöyle ki: Davete uymayan bu insanların bir kısmı sulara gömülmüş, boğul­muşlar, kimilerini yer yarılarak yutmuş, bazılarının diyarını kasır.-galar altüst etmiş, bir kısmının ise üzerlerine gökten yakıcı çamur­la karışık yağmurlar yağmış onları helak etmiştir. Bu sapmış ka­vimlerden sonra da yine başka milletler gelmiş, onlara da elçiler gönderilmiş, ancak öncekilerin yaptıklarının aynısını yapınca ay­nı akibete uğramışlar ve devran böyle devam etmiştir.

Bazı elçilerin eğer siyasi rolü sınırlı ise, (böyle takdir edilmiş ise) kendi milletlerinden başkasını ilgilendiren siyaset, hukuk ve kanuna ilişkin ayetler onlara inmezdi. Bu sebepledir ki peygam­berlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (sav)'e kadar gelmiş geçmiş peygamberlerin mesajlarında bunlardan herhangi bir eser yoktur. Sadece Hz. Musa (as)'nın şeriatında bazı hükümler bulun­maktadır. Çünkü Hz. Musa (as) îsrailoğullarının lideri durumun­daydı. Geçerli bir otoritesi vardı ve onların başındaydı. Ancak onun şeriatmdaki hükümler münhasıran İsrailoğullarına mahsus­tu. Zira başka milletleri de kapsayacak şekilde onları aşan bir oto­riteye sahip değildi.

Krallar, nüfuz sahipleri ve diktatörler kendi milletlerini hep baskı altında tuttular, özel ve kişisel işlerinde onları zorla çalıştır­dılar. Bu insanlar da zor şartlar altında onlara binalar yaptılar ve büyük projeler doğrultusunda yapılar inşa ettiler. Bu yapılar hiç bir insancıl anlam taşımadığı halde bugünün çağdaşları bu yapı­ların kalıntılarını bir takım medeniyetlerden saymaktadırlar. Hal­buki kitleleri, bu yapıları inşa etmeye zorlayan, hükümdarların zulmü ve diktatörlerin istibdadı idi. Bu sebeple her binanın yapı­lışı sırasında sırf bir zorbaya hizmet veya bir diktatöre itaat uğrun­da binlerce insan kurban gitti.

Krallar ve hükümdarlar milletlerinin idaresini yürütmek mak­sadıyla birtakım kanunlar koydular. Aslında bu kanunlar yönetici­lerin amacından başka bir şeye hizmet etmiyordu. Dolayısıyla, sü­rekli olarak değişiyordu. Hükümdarlar değiştikçe bu kanunlar da değişikliğe uğruyordu. îşte insan eliyle yazılan kanunların duru­mu daima böyledir. Bu tür kanunlar için ne bir süreklilik vardır, ne de kendi dönemlerinde bu kanunları koyanlardan başkasının çı­karlarına hizmet edecek niteliktedirler. Dolayısıyla ne kadar üstün bir düşünceyi temsil ederse etsin, bu kanunları asla onların mede­ni yanlarından sayamayız. Çünkü idare edilenlere ve onların men­faatlerine hizmet ettiği söylense de aslında onlar için değil, bilakis hükümdarlar için bu kanunlar konmuştur.

İşbaşına gelenler kendi milletlerini hep aşağıladılar. Onlar da başlarında bulunanların önünde dize geldiler, Allah'tan başka on­lara taptılar. Geniş muhit edinenler genellikle, halka siyasi ve eko­nomik baskılar uygulayan nüfuz sahiplerinin önünde saygı göste­risinde bulunarak onlardan faydalanmaya çalışıyorlardı. Ezilmiş tabakaların da bunları taklit etmekten başka çareleri yoktu. Bu se­beple de ileri gelenlerin sözlerine uyarak siyasi ve ekonomik nüfu­za sahip kimselerin ibadet ettiği şeylere inanıyorlardı. Onun için bu milletlere Allah (cc) tarafından bir elçi geldiği zaman onu ya­lanlamakta ve getirdiği gerçekleri inkar etmekte birleşiyorlardı.

Bu konuda Allah Teala şöyle buyurmaktadır:

"Doğrusu Biz, Musa'yı mucizelerimizle ve apaçık bir delille Firavun'a, Haman'a ve Karun'a gönderdik. Onlar (Musa için):

- Bu bir sihirbazdır, yalancıdır dediler.

Bunun üzerine Musa, tarafımızdan onlara gerçeği iletince de şöyle dediler:

- Musa ile beraber iman edenlerin oğullarını öldürün, kadın­larını ise diri bırakın.

Ama gerçek şudur ki kafirlerin hilesi yok olmaya mahkum­dur." [21]

Milletler şiddetli bir ezilmişlik içindeydiler. Hükümdarların yanında ayrıca tabiat güçlerine de tapıyorlardı. Her bölgede ayrı güçlere ibadet ediyorlardı. Güneş, ay, yıldızlar, kesif ormanlar, kor­kunç yöreler, yıldırım, şimşek, bulutlar... Bütün bunlar ibadet edilen güçler idi. Bunlar için tapınaklar yapılıyordu. Her bölgenin ilahları bir diğerinden ayrıydı. İşte bu suretle putlara tapınma ge­leneği oluştu. Bu putlara verilen isimlerin, birtakım salih kişilere ait olabileceğine dair kanaatler çoktur. Bu salih kişiler ölünce şey­tanlar, onların taraftarlarına, bu zevatın oturdukları yerlere onları sembolize eden şeyler koymaları için telkinde bulundular. Dikilen heykellere onların adlarını verdiler. Böyle yaptılar ama başlangıç­ta o salih kimselere ait bilgiler tamamen kayboluncaya kadar bu putlara tapılmıyordu. Bu mübarek zatlar birinci derecede Hz. Nuh (as)'dan önce yaşamışlardı. Taberi, tefsirinde Hz. Adem (as) ile Hz. Nuh (as) arasında mübarek zatların yaşadığını ifade etmektedir. Bu zatların herbirinin taraftarları vardı, onların izinden giderlerdi. Bunların herbiri vefat ettikçe peşinden yürüyenler "Bu zevatı bir-şeylerle canlandırıp hatıralarını yaşatacak olursak kendilerini an­dıkça bizim için ibadet hususunda daha teşvik edici olur/' dediler.

Ancak ilk kuşaklar ölüp yeniler onların yerini alınca İblis bun­lara vesvese verdi ve kendilerine dedi ki: "Aslında ecdadınız bunla­ra tapıyordu, bunların hürmetine yağmur yağması için dua edi­yorlardı." Tabii ki bu yeni nesiller de aldanarak onlara tapmaya başladılar. Böylece bu putlardan her birine tapan cemaatlar oluş­tu. Daha önceleri birer resimden ibaret olan putları, uzun devirler geçtikçe zamanla daha kalıcı olsun diye heykel haline getirdiler. Sonra da Allah'tan başka bu putlara tapınır oldular.

Bu putlar için yapılan çeşitli ibadet şekilleri vardır. Bu ibadet şekilleri birçok devirlerde de yayılmıştır. Nitekim alimlerden biri­nin cemaati, onu hafızalarında canlandırmadıkça ibadetlerinde gereken huşu derecesine ulaşmanın mümkün olamayacağını ta­savvur etmektedirler. Belki o alim kişi öldükten sonra da onu yine gözlerinin önünde canlandırır ve (heykelini, resmini) önlerine ko­yarlar. İşte putların ortaya çıkması bu şekilde olmuştur. [22]

İnsan toplulukları farklı derecelerde eziliyor ve horlanıyorlar­dı. Güçlü zayıfı kullanıyor, hükümdarlar kendi milletlerinin tümünü angarya işlerde çalıştırıyorlardı. Bu ister kamuya ait işlerde ol­sun ister hükümdarın özel işi olsun, değişmezdi ve hiç bir insan ne çalışmayı reddedebilir, ne de işten kaçabilirdi. Böyle bir şeyi aklın­dan geçirenleri ise, istediği kadar statüsü yüksek olsun, hesaba bi­le çekilmeden ölüm bekliyordu. Ölümünden de kimse sorumlu tutulmazdı. Dolayısıyla halka çoğu kez hayvanlar kadar bile değer verilmiyor, insanlar eziliyor, horlanıyordu.

Keza sıradan bir şahıs, sorumlulardan birinin tutum ve davra­nışını kınadığı zaman halk bunu yadırgıyor, onu deli sayıyor ya da akli dengesinde bir bozukluk olduğuna inanıyordu. Çünkü böyle bir davranışın arkasında daima ölüm hayaleti bekleyip dururdu. Aynı zamanda hükümdarlar da böyle bir davranışı garipserlerdi. Çünkü daha önce kimsenin böyle bir şeye cesaret edemediğini düşünür ve hayret ederlerdi.

Yine insan toplulukları farklı seviyelerde fakirlik içindeydiler. Bir kimse kendi temel ihtiyaçlarını bile karşılayamıyordu. Hüküm­dar ise vatandaşlarından her birinin elde ettiği rızkın bizzat kendi­si tarafından temin edildiğini, ve bunu, milletinin fertlerine bir ih­sanı olduğunu sayıyordu. Yönetenlere karşı duyulan korku şu so­nucu doğuruyordu:

Halk kanaat ve benzeri kavramların nesilden nesile geçmesiy­le değil, (itaat için) ancak mutlak baskıya inanıyordu.

Aynı şekilde insanlar farklı derecelerde cehalet içindeydiler. îş-başında bulunanlar milletlerini bilgisizlik içinde terketmeye bil­hassa gayret ediyorlardı. Ta ki onlara sundukları fikir ve öğretileri, din, inanç, düzen ve törenleri kabullensinler. Çünkü insan düşün­me fırsatını bulduğu (yani okuyup aydınlandığı) zaman hurafele­ri, batıl şeyleri ve zulmü elbetteki reddedecektir. Keza, belli öğreti­lere ve kurallara uymayı, belli bir takım dini törenlere katılmayı kabul etmeyecektir. Bu ise diktatörlerin tarih boyunca korktuğu şeydir.

İşte bu sebepledir ki tarihin geçen bütün bu devirlerine cahili-yet devri adını verdik.

Çünkü bu devirlerde insanların kişilere tapması geleneği ha­kimdi. Beşeri yasalar [23] yürürlükte idi ve bu kanunlara uyuluyordu. Bu kanunlar her hükümdarın döneminde onun arzusuna, çıkarla­rına ve topluma olan bakış açısına göre değişirdi. Angarya düzeni işliyordu, acımasızlık, anarşi ve sefalet her tarafta egemendi. O de­virlerde ve cahiliyetin hüküm sürdüğü tarihin bütün devirlerinde insanlığın hiç bir anlamı yoktu.

Sonraları Arap yarımadasında nüfus çoğaldı ve buradan çeşit­li yönlere dağılmaya başladılar. Göç hareketleri aşağıda anlatılan yönlere doğru genel bir şekil aldı:

1) KUZEYDOĞU YÖNÜ: Rafideyn ülkesine doğru olan yöndür. Asya ve Amerika yönlerine doğru meydana gelen diğer göçler ve­ya Rafideyn ülkesine varılmadan önce oluşan yığılmalar buradan başlamıştır.

2) KUZEYYÖNÜ: Şam'a doğru olan yöndür. Bu yöne doğru ya­pılan göçlerde belki de bazı topluluklar göç yolu üzerinde kendile­rine yarayabilecek verimli topraklarda veya stratejik mevkilerde yerleştiler. Daha sonra Şam topraklarından Akdeniz kıyılarındaki bölgelere doğru ikinci bir göç dalgası başladı.

3) GÜNEY YÖNÜ: Yemen ülkesine doğru olan yöndür. Bab'ül-Mendeb Boğazı'nın bulunduğu yerde Arap yarımadasının güney­batı açısı Afrika kıtasıyla temas halindeydi. însan kitleleri buradan Afrikaya intikal ediyor veya Hindistan yönüne doğru deniz yoluy­la göç ediyorlardı.

Bu üç bölgeden birinde diğer bir göç daha meydana gelmiş olabilir. Nuh tufanından sonra Irak'ın güneyinde olduğu gibi. Bel­ki de insanlar oralardan yine ilk vatanlarına döndüler. Çünkü Nuh (as)'m çocukları tufandan sonra dağıldılar. [24]

İlk Çağlarda Rafideyn Bölgesi

Arap yarımadasında insanlar çoğalınca onlardan bir topluluk çıkarak kuzeydoğuya doğru yöneldi. Göçleri Rafideyn Bölgesi­nin [25] güneyinde noktalandı. Verimli bir toprağı ve bol suları bulu­nan bu bölgede yerleştiler ve burayı kalkındırdılar. Ziraatle uğraş­tılar. Çok geçmeden de kendilerine birtakım putlar yapıp -Al­lah'tan başka- bunlara tapmaya, bunlardan medet ummaya, söz­de kötülüklerinden korunmaya çalıştılar.

Allah (cc) onlara elçi olarak Nuh (as)'ı gönderdi ve kendilerini, eşi ve benzeri bulunmayan bir tek Allah (cc)a ibadet etmeye, her­hangi bir heykele, puta ya da şeytana tapmamaya, Allah (cc)m bir olduğu gerçeğim dile getirmeye, O'ndan başka bir ilah, başka bir Rabb bulunmadığına inanmaya davet etti. Ancak başarılı olamadı. Uzun yıllar yaşamış olmasına rağmen kavminden sadece küçük bir azınlıktan başka kendisine inanan olmadı. Bilindiği üzere Nuh (as) dokuzyüzelli yıl yaşamıştır. Hz. Nuh (as)'in hayatında nesiller birbirini izledikçe, bir Öncekiler bir sonrakilere peygamberlerine inanmamalarını vasiyet ediyorlardı. Öyle ki uzun zamanlar durum böyle devam etti, taraflar arasındaki mücadeleler sürüp gitti.

Hz. Nuh (as)'m kavmi kendisine şöyle dediler:

- Ey Nuh! Gerçek şu ki: bizimle mücadele ettin, bizimle olan mücadelede de çok ileri gittin. Eğer doğru söyleyenlerden biriy­sen bizi korkutup durduğun cezayı getir de görelim!" Nuh da şöy­le cevap verdi:

- Dileyecek olursa Allah o cezayı size verebilir ve sizi cezalan­dırmaktan O'nu aciz bırakamazsınız. [26]

Hz. Nuh (as), kavminin iman etmesinden ümidini kesince bu sefer onlara beddua etti: "Dedi ki: Ey rabbim! Kafirlerden hiç kim­seyi yeryüzünde bırakma, çünkü eğer onları bırakırsan, kullarını saptırırlar ve ancak nankör tacirlerden başkasını doğurmaz­lar." [27]

Bundan sonra Allah Teala O'na, gemiyi yapmasını vahyetti. Ta ki müminleri onunla kurtarsın ve gerideki iman etmemiş olanları da sulara gömsün.

"Nuh'a şöyle vahyolundu:

- Haberin olsun! Önceden iman etmiş bulunanlardan başka, kavminden hiç bir kimse iman etmeyecektir. O halde yaptıkları şeylerden dolayı üzülme.

Gözetimimiz altında ve vahyimiz gereğince gemiyi yap. Hem o zulmedenleri afetmem için sakın bana hitap etme, çünkü onlar kesinlikle boğulacaklardır.!

Nuh gemiyi inşa ettiği sıralarda, kavminden bazı guruplar yanından geçtikçe O'nunla alay ediyorlardı. Nuh onlara:

- Şimdi bizimle alay edip eğleniyorsunuz, ancak (zamanı ge­lince) bizimle alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz.

Pek yakında perişan edecek azabın kime geleceğini ve sürek­li bir azabın kimin başına kopacağını öğreneceksiniz. [28]

Geminin yapım işi bittikten ve Hz.Nuh (as) 'a iman edenler ge­miye bindikten sonra Allah Teala bulutları harekete geçirdi, gök­ten yağmurlar indi, yerden kaynaklar fışkırdı. Bugünkü Arap Kör­fezi civarında deniz coştu. Akdeniz'in suları da yükseldi. Öyle ki bu sular birbirlerine kavuştu. Bütün bölge sular altında kaldı ve bura­lardan etrafa taştı. Gemi kuzeye doğru hareket etti ve bugünkü Türkiye'nin doğusunda bulunan Cudi veya Ararat diye adlandırı­lan dağın üzerinde durdu. Çünkü bu engebeler deniz seviyesin­den daha yüksekti.

Sonra deniz çekildi, yağmurlar dindi, sular kayboldu, pınarlar kurudu ve gemideki yolcular inerek bölgeye yerleştiler. Böylece yerleşik insanlar bu kez Rafideyn bölgesinden kuzeydeki dağlık bölgeye taşınarak orayı yurt edindiler ve ikinci kez yeryüzündeki insan sayısı yeniden artmaya başladı. Hz. Nuh (as) ile gemiye bi­nen çocukları da çoğalmaya başladılar.

Hz. Nuh (as)'m Sam adındaki oğlu, çocuklarıyla birlikte gü­neybatı yönündeki Arap Yarımadasına doğru göç edip oralara da­ğıldılar. Ham ve çocukları da güneye doğru çıktılar. Onlardan bir kitle tekrar Irak'ın güneyine gelerek burada yerleştiler. Yeryüzü ar­tık kurumuş, yeşillikler yeniden ortaya çıkmıştı. Hz. Nuh (as) 'm di­ğer çocukları da bunları izlediler ve dağıldılar. Bir kısmı güneydo­ğu yönünde ilerliyerek Hindistan'a, bazıları ise güneybatı istika­metine yönelerek Bab'ül-mendeb Boğazı boyunca göçü sürdürüp Afrika'ya geçtiler, ya da Afrika kıtası Arap Yarımadasına yapışıktı, oradan da kuzeye ve geriye kalan bölgelere doğru yöneldiler. Yer­leşip oraları bayındır hale getirdiler.

Hz. Nuh (as) 'in üçüncü oğlu Yafes' e gelince O, çocuklarıyla bir­likte doğuya hareket etti. Ancak aralarında batıya göç edenler de oldu.

Kuzeyden gelen cemaat, kardeşleriyle birlikte Şangar veya Sencer Ovası olarak bilinen bölgeye yerleştiler. Bu cemaat Sümer­ler adını aldı. Bu bölge verimli ve suları bol olduğu için halk tarım­la uğraştı ve bu işin erbabı oldular; Barajlar kurdular, kanallar yap­tılar ve çivi yazısı kullandılar. Aynı devirde bir kitle de Arap Yarıma-dasından tekrar geri dönerek Sümerlerin civarına yerleştiler. Kur­dukları şehrin adını alarak Akadlar diye tanındılar. Onlarla çağdaş oldular ve komşularından ziraati öğrendiler. Bölgede halk çoğalın­ca kitleler buradan da göçmeye başladı.

Bunların bir kısmı bu bölgenin doğusundaki engebelere yer­leştiler. Burada Susa şehrini kurdular ve burayı kendilerine merkez haline getirdiler. Bunlara Elamlılar adı verildi.

Akadlar, kendilerine egemen oluncaya kadar bölgenin en bü­yük gücü Sümerler idi. Fırat nehrinin güney cephesinde bulunan Ur şehri Sümerlerin ünlü merkezlerinden biriydi. Buradan, bugün Hur'ul-Hımar adıyla bilinen yere kadar deniz uzuyor ve Fırat'a ka­vuşuyordu.

Bu kavimler putlara taptılar ve sapıklıklarında ısrar ettiler. Bu­nun üzerine AllahTeala sevgili elçisi Hz. İbrahim (as)'ı onlara gön­derdi. Hz. İbrahim (as) yukarıda sözü edilen Ur şehrinde yetişmiş­ti. Bu şehrin halkı putlara taptıkları gibi yıldızlara da tapıyorlardı. Hz. İbrahim (as) onlarla münakaşalarda bulundu onlarla mücade­le etti. Aynı zamanda krallarıyla da münakaşalarda bulundu ve so­nunda onlara karşı üstünlük kazandı. Ancak kafirlerle yapılan mü­nakaşa ve mücadeleler pek sonuç vermez. Çünkü gerçeği yalnız bir defaya mahsus olmak üzere görülür. Hem sonra münakaşada yenilmek çok zor bir şeydir. Sonucu kabullenmek güçtür. O ba­kımdan küfür ve inatlarında ısrar edip dururlar. Üstelik kendileri­ni yenen kimseyle bu sefer alay edip eylenirler. İfadelerinin basit olduğunu, içinde aşağılık ve hurafe şeyler bulunduğunu ileri sü­rerler. Bu gibi şeyler [29] söyleyen bir kimsenin deli olması, sözleri­ne asla itibar edilmemesi gerektiğini anlatırlar.

Hz. İbrahim (as) kavmini çeşitli metodlarla imana davet etme­ye başladı. Allah Teala bu konuda şöyle buyuruyor:

"Elbette ki biz İbrahim'i önceden de rüştüne erdirmiştik ve buna ehil olduğunu biliyorduk. Vaktiyle babasına ve kavmine şöyle demişti:

- Tapmakta olduğunuz şu heykeller nedir? Onlar da:

- Biz atalarımızı bunlara ibadet ediyor bulduk, dediler. (Hz. İbrahim onlara) dedi ki:

- Andolsun, siz de, atalarınız da fahiş bir sapıklık içindesiniz.

Onlar:

- Sen bize doğruyu mu söylüyorsun yoksa bizimle eğleniyor musun, dedier. İbrahim şöyle cevap verdi:

- Gerçek şudur ki Rabbiniz hem göklerin hem de yerin Rab-bidir. Bunları yaratan O'dur. Ve ben de bütün bunlara şahadet edenlerdenim. Allah'a yemin ederim ki, arkanızı dönüp gittikten sonra mutlak surette putlarınıza bir iş yapacağım. Nitekim onla­rı parçaladı, yalnız onların büyüğüne dokunmadı. Belki dönüp (hadiseyi sorar) gerçeği öğrenirler diye bıraktı.

(Kafirler döndükten sonra):

- Bunu bizim ilahlarımıza kim yaptı? Muhakkak O, zalimler­den biridir, dediler. (Bunun üzerine onlardan bir kısım kafirler) şöyle dediler:

- Bir delikanlının, bunları kötülediğini işittik. Adına İbrahim diyorlar.

(Kral Nemrud ve vezirleri şöyle) dediler:

- Onu getirin de halk kendisini görsün bakalım. (Hz. İbrahim huzura getirilince):

- Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim, diye sordular. İbrahim (cevaben) şöyle dedi:

- Belki de putların büyüğü bunu yapmıştır. Eğer konuşabiliyorlarsa onlara hele bir sorun bakalım? Bunun üzerine nefisleri­ne rücu ederek (kendi kendilerine düşünerek, putlarını koruya­madıkları için vicdanlarım suçladılar.) ve (ilahları böyle sahipsiz bıraktınız diye birbirlerine): Siz varsınız ya, zalimler güruhusu­nuz! dediler.

(Sonra) başlarını önlerine eğerek, İbrahim'e:

- Gerçekten biliyorsun ki, bu putlar konuşamazlar, dediler. İbrahim de onlara:

- (Peki gerçek bu olduğu halde) Size ne fayda, ne de zarar ve­recek şeylere mi tapıyorsunuz, diye sordu. Ve:

-Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Hâlâ mı akıllan­mayacaksınız! dedi.

(Bunun üzerine Nemrud ve uyduları) şöyle dediler:

- Onu (derhal) yakın da ilahlarınızın öcünü alın, eğer yapaca­ğınız bir şey varsa (yapın.)

(Kudret sahibi olan) Biz, (İbrahim ateşe atılınca ateşe emrede­rek), dedik ki:

- Ey ateş İbrahim'e karşı serin ve selamet ol!

İbrahim'e bir tuzak kurmak istediler. Fakat biz onları daha zi­yade hüsrana düşürdük.[30]

İbrahim Aleyhisselam, yıldızlara tapmalarına karşı da kavmiy-le mücadele etti. Allah Teala bu hususta da şöyle buyuruyor:

"Vaktiyle İbrahim, atası Azere:

- Sen putları kendine tanrılar mı ediniyorsun? Şurası bir ger­çek ki seni ve kavmini fahiş bir sapıklık içinde görüyorum, de­mişti.

Biz (İbrahim'e atasının ve kavminin sapıklığını gösterdiğimiz gibi) göklerin ve yerin sırlarını ve güzelliklerini de O'na gösteri-yorduk ki, köklü bir şekilde iman edenlerden olsun.

İbrahim'in üzerine gece karanlığı çökünce, bir yıldız gördü:

- Bu mu benim Rabbim, dedi. Derken yıldız batıverince:

- Ben öyle batan (kaybolup yok olan) fani şeyleri sevmem, dedi. Sonra ayı doğarken görünce (yine) Rabbim bu mudur, dedi.

Fakat o da batıp kaybolunca:

- Yemin ederim ki eğer Rabbim beni hidayete erdirmeseydi muhakkak sapıklar topluluğundan olacaktım, dedi. Daha sonra güneşi doğar halde görünce (yine) acaba Rabbim bu mudur? Bu gördüklerimden daha büyük ve parlak, dedi. Ancak batınca:

- Ey kavmim! (Şu gördüklerinizin hepsi fanidir ve yok olmaya mahkumdur.) Ben (ise) sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden berîyim (uzağım, onlarla ilişkim yoktur.)

Ben sadece ve sadece yüzümü hanif olarak (ortak koşmadan) gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a çevirmiş bulunuyorum; O'na ortak konuşanlardan değilim, dedi.[31]

Hz. İbrahim (as) milletine zulmeden, onlara köle muamelesi yapan ve gözlerinin önünde tanrılık iddiasında bulunan Kral Nemrud'la da münakaşalar yapmıştır.

Allah Teala bu konuda da şöyle buyurmaktadır:

"Allah kendisine saltanat verdi diye (azarak) İbrahim ile, Rab-bi konusunda mücadele eden Nemrud'dan haberin var mı? İbra­him O'na:

- Benim Rabbim (kudretiyle) hem diriltir, hem Öldürür, dedi­ği zaman O, (Nemrud):

- Ben de diriltir, ben de öldürürüm, diye cevap verdi. (Bu kez) İbrahim O'na:

- Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de onu batıdan getir bakalım! deyince (Allah'ı) inkar eden Nemrud şaşırıp dili tu­tuldu. Allah (işte böyle) zalimleri muvaffak etmez.[32]

Bütün bu münakaşalardan, mücadelelerden ve yapılan imana davetten sonra bunca insan arasından Hz. İbrahim (as)'in kardeşi oğlu Lut ve Hz. İbrahim'in eşi ve aynı zamanda amcasının kızı Sa-ra'dan başka kimse iman etmedi. Ancak son bir kez daha babasına yönelerek onu yine davet etti ve kendisine nazikçe hitab etti. Allah Teala bu konuda da şöyle buyurmaktadır:

"(Ey Muhammedi) Kur'an'da İbrahim'i de (İbrahim'le ilgili malumatı da ümmetine ) anlat. Çünkü O çok doğru bir peygam­berdi. O bir vakit babasına şöyle dedi:

- Babacığım! İşitmez, görmez ve sana hiç faydası dokunmaz şeylere neden tapıyorsun?

Babacığım! Şu bir gerçektir ki bana gelmiş olan ilim sana gel­memiştir. (Bildiklerimi sen bilmiyorsun. Çünkü ben Allah'ı tanı­dım.) O halde bana uy da seni doğru yola ileteyim.

Babacığım! Şeytana tapma. Çünkü Şeytan Rahman'a lah'a) karşı geldi.

Al-Babacığım! Doğrusu korkarım ki sana Rahman'dan bir azab dokunur da Şeytanla dost olursun.

İbrahim'e babası dedi ki:

- Ey İbrahim! Benim ilahlarımdan (taptığım putlardan) yüz mü çeviriyorsun? Yemin ederim ki eğer (onlara hakaret etmekten) vazgeçmezsen seni muhakkak taşlar (öldürürüm.) Uzun bir süre benden ayrıl git! İbrahim şöyle dedi:

- (Benden sana fenalık gelmez) Güven içinde ol, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana çok lutufkâr-dır. Ben, sizden ve Allah'tan başka taptıklarınız (putlar) dan uzaklaşıyorum ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki Rabbime ibadet etmekle (sizin putlara yaptığınız ibadette olduğu gibi) bedbaht olmam.[33]

Hz. İbrahim (as) sırf Allah'a karşı geldikleri için kavminden, milletinden ayrılınca, henüz iman etmemiş olan kardeşi Harran ve karısı Melka, ayrıca iman etmiş olan, kardeşi oğlu Lut ve özkarısı Sara ile birlikte hicret ettiler. İbrahim (as)'m babası Azer de, duy­duğu özlem ve babalık hisleriyle O'nunla birlikte yolculuğa çıktı. Seyahatin yönü Şam memleketleriydi ve yol, Fırat nehri boyunca devam ediyordu. Nihayet, bugün Buleyh Nehri'nin yatağı üzerin­de, Suriyenin kuzeyine düşen Türkiye'deki Harran' [34] şehrine ulaş­tılar. Şehir, Hz. İbrahim (as)in kardeşi Harran'a nisbetle bu adı ta­şımaktadır ve babası Azer (Tarih) burada ölmüştür. İbrahim (as), burada, yıldızlara tapan bir kavme rastladı. Onlara taptıkları için bu insanlarla mücadele etti. Ancak bir faydası olmadı. Bilakis ısrar ettiler, küstahlık yaptılar ve sapıklıklarını sürdürdüler. Bu sebeple İbrahim (as)da onları terketti. Öyle görünüyor ki bu topluluk, Hz. Nuh (as) 'in, sonradan bu bölgeye gelip yerleşmiş bulunan oğlu Ya-fes'in torunları ve soyundan gelenler idiler. Hz. İbrahim (as) bura­dan Beyt'ül Makdis'e [35] doğru yön tuttu. Yolu, Katîna Gölü ve Dı­mışk'a [36] uğruyordu. Barza'ya da uğramış ve burada namaz kılmış­tır. Namazgahı, O'nun bir makamı olarak hâlâ durmaktadır. Kimi­leri de O'nun burada dünyaya geldiğini ileri sürerler.

O devirde bazı kavimler Şam dolaylarına dağılmış bulunuyor­lardı. Bunların bir kısmı, Arap Yarımadasından, tek tük cemaatler de Irak'tan gelmişlerdi ki çoğalıp etrafa yayılıncaya kadar pek ta­nınmıyorlardı. Bunlardan Yafes'in torunları olan bir kısmı da Kuzey'den gelmişlerdi. Bu cemaatlerin çoğu yıldızlara tapıyorlardı. İbadetlerinde de, kutup yıldızı yönünde, Kuzey Kutbuna yüzlerini çevirirlerdi. Dımışk surlarının eski kapılarının üzerinde bu yıldız­ların her birine ait semboller bulunurdu. Hz. İbrahim (as)'in yol­culuğu Beyt'ül Makdis doğusunda son buldu. Daha sonra, -günü­müzde- Halil Kenti olarak bilinen Şehre gitti ve orada yerleşti. Son­ra kıtlık yılları geldi. Bunun üzerine Mısır'a göçtü ve kardeşi oğlu Lut'u, sonradan Lut Gölü adını alan Ölü Deniz'in (Bahr'ul-Mey-yit'in) güneyine yerleştirdi. Şimdi de Hz. İbrahim (as) ile ilgili an­latımın devamına, ileride işliyeceğimiz Şam Memleketleri konu­suna kadar burada ara verelim.

Ran'deyn diyarının güneyinde yerleşmiş olup, Hz. İbrahim (as)'in kendilerine elçi olarak gönderildiği kavimlere gelince, bun­lar, sapıklıklarında ısrar ettiler. Allah'ın gösterdiği yoldan saptılar, birbirlerine zulmettiler. Allah (cc) da onlara tıpkı kendileri gibi za­lim kitleleri musallat eti. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:

"İşte böylece biz, zalimlerin bir kısmını diğerlerine çıkarları yüzünden hakim kılarız, (onları birbirlerine ezdiririz.) [37]

İşte bu sebeplerden dolayı, başkalarının zulmüne uğradıkları için kaçan ancak Allah Teala'ya karşı başkaldırmakta ve kendi pey­gamberlerini yalanlamakta hep birlikte ortaklaşa hareket etmiş olan cemaatler güneybatıdan geldiler. Bunların ya sayıları Öyle ço­ğaldı ki bulundukları bölgeye artık sığmaz oldular; Otlaklar kendi­lerine yetmez oldu. Bu sebeple de başka bir yurt aramaya çıktılar; veya kuraklık başgösterdi. Bunlar da yurt edinmek üzere yeşillik bulabilecekleri verimli topraklar aramaya çıktılar ve nihayet Hz. İbrahim Halil (as)'in eski milleti olan Sümerlerin diyarına ulaştılar. Onlarla savaşıp üstünlük kazandılar ve yurtlarım işgal ettiler. Mer­kezleri Babil şehri idi. Onun için kurdukları devlet bu şehrin adını alarak Babil devleti adıyla tanındı. Bu ülke ziraatçilikle ün kazan­mıştır. Hükümdarlarının en meşhur olanı da kanunlarıyla tanınan Hammurabi'dir ki bu kanunlar Hammurabi Şeriatı olarak bilinmektedir. Hammurabi'nin bu kanunlardan amacı devlet üzerinde hakimiyet sağlamak ve bu suretle ülkeyi kalkındırmaktı. Ancak pek iyi bilinmelidir ki bu tür bir otoritenin devam etmesi asla mümkün değildir. Çünkü insan eliyle yazılmış olan kanunlar an­cak yazıldıkları devirde uygulanabilirler ve o döneme ancak hiz­met edebilecek niteliktedirler. Bu nedenle çok sürmeden Ham­murabi'nin yerine geçenler yeni yeni kanunlar çıkardılar. Gerek eski yurtlarındaki gelenekleri, gerekse geçmiş kavimlerden Hz. İb­rahim (as)'m milletinden kaptıkları ve bu yüzden hem kendi baş­larına, hem de eskilerin başına gelen belalardan bir türlü ibret al­madıkları, dönüş yapıp bir türlü vicdanlarını temizlemedikleri ve gönderilen elçilerden Allah (cc)m davetini kabul etmedikleri için, Allah Teala bunların da üzerine başka kavimleri musallat kıldı. Bunların çoğu kuzeyden gelip oralara dağıldılar.

Bazıları daHz. Nuh(as)'m oğluYafes'in soyundan idiler. Yerleş­tikleri bölgeye, kökenlerine veya mensup oldukları ailelere göre çeşitli adlar alıp çoğaldılar. İşte Hititler, Mitanniler ve Asurlular bunlardandır. Sonunda egemenlik Irak'ın kuzeyinde Asurlulara geçti. Ninova'yı kendilerine merkez edindiler. Şehir, bugünkü Mu­sul kentine yakın bir yerde bulunmakta idi. Ninova zengin bir kü­tüphaneye sahipti. Asurlular Irak'ın güneyini, Şam dolaylarını nü­fuzları altına almayı ve Mısırlılara saldırmayı becerdiler. Kralları arasında III. Salmanassar ve Asurbanipal büyük bir ün kazandılar. Asurlular da heykellere ve yıldızlara tapmakta eskileri izlediler. Bu batıl inanç ve ibadetleri eski kavimlerden miras aldılar ve onları devam ettirdiler. Ne derin düşündüler, ne kafalarını çalıştırdılar, ne eskilerin başına gelen belalardan ders aldılar, ne de onların peygamberleri vasıtasıyla gelmiş olan ilahi mesajları kabul ettiler.

Sonunda Allah Teala onlara Yunus Bin Metta Aleyhisselamı el­çi olarak gönderdi. Yunus (as) onları Allaha iman etmeye çağırdı. Fakat iman etmediler. Yunus (as) bu sebeple büyük bir sıkıntı duy­duğu için öfkelenerek ayrıldı ve Dicle üzerinde seyreden bir gemi­ye binerek onları terketmek istedi. Dicle o devirde çok daha geniş, suları çok daha bol ve çok daha derindi. Gemi bir ara yalpa yap­maya başladı ve yolcuları sarstı. Yükü ağırdı. Baktılar ki üzerindeki yükle gemi devam edecek olursa batmaları kaçınılmaz olacaktır. Korktukları için geminin yükünü hafifletmek maksadıyla kur'a ile aralarından bazılarını denize atmayı kararlaştırdılar. Hep birden batıp bogulmaktansa bu şekilde davranmanın daha hayırlı olaca­ğı görüşünde birleştiler ve hemen kur'a çektiler. Kur'a Allah'ın el­çisi Yunus Aleyhisselam'a da isabet etti. Kur'ayı üç kez tekrar etti­ler, üçünde de kendisine isabet etti. Denize atılınca da O'nu he­men büyük bir balık yuttu. Öyle görünüyor ki balığın karnı delikti. Sonra çok geçmeden bu dev balık nehirden çıktı ve Yunus'u kusa­rak kıyıya attı. Çünkü balık da O'nu karnında taşırken bir sıkıntı içindeydi. Onu parçalayıp hazmedemedi.

Allah Teala bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz Yunus da gönderilen peygamberlerdendir.

Hani o, (kavmine vadettiği ve onları korkuttuğu ceza Allah ta­rafından icra edilmeyince) yüklü gemiye kaçmıştı ya!

Kur'aya iştirak etti de mağluplardan oldu. Suçluluk duygusu içindeyken balık onu yutuverdi.

Eğer Allah'ı, yakışmadığı sıfatlardan çokça tenzih etmemiş olsaydı Canlıların yeniden diriltilecekler! güne (kıyamet kopun-caya) kadar onun karnında kalırdı. Onu hemen sahile attık. Has­ta idi.

Üzerine (gölge yapması için) kabak cinsinden bir ağaç bitir­dik. Biz, O'nu, yüzbin kişiye veya (sayıca biraz daha) fazla bir kit­leye elçi olarak gönderdik.

Nihayet (Yunus dönünceye kadar cezalandırdığımız kavmi) ona iman ettiler. Biz de onları bir süre (hayattan) faydalandır­dık." [38]

Yine Allah Teala şöyle buyuruyor:

"(Ey Muhammed') Zü'nûn'u (Yunus'u)da hatırla. Hani O, öfkelenerek gitmişti de, kendisini hiç bir zaman sıkıştırmayacağı­mızı sanmıştı. Derken (yutulduğu balığın karnındaki) karanlıklar içinde:

Senden başka hiç bir ilah yoktur, seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Gerçekten ben, haksızlık edenlerden oldum, diye dua etmişti."[39]

Hz. Yunus (as) ondan sonra kavmine döndü ve yeniden onlara öğüt verdi, kendilerine yol gösterdi. Onları Allah'ın yoluna davet etti. Kavmi daha önce O'nun davetini reddetmişlerdi. Ancak üzül­düklerini sonradan gösterdiler. Özellikle Hz. Yunus (as) inatları ve zulümleri yüzünden büyük cezalara çarptırılacaklarını haber ver­mişti. Ancak duydukları pişmanlığın bir sonucu olarak Allah Teala bu cezayı bir zamana kadar erteledi.

Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

"Ceza inmeden önce, iman edip de bu imanları kendilerine fayda vermiş bir memleket halkı bulunsaydı ya! Yunus'un kavmi hariç. Çünkü onlar iman edince dünya hayatındaki o perişanlıkla­rını Jbertaraf ettik ve bir müddete kadar onları faydalandırdık."[40]

Ne varki bu pişmanlığa salih bir amel ve peygamberin emirle­rine bağlılık gibi bir tutum eşlik etmedi. O bakımdan kendilerine vadedilen ceza, sadece dünya hayatındaki pişmanlık süresi kada­ra ertelenecekti. Ahiret hayatına gelince, işledikleri günahlar yü­zünden müstehak oldukları azabı elbette ki göreceklerdir.

Bu kavim de aradan uzun zaman geçince pişman oldukları gü­nahlarını unuttular. Yeniden zulme, sapıklığa, cürüm ve cinayet iş­lemeye ve putlara tapmaya başlayınca Allah (cc) ceza olarak onla­rın arasından bazı toplulukları işbaşında bulunanların üzerine saldırttı. Halbuki bu saldıranlar daha önceleri baştakilere karşı bo­yun eğiyor ve onlara taraftarlıkta bulunuyorlardı. Ne varki bu sefer silkinip onlara karşı direnişe geçtiler, onlarla savaştılar ve nihayet Hicretten 1234 yıl önce Ninova şehri yeni savaşçıların eline geçti. Bu kez bölgeye hükmedenler Keldaniler [41] olarak isim yaptılar. Bunlar da yine Babili merkez edindiler. O bakımdan bunların kur­duğu devlet, İkinci Babil Devleti olarak bilinmektedir. Bu devletin başına kralların en ünlüsü Şam memleketlerini istila eder, Ku­düs'ü ele geçirip ordusuna burada (mal, can, ırz ve namus gibi) her şeyi serbest sayan Buhtunassar [42] dır.

Buhtunassar Kudüs'ü ele geçirince halkını esir alarak onları kendi merkezine getirdi. Bu olay Babil Esareti olarak bilinmekte­dir. Yahudiler yetmiş yıl kadar Babil'de esir kaldılar. Yine Buhtu­nassar Hicretten 1227 yıl önce Mısır'a saldırdı. Meşhur Babil Kule­sini inşa ettiren Buhtunassar'dır.

Bu devlet Hicretten 1161 yıl önce Perslerin saldırısına uğrayıp ortadan kaldırılıncaya kadar devam etti.

Mezopotamya'da insanlar çoğalınca bir kısmı doğuya doğru göç edip uygun bölgelere yerleşmeye başladılar. Göç sebebi olarak çoğalmaya ilaveten sık sık tekrar eden savaşlar ve siyasi mücade­leler halkı vatanlarından ayrılmaya, savaş ve akın bölgelerinden uzak yerler aramaya zorluyordu. Gayeleri, buralarda daha rahat ve sakin yaşamaktı. İşte bu sonuç Pers memleketlerinin göç eden in­san kalabalüdarıyla şenlenmesine yol açtı. Burada insanlar çoğa­lınca bir devlet oluşturup Keldanilere karşı savaş düzenlediler ve Hicretten 1161 yıl önce de ülkelerini işgal ettiler. Aynı zamanda Mısır'a da saldırdılar, Mısır'ı egemenlikleri altına aldılar ve Make-donya'lı Büyük İskender gelip burayı işgal edinceye kadar da ora­da kaldılar.

Pers memleketlerinden de kaçarak yine doğuya göç eden top­luluklar oldu. Bunlar da Asya ortalarına ve bozkırlarına yerleştiler. Zamanla bünyesi soğuk çöllerin ikliminden etkilenerek orada Moğol unsuru peyda olmaya başladı. Bu insan tipi oraların özellikle­rini aldı. Orada güven sükunet içerisinde yaşadılar. Allah Teala da onlara mal, zenginlik ve çocuk verdi. Sür'atle çoğaldılar. Adeta başlarına zenginlik yağdı. Bu sefer de sayılarının çokluğu gözleri­ni büyülemeye başladı. Nimet de onları azdırdı. Artık zenginlikle­ri kendilerine bir zarar kaynağı oldu. Çünkü zannettiler ki güç, üs­tünlük ve dokunulmazlık sadece kendilerine mahsustur ve kimse kendilerine asla galip olamayacaktır.

Nitekim Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah (cc) da işlediklerinden dolayı onlara açlık ve korkunun acısını tattırdı, üzerlerine acımasız ve güçlü ordular saldırttı. Batı yönünden üzer­lerine yürüdüler. Etrafı araştırıp halkı öldürmeye başladılar. Yerli­ler evlerini terkederek kaçtılar. Çarpıldıkları belanın ve başlarına inen darbenin şiddetinden hiç bir şeye sahip çıkmaya fırsat bula­madılar. Onlardan bazıları güneye doğru yönelip Malayu yarıma­dasına ulaştılar. Bazıları da kuzeye doğru göçüp Asya'nın kuzeyin­deki soğuk sahralarda dağıldılar. Düşmanlarının ayak sesleri artık buralarda kesildi. Ancak ne varki bu sefer de uçsuz bucaksız çölle­rin genişliği ve şiddetli soğuğu içinde kaybolup gittiler. Bu kabile­lerden, günümüze kadar hâlâ oralarda bulunanlar vardır. Bunlar­dan bazıları da oldukları yerde kaldılar. Onlar kaçıp göçecek güçte olmayan zayıf azınlıklar idi.

Ne varki bu felaket o asî milletleri hizaya getiremedi ve düşün­dürmeye yetmedi. Bilakis sapıklıklarında devam ettiler. İnkarla­rında ve Allah' a karşı bulundukları küstahça tutumlarında daha da ileri gittiler. Aynı şekilde, vatanlarını işgal eden düşmanları da on­ların bu yoldaki gidişatlarını izledi. Allah (cc) bu kez de bunları birbirleriyle çarpıştırdı, bir kısmını diğerine musallat etti. Böylece aynı olaylar tekrar edip durdu.

Hicretler, göçler yeniden ve daha başka türlü baskıların bir so­nucu olarak sürüp gitti. Malayu sakinleri adalara dağıldılar. Avus­tralya'ya, Tasmanya ve Büyük Okyanus adalarına ulaştılar. Bir kısmı da Bering Boğazı yoluyla (Bu boğaz o gün için mevcut olsun veya olmasın) buradan Amerika'ya girdiler ve orada dağıldılar. Bunların bir kısmı da yorulup bitkin düşünceye kadar, göç sebebiyle iyice perişan oluncaya kadar yollarına devam ettiler. Ta ki Amerika kıtasının en güney ucuna varıp yerleşinceye kadar. Bun­lardan bir kısmı da Ekvator ormanlarında yerleşip buraları kendi­lerine yurt edindiler, ıssız ve tenha ortamına sığındılar.

Bunların bir diğer kısmı da Kuzey Amerika'nın, iklimi yumu­şak bölgelerindeki arazilerde yaşadılar. Geriye kalanlar da Ameri­ka'nın en kuzeyindeki soğuk bölgelerde kaldılar.

Gerek Malayu, gerek Asya yerlileri ve gerekse Amerika'da yer­leşen bütün bu milletler bir tek kökene dayanmaktadırlar, bir tek ırkta birleşirler. O da Moğol cinsi olarak bilinen sarı ırktır. Bu ırk orijinal vasıflarını Asya'daki Mongolya sahralarında almıştır. îşte bu göçleri, gidiş yollarını ve intikal hattını belirleyen kanıtlar, söz-konusu insan topluluklarının ortak vasıfları ve onların köken bir­liğidir. [43]

İlk Çağlarda Şam (Suriye) [44] Bölgesi

İnsanlar tarihin ilk devirlerinde Şam'a küçük topluluklar şek­linde ulaşmışlardı. Bu toplulukların en büyükleri daha çok Rafi-deyn (Mezopotamya topraklarına benzeyen Dımışk Havzası) diğer küçük havzalar, sahiller ve nehir kıyıları gibi verimli bölgelere yer­leştiler. Buralarda küçük köyler inşa ettiler. Onun için nüfuzları ge­niş topraklar üzerine yayılmış devletler bu bölgede kurulmadı. Sa­dece bu köyleri ve küçük şehirleri kapsayan devletçikler kuruldu.

Hz. İbrahim (as) memleketinden ayrıldıktan sonra Şam bölge­sine varıp Halil denen yerde yerleşince buralarda yıllarca açlık ve kıtlık başgösterdi. Hz. İbrahim (as) da beraberinde zevcesi Sara ol­duğu halde Mısır'a göç etti. Bu diyarın hükümdarı Sara'yı görünce ona göz koydu. Kral zalimlerden biriydi. Sara'mn, huzuruna geti­rilmesini istedi. Ne kendisi ne de kocası Hz. İbrahim (as) O'na kar­şı gelemediler ve emrini yerine getirmekten başka çareleri yoktu. Hz. ibrahim Sara'ya, kral sorarsa: kendisinin kardeşi, olduğunu söylemesini istedi. Bundaki yorumu, Allah yolunda yoldaş bulun­malarıydı. Gayesi de, Sara'nın kocası olduğunu kraldan gizlemek suretiyle (Sara'yı zorla alma ihtimali ile hareket edecek olan) kra­lın hışmına uğrayıp öldürülmekten kurtulmaktı. Sara Kralın huzu­runa girip Kral da beraberindekinin kim olduğunu sorunca şu ce­vabı verdi:

O benim kardeşimdir. Bununla birlikte Sara kraldan korun­maya da çalıştı. Kral olayın gerçek yüzünü öğrenince Sara'dan vaz­geçti. Ona hizmet etmek üzere bir de Hacer isimli bir cariye hedi­ye etti. Ancak bununla beraber Ona ve kocasına, ülkesini terket-meleri için emir verdi.

Hz. İbrahim (as) beraberinde hanımı Sara ve cariyesi Hacer ol­duğu halde ilk bölgesine (Halil)'e geldiler. Orada yerleştiler. Hz. îb-rahim (as)'ın kardeşi oğlu Hz. Lut Aleyhisselam da Bahr'ül-Meyyit (Ölü Deniz)in güneyinde Ğur bölgesindeki Sodom şehrinde bulu­nuyordu. Burada zorba bir grup Hz. Lut (as)'a saldırarak onu esir etmişler, hayvanlarını ve mallarım elinden almışlar, O'nu Dımışk'a doğru götürmüşlerdi. Hz. İbrahim (as) onları takip etti, cemaatiy-le birlikte Dımışk'ın kuzeyindeki Barza bölgesinde onların üzerine yürüyerek üstünlük sağladı ve kardeşinin oğluyla dönüp her biri eski yerlerine çekilerek yerleştiler.

Hz. İbrahim (as), hanımı Sara ile birlikte yirmi yıl yaşadı. Sara kısırdı, çocuk doğurmuyordu. Bir gün kocasına şöyle dedi:

- Hacer'le evlenmeni istiyorum. Belki Allah bize ondan bir ço­cuk verir. Hz. İbrahim (as)da O'nun isteğini yerine getirdi. Bunun üzerine Hacer hamile kaldı ve Hz. İsmail'i dünyaya getirdi. Ne var ki çok sürmeden Sara'da kıskanma emareleri görünmeye başladı. Öyle ki ne Hacer'i ne de Hz. İsmail'i görmek istemiyordu. Buna mukabil Hacer de hanımefendisine karşı büyüklük ediyordu. Bu sebeple Sara kocasından Hacer ve İsmail'i gözünün önünden uzaklaştırmasını istedi.

Hz. İbrahim için Allah (cc)m kaderine boyun eğmekten başka çare yoktu. İkisini yanma alarak güneye doğru yola çıktı, ta ki Mek-ke-i Mükerremeye vasıl oldu. Onları orada bırakıp döndü. Hz. İsmail henüz emzikteydi. Hz. İbrahim (as) ayrılmadan önce Hacer O'na şunu sordu:

- Böyle davranmanı sana Allah mı emretti? Hz. İbrahim de:

- Evet, diye cevap verdi. Bu sefer Hacer şöyle dedi:

- Öyle ise O, bizi buralarda kaybettirmeye çektir.

Hz. İbrahim (as), artık onların kendisini göremiyeceği kadar uzaklaşıp Seniyye'ye varınca [45] yüzünü Kabe'nin mekanına (yapı­lacak yere) çevirerek şu duada bulundu:

- Ey Rabbim! Ben evladımdan bir kısmını senin mukaddes olan evinin (Kabe'nin) yanında, ekin bitmez bir vadide yerleştir­dim. Ey Rabbimiz! Namazı gereği üzere kılsınlar diye...Artık in­sanlardan bir kısmının kalplerini onlara meylettir. (Arzulayarak yanlarına varıp Kabe'yi ziyaret etsinler.) şükretmeleri için de O belde halkını bazı meyvalarla rızıklandır [46]

Hacer Hz İbrahim (as)in kendisine bıraktığı yiyecek ve içece­ğin hepsini tüketti. Kısa bir süre sonra da susadığı için Safa ve Merve arasını dolaşarak su aramaya başladı. Ta ki Zemzem kuyu­sunun bulunduğu yeri keşfetti. Kuyudan su fışkırmaya başladı. Hem Hacer hem de bebeği bu sudan kana kana içtiler. Sonra da bu suyun cazibesiyle yaklaşmış bulunan bir kabileye, kendileriyle avunmak için, o civarda yerleşme izni verdi. İsmail (as) bu kabile­nin içinde yetişti ve onlardan Arapçayı öğrendi.

Hz. İbrahim (as) Sara'nın yanma, karısı Hacer'le oğlu İsmail'i bırakmış olduğu Hicaz'dan döndü. O'nunla birlikte Halil mıntıka­sında ikinci defa yerleşti. Kardeşi oğlu Hz. Lut (as) ise, hâlâ Gur bölgesindeki Sodom şehrinde oturuyordu. Fuhuşla haşir neşir olan bir kavme Allah tarafından elçi olarak gönderilmişti. Bu mil­let, dünyanın en günahkar, en inkarcı ve en çirkin fiiller işleyen kimseleri olarak biliniyorlardı. Yol keser, toplandıkları yerlerde kötü işler yapar, birbirlerini de bu kötülüklerden menetmezlerdi. İn­sanoğlunun daha önce işlemediği çok çirkin bir fiili işlemeye baş­ladılar: Kadınları bırakarak genel bir şekilde erkek erkeğe birbirle­riyle cinsel ilişkide bulundular [47] Hz. Lut (as) onları, Allah'ın bir, eşsiz ve ortaksız olduğuna inanmaya ve yalnızca O'na ibadet et­meye davet etti. Onları işlemekte oldukları çirkin fiilden ve günah­lardan sakmdırmaya çalıştı. Ne varki dalaletlerinde ısrar ettiler, sa­pık davranışlarında devam ettiler. Allah Teala da onları, hiç tah­min edemedikleri bir şekilde cezalandırdı. Yüce Allah bu olayı şöy­le açıklamaktadır:

"Lut'u da elçi olarak gönderdik. Bir vakit kavmine şöyle dedi:

- Sizden Önce hiç bir milletin yapmadığı rezaleti mi işliyorsu­nuz? Kadınları bırakıp erkeklere mi iştahlanarak varıyor (erkek­lerle mi cinsel ilişkide bulunuyor sunuz?) Gerçek şu ki siz çok ile­ri gitmiş, azmış (sapık) bir topluluksunuz. O'nun bu sözüne kar­şı kavminin cevabı şu oldu: (birbirlerine şöyle dediler)

- Lut'u ve O'na bağlı olanları memleketinizden çıkarın. Çün­kü bunlar, eteklerini çok temiz tutan (Eşcinsellikten sakınan) in­sanlardır. Biz de Lut (as) ile ailesini ve bağlılarım kurtardık; yal­nız karısı (içinde gizlediği küfrü sebebiyle) yere geçenlerden oldu. Üzerlerine bir (ceza) yağmuru yağdırdık. İşte bak, peygamberle­ri inkar eden mücrimlerin sonu nasıl oldu! [48]

Sodom şehri ise Ölü Deniz'in, yaklaşık on metre kadar derin­liklerinde hâlâ yatmaktadır.

Hz. İsmail (as)'ın doğumundan yaklaşık onüçyıl sonra Hz. Ha­lil İbrahim (as), eşi Sara'dan doğan bir erkek çocukla müjdelendi. Bu müjde ise O'na, Hz. Lut (as)'in kavmini yok etmek üzere yola çıkan melekler tarafından iletildi.

Allah Teala bu olayı şöyle izah buyuruyor;

"Elçilerimiz İbrahim'e müjde ile gelip '-selam olsun' dediler. O da onlara: '-Size de selam olsun' dedi ve hemen gitti (onlara) kı­zartılmış bir buzağı getirdi.

Ellerinin bu yemeğe uzanmadığını görünce onlardan ürktü ve kendilerine karşı bir korku duymaya başladı, onlar İbrahime.:

- Korkma, çünkü biz (yemez içmez melekleriz. Günahkarları cezalandırmak üzere) Lût kavmine gönderildik, dediler.

İbrahim'in hanımı hizmette bulunurken, bu söylenenleri du­yunca güldü. Bunun üzerine, biz de O'na İshak'ı ve İshak'ın ar­dından (torunu) Yakub'u müjdeledik.

(İbrahim'in hanımı) şöyle dedi:

- Ay! Ben yaşlı bir kadın ve bu kocam da yaşlı bir adam iken (bu yaştan sonramı) nasıl doğuracağım? Doğrusu bu çok şaşıla­cak bir şey!" (Melekler ona) dediler ki:

- Sen Allah'ın emrine mi şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve be­reketi üzerinize olsun, ey ehli beyt... Şüphesiz ki Allah hamdedil-meye layık ve pek yücedir.

İbrahim'den o korku gidince ve kendisine (bir çocuğu olaca­ğına dair) müjde gelince, Lût kavmi hakkında (elçilerimiz olan meleklerle cezanın kaldırılması konusunda) mücadeleye başladı.

Çünkü İbrahim gerçekten halim (hoşgörülü) yufka yürekli ve Allah'a samimiyetle bağlı bir kimseydi.

Melekler (ona):

- Ey İbrahim! Bu mücadelenden vazgeç. Çünkü Rabbinin em­ri geldi. Muhakkak surette onlara geri çevirilmesi imkansız bir ceza gelecektir, dediler.

Elçi meleklerimiz, Lût'a varınca (kavmi bu güzel giyimli elçi­lere bir fenalık ederler diye) endişe etmeye ve tedirgin olmaya başladı.

- Bu, çok zor bir gün, dedi.

Lût'un kavmi koşarak kendisine geldiler; Onlar önceden çir­kin fiiller işliyorlardı. (Misafir olan elçi meleklere bir fenalık yap­masınlar diye) Lût şöyle dedi:

- Ey halkını! İşte şunlar kızlarım, (onlarla meşru bir şekilde evlenin, elçilere dokunmayın.) Onlar sizin için daha temizdir. Ar­tık Allah'tan korkun, beni misafirlerime karşı rezil etmeyin. Hiç aranızda aklı başında bir adam yok mu? Dediler ki:

- Kızlarında hiç bir hakkımız olmadığını elbette bilmişsindir. Sen bizim, aslında ne istediğimizi bilirsin. Lût:

- Keşke size karşı bir gücüm, yahut dayanacağım bir topluluk olsaydı! (Elçi melekler) şöyle dediler:

- Ey Lût Gerçekten biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar asla sana dokunamazlar. Gecenin bir vaktinde ev halkınla çık git ve içiniz­den hiç biri geri dönüp bakmasın. Ancak karın müstesna. Çünkü kavmine verilecek ceza ona da verilecektir. Onların (helak olma­sı için) cezaya çarptırılacakları zaman sabah vaktidir. (Neden o kadar sabırsızlanıyorsun) Sabah yakın değil mi? Onlara azab em­rimiz gelince, o memleketin üstünü altına getirdik. Ve üzerlerine arka arkaya ateşte pişirilmiş çamurdan taşlar yağdırdık. Çünkü onlar Rabbinin katında mimlenmişlerdi. Bu taşlar (senin ümme­tinin içinden çıkabilecek) zalimlerden (de) uzak değildir."[49]

îshak (as) Halil bölgesinde yetişip büyüdü, orada evlendi ve bir çocuğu oldu. Yakub diye adlandırıldı. Bir adı da İsrail'dir.

Hz. îshak (as) da babası Hz. İbrahim (as)'m, insanları imana davet görevini devam ettirmek üzere Allah tarafından elçi olarak gönderildi. Oğlu Yakup (as) ise, Şam memleketlerinin kuzeyinde bulunan Harran şehrine göçetmek ve bir süre orada oturmak mecburiyetinde kaldı. Burada dayısının kızıyla evlendi ve daha sonra ailesiyle birlikte memleketine döndü. Harran'da oturduğu sıralarda, birkaç hanımdan on tane erkek çocuğu olmuştu. Kutsal topraklara döndükten sonra da iki çocuğu daha olmuştu. Bunlar­dan biri, Yusuf (as)'m, ana-baba bir öz kardeşi Bünyamin'dir. An­nesi Rahil doğum esnasında vefat etmiş ve Beytlaham [50] da defne-dilmiştir.

Keza Yakub (as)da, babası îshak ve dedesi ibrahim (as)'in, in­sanları tevhid dinine davet ederek yaptıkları görevi devam ettir­mek üzere Allah (cc) tarafından elçi olarak gönderildi. Anneleri Rahil vefat ettiği için, O'nun anısına küçük oğulları Yusuf ve Bün-yamin'i diğer çocuklarından daha çok seviyordu. Daha sonra başı­na, meşhur Yusuf olayı geldi. Hadisenin özeti de şudur:

Kardeşleri, babalan, Yusuf (as)'ı, kendilerinden daha çok sev­diği için O'na karşı bir kıskançlık psikozu içine girdiler. Bu sebep­le de O'ndan kurtulmak için fikir birliği ettiler ve O'nu kuyuya at­mayı kararlaştırdılar. Babalarını ikna ederek Yusuf'un da oyundan nasibini alması ve teselli olması için kendileriyle birlikte ava çık­ması konusunda müsaade etmesini istediler. O da muvafakat etti. Sabahleyin kardeşlerini alıp birlikte çıktılar. Ancak akşam ağlaya­rak O'nsuz döndüler. Aslında kardeşlerini kuyuya atmışlardı fakat babalarına O'nu bir kurtun yediğini ileri sürdüler.

Öte yandan, Şam'dan Mısır'a doğru gitmekte olan bir kafile o civardan geçiyordu. Kafile için su aramakta olan biri kuyuya uğra­yınca Yusuf'u buldu. Köle niyetine, değeri, kafiledeki adamların hepsine ait olmak üzere Mısır'da satıldı. O'nu Mısır Azizi [51] satın aldı. Çocuğu yoktu. Kendisinden faydalanırlar veya evlatlık edinir­ler diye, O'nunla ilgilenmesi için hanımına emretti.

îşte Yusuf burada yetişip delikanlılık çağma geldi. Fiziği çok güzeldi. Vezirin karısı O'nu yoldan çıkarmaya çalıştı. Ancak O hep reddetti. Ne var ki O'nun doğru olduğuna, kadının ise yalan söyle­diğine herkes inandığı halde Vezir onları birlikte gördüğü zaman,kadın, Yusuf'un kendisine saldırdığını ileri sürmüş, bunun üzeri­ne de Yusuf'u hapse atmışlardı. Yusuf (as) birkaç yıl hapiste kaldı. Daha sonra O'nun suçsuzluğu ve bununla birlikte yönetme ve ge­lecek için proje yapma yeteneğine sahip olduğu herkesçe anlaşı­lınca salıverilerek çıktı. Devletin mali idaresinin başına geçti ve dı­şarıya mal satma işlerinin programcısı oldu. Civar ülkelere satılan buğdayın dağıtım işlerini yönetiyordu. Mısır'ın bolluk ve refah içinde olduğu o yıllarda civar memleketlerde kıtlık yaşanıyordu.

Şam memleketlerinden bazı kafileler, hububat almak ve takas ticareti yapmak üzere Mısır'a gelmişlerdi. Bu kafilelerden birini de Yusuf(as)'m kardeşleri oluşturuyordu. Yusuf (as) onları hemen ta­mdı. Çünkü kendilerinden ayrılırken biraderleri büyük idiler. Do­layısıyla fizik yapılarında pek büyük bir değişiklik olmamıştı. On­lardan bir kısmını da diğerleri vasıtalarıyla tanıyabildi. Fakat ken­disi onlardan ayrılıp kuyuya atıldıktan sonra Mısır'a geldiğinde ya­şı henüz küçüktü. Büyüyünce de bir hayli değişmişti. Bu sebeple de onu' tanıyamadılar. Onların her birine bir deve yükü buğday verdikten sonra, gelecek sefere, şayet (sözünü ettikleri) baba bir, küçük kardeşlerini de beraberinde getirecek olurlarsa kendilerine fazladan bir deve yükü buğday daha verebileceğini söyledi. Kar­deşlerini getirmedikleri takdirde, kendilerine en ufak bir miktar biie verilmeyeceğini vurguladı.

Çocuklar seyahatten döndüler ve babalarına olup bitenleri an­lattılar. Sonra da kardeşleri Bünyamin'in kendilerine refakat etme­si konusunda izin vermesini talep ettiler. Önceleri oğullarının tek­lifini reddedip bir ara direndikten sonra kendisini nihayet ikna et­tiler. Babaları, isteklerini reddederken, kardeşleri Yusuf (as)'a neler yaptıklarını onlara hatırlattı. Oğlunun diğer kardeşleriyle birlikte gitmesine muvafakat ettikten sonra onlara bazı Öğütlerde bulun­du. Sonra da kendilerini uğurladı ve yola çıktılar.

Yusuf (as)'m kardeşleri kendisine ulaştılar. O da isteklerini ye­rine getirdi. Ancak dönmek üzere yola çıkıp kısa bir mesafe aldık­tan sonra durmalarını emretti. Çünkü buğday ölçmekte kullanılan ölçek kabı kaybolmuştu. Bunun üzerine yükleri arandı ve ölçek kabı Bünyamin'in yükü içinde bulundu. Bu sebeple yükün sahibi alıkonarak Yusuf (as)'a teslim edildi. Aslında Yusuf (as) bir ara giz­li olarak kendini Bünyamin'e tanıtmış ve bu olay önceden hazır­lanmıştı. Bu gayeyle ölçek kabı Bünyamin'in yükü içine konmuş­tu. Ta ki istedikleri yerine gelmiş olsun. Yakub (as)'ın oğullan bu durumda, babalarına verdikleri sözü yerine getirmemiş olmaktan dolayı içlerinden korkuya düştüler. Biraderlerin büyüğü, Allah bir kapı açıncaya kadar, orada kalacağı ve kardeşleriyle birlikte dön­meyeceği konusunda çaba sarfetti. Diğer biraderler babalarının yanma döndüler. Başlarına gelen hadiseyi kendisine anlattılar. O da çok etkilendi ve duyduğu üzüntünün şiddetinden gözlerini kaybetti. Sonra da Yusuf ve kardeşini aramak üzere tekrar dönme­lerini istedi.

Yakub (as)'ın oğulları yeniden Mısır'a döndüler ve Yusuf (as) ile tanıştılar. Hz. Yusuf kendilerini affetti ve yaptıklarından dolayı onları bağışladı. Böylelikle Allah'ın Hz. Yusuf (as)'ı kendilerinden üstün kıldığına artık inandılar. Hz. Yusuf (as) onlardan, memleket­lerine dönmelerini ve ailelerinin tamamım birlikte getirmelerini emretti. Onlar da bunu yaptılar. Böylece İsrailoğulları Mısır'a inti­kal edip bir süre orada kaldılar. Hz. Yakup (as) orada vefat etti. An­cak naşı Halil'e nakledilerek defnedildi. Sonra Yusuf (as) vefat etti. Mumyalanarak tabuta kondu ve Hz. Musa (as)'m devrine kadar Mısır'da kaldı. Hz. Musa (as) Israiloğullarıyla birlikte Mısır'dan çı­kınca Hz. Yusuf'un tabutunu da oradan beraberinde nakletti.

îsrailoğulları'nm durumu Hz. Yusuf (as) dan sonra zayıfladı. Mısır'da çoğalmışlardı. Halbuki Mısır'a ilk girdikleri zaman sayıla­rı yüzü geçmiyordu. Firavunlar, inançlarından dolayı onlara baskı yapıyorlardı. Özellikle İsrailliler, soylarından gelecek birinin bir gün kendilerini Firavun'un zulmünden kurtaracağına, anneleri Sara'yı Hz. İbrahim (as) den zorla almak isteyen selefinin yaptığı zorbalığın öcü olmak üzere Firavun'u öldüreceğine dair ortaya bir şayia çıkarmışlardı. Bunun için Firavun İsrailoğulları arasından doğacak erkek çocukların öldürülmesi ve kız çocuklarına doku-nulmaması konusunda emir verdi. Ne varki durdurulamayacak olan ancak Allah'ın emridir. Bu arada Hz. Musa (as) doğdu. Anne­si O'nu bir sandık içine koyarak Nü Nehrine bıraktı. Firavun tarafindan aldırıldı ve sarayında O'nu büyütüp yetiştirdi. Çünkü çocu­ğu olmuyordu. Hz. Musa (as) büyüyünce Firavun'u eşsiz olan Al­lah'a ibadet etmeye çağırdı. Bu konuda O'nunla çok münakaşalar yaptı, mücadeleler verdi.

Fakat Firavun inanmadı. îsrailoğullarıyla Kıptlar [52] arasında da böylece açık bir şekilde ayrılık çıkmaya başladı. O sıralarda ta­raflara mensup iki kişi arasında bir kavga çıktı. İsrailli olan şahıs yakınlarından geçmekte olan Hz. Musa (as)'dan, düşmanına karşı imdat istedi. Hz. Musa (as) da ona bir yumruk vurarak ölümüne sebep oldu. Bu olay nerdeyse tekerrür eder oldu. Bu bakımdan halk arasında Hz. Musa (as)nm güçlü bir kimse olduğu şayiası ya­yıldı. Bundan huylanan Kıpt'lar O'nu öldürmeyi düşündüler. Bu­nun üzerine Hz. Musa (as) hayatından endişelendi ve Medain [53] ülkesine kaçtı. Orada yaklaşık on sene kadar kaldı. Bu arada evlen­di ve ailesiyle birlikte Mısır'a döndü. Dönüşü esnasında Allah Te-ala O'na Sina'da vasıtasız olarak hitap buyurdu. Onu Firavun'a ve halkına elçi olarak gönderdi. Keza kardeşi Harun (as) 'ı da, kendisi­ne destek olsun diye elçi olarak gönderdi.

Hz. Musa (as) Mısır'a girdi ve kardeşi Harun (as) ile birlikte Fi­ravun'a gidip O'nu, her şeyi dize getirebilecek güce sahip olan Al­lah Teala'ya kulluk etmek için çağrıda bulundular. Ancak Firavun yüz çevirip kibirlendi. Sihirbazlarını çağırıp bunların yardımıyla karşı mücadeleye geçmek istediyse de sihirbazlar iman ettiler. Fi­ravun milletini Hz. Musa (as) dan uzak tutmaya çalıştı. Fakat yine de onların bir kısmı iman ettiler. Ancak imanlarını gizli tuttular. Bu durum, Firavun'un inkarcılığını ve yeryüzünde Allah'a karşı takın­dığı küstahlık ve şımarıklığını daha da artırdı. Firavun, taraflar ara­sında, yani îsrailoğulları ile Kıpt'lar arasında gelecekte savaş çıkacağını tahmin ediyordu. Bu sebeple, gelecekte bir azınlık olarak kalmaları ve eğer Kıpt'larla savaşmayı düşünecek olurlarsa buna güçleri etmesin diye yeniden îsrailoğulları arasında doğacak erkek çocukların öldürülmesini emretti. Böylece, taraflar arasında şayet bir savaş çıkacak olursa düşmanın az sayıda kalması ve yenilmesi temin edilmiş olacaktı. Ne var ki Firavun ve kavmi şu dünya haya­tında rezilce bir cezaya uğradılar. Bu duruma düşünce, şayet Allah (cc) kendilerini kurtaracak olursa Hz. Musa (as)'a inanacaklarına ve İsrailoğullarını O'nunla birlikte istedikleri yere gitmek için ser­best bırakacaklarına dair yemin edip söz verdiler. Allah (cc) da bu cezayı onlardan bertaraf etti.

Ancak çok geçmeden yine eski küstahlıklarına ve şımarık tu­tumlarına döndüler. Kendilerine Allah tarafından gösterilen ger­çeklerden yüz çevirdiler, mucizelerden ders ve ibret almadılar. Al­lah Teala bu kez onların üzerine tekrar gazabım yolladı. Tekrar dö­nüş yaptılar. Böylece bu durum defalarca tekerrür etti.

Sonra Hz. Musa (as) Firavun ve milletine bedduada bulundu ve bir bayram şenliği düzenlemek üzere İsrail oğullarıyla birlikte memleketin dışına çıkmak için Firavun'dan izin istedi. Bu sadece bir bahane idi. îsrailoğulları emanet olarak Kıptlardan bir miktar da zinet eşyası alarak Şam'a doğru yola çıktılar. Firavun bu duru­mu haber alınca ordusuyla birlikte peşlerine düşerek, güneşin do­ğuşu esnasında onlara yetişti. İki taraf da birbirlerini görmeye baş­ladılar. Artık savaşın an meselesi olduğuna inandılar. Hz. Musa (as)'ın arkadaşları az oldukları için korktular ve yakalanacaklarına kanaat getirdiler.

Firavun ve ordusu yaklaşmcaya kadar İsrail oğulları denizin kı­yısında tedirgin bir şekilde beklemeye başladılar. Bu sırada Allah Teala Elçisi Hz. Musa'ya asasıyla denize vurmasını vahyetti. Hz. Musa (as) asayı vurunca deniz ikiye ayrıldı. Yarılan denizin iki ya­nı kocaman birer dağ gibiydi. İsrailoğulları (Kızıldenizin) bir kıyı­sından öbürüne dek açılan bu kanaldan karşıya yürümeye başla­dılar. Firavun da ordusuyla birlikte onları izlemeye koyuldu. îsra­iloğulları karşı kıyıya çıktıkları sırada Firavun ve ordusunun tama­mı henüz-yarılmış sudan oluşan- kanalın içindeydiler. İşte bu sırada sular tekrar birbirine kavuşarak boş mekanı yemden doldur­du. Firavun ve beraberindekilerin hepsi boğuldular. Onlardan hiç kimse kurtulamadı. Firavun'dan başka diğerlerine ait bütün ceset­ler suyun dibine battı. Sadece Firavun'un cesedi su üzerinde kaldı. Sonrakilere ibret olsun diye (Allah'ın takdiriyle) bu ceset alınıp mumyalandı.

Bu deniz, şimdiki Süveyş Kanalının devamı olan Kızıldeniz'dir.

: îsrailoğullarma gelince, öbür kıyıya çıktılar. Yani artık Sina Ya­rımadasında veya Şam topraklarmdaydılar.

Israüoğulları Mısır'a, ataları Hz. Yakub (İsrail)la beraber gir­mişlerdi. O sırada sayılan yüzü geçmiyordu. Mısır'dan Hz. Musa (as) ile beraber çıktılar. Bu sırada ise çocuklardan ve kadınlardan başka, sayıları binaltıyüzün üzerindeydi. Mısır'da yaklaşık beşyüz-yıl kaldılar.

İsrailoğullan denizden çıkıp, Firavun ve ordusu da boğulunca artık güven içinde olduklarım ve hürriyetlerine kavuşmuş bulun­duklarını hissederek bu kez de Allah'a karşı küstah ve şımarık bir tavır takınmaya başladılar.

Peygamberleri olan Hz. Musa (as)'dan öyle isteklerde bulun­maya başladılar ki onların bu tutumu, eskiden ne vaziyette olduk­larını adeta unutup bilmezlikten geldiklerini gösteriyordu. Saye­sinde Firavun'un şerrinden kurtulmuş bulundukları ve düşmanla­rını yenmiş oldukları inançlarını unuttular.

Allah Teala bu olay hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Biz İsrailoğullarını denizden geçirdik, {bu sırada) Putlara ta­pan bir topluluğa uğradılar, (içlerinden bazı cahil kimseler Hz. Musa'ya şöyle) dediler:

- Ey Musa! Bunların taptıkları tanrılar gibi bize de bir tanrı

Musa onlara (cevaben şöyle) dedi:

- Siz gerçekten cahillik eden bir milletsiniz! Çünkü şu gördügünüz puta tapanların içinde bulundukları din yok olmaya mah­kumdur ve yapmakta oldukları ameller de boşunadır."[54]

O devirde Şam toprakları birçok kabilelerin göç ve nakilleriy-le adeta bir arenaya dönüşmüştü. Bu kabilelerden bazıları Irak yo­luyla, bazıları ise doğrudan doğruya Arap Yarım adası'n dan buraya göç etmiş ve verimli bölgelere dağılmışlardı.

Bunlardan kuzeyde yerleşenler Ammuriler, sahilde yerleşen­ler ise Fenikeliler adıyla tanındılar, güney yönlerinde yerleşenlere de Ken'anüer denildi.

Bu yeni gelen topluluklar, eskiden gelip buralara yerleşmiş bu­lunan gerek Şam'ın güneyindeki sahil ve ovaları yurt edinmiş Filis­tinlilerle, gerekse azınlık halinde bölgeye dağılmış bulunan dev yapılı kavimlerle birlikte yerleştiler.

Bu cemaatlerin hepsi Allah'a ortak koşmuş, Allahtan başkası­na tapmış ve kendilerine birtakım putlar yaparak bunlara bağla­nıp inanmışlardır.

Allah Teala bu milletlere, inananlar için cennet ve mükafatı müjdeleyen, inkarcılar için de cehennem ve cezayı haber veren el­çiler ve peygamberler gönderdi. Lakin onlar daveti reddettiler, bil­mezlikten geldiler ve yanlış yollara girdiler. Allah Teala Hz. Ey-yub'(as)'ı Havran [55] bölgesinde bulunan cemaatlere elçi olarak gönderdi. Aralarında yetmiş yıl yaşadı. Küçük bir azınlık hariç kimse O'na inanmadı. Sonra onsekiz yıl kadar bir süre Allah Teala O'nu bir hastalıkla mübtela kıldı. O ise durumunu Allah'a havale ederek sabretti. Allah (cc) onu yeniden şifaya kavuşturdu. Hz. Ey-yub (as) bundan sonra yetmiş yıl daha yaşadı. Bu süre içerisinde, atası Hz. İbrahim (as)'in tevhid dini üzerinde, insanları doğru yo­la çağırmak için Suriye'nin kuzeyinde dolaşıp durdu. Ancak insan­lar Hz. İbrahim (as) dan sonra onun getirdiği dini, değişikliğe uğratmışlardı. Keza allah Teaia Hz. Elyasa'ı da o bölgenin halkına Hz. Yesen'i de Antakya halkına elçi olarak gönderdi. Allah (cc) bu ko­nuda şöyle buyurmaktadır:

"{Ey Resulüm) Mekke halkına, o şehir halkının (Antakya'lıla-rın) durumunu örnek göster. Hani oraya elçiler gelmişti. O vakit kendilerine iki elçi göndermiştik de bunları yalanlamışlardı. Biz de bir üçüncü elçiyle bu ikisini desteklemiştik. Elçiler şöyle de­mişlerdi:

- Gerçekten biz size gönderilmiş elçileriz. Onlar da dediler ki:

- Siz ancak bizim gibi birer insansınız. Hem sonra Rahman (Allah) bir şey (bir kitap) indirmemiştir ki...Siz sırf yalan söylü­yorsunuz.

(Elçiler onlara şöyle) dediler:

- Rabbimiz biliyor ki, biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bize düşen görev (emredileni) açıkça bildirmektir.

(Onlar elçilere) dediler ki:

- Doğrusu (nu sorarsanız) bize uğursuzluk getirdiniz. Eğer (bu davranışınızdan) vazgeçmezseniz, muhakkak sizi taşa tutar,

(öldürürüz.)

(Elçiler) Dediler ki:

- (Aslında ) Uğursuzluk sizdedir. Size öğüt verildiğinde mi (bunu uğursuzluk sayıyor ve bizi tehdit ediyorsunuz)? Bilakis haddini aşan topluluk sizsiniz.

- (O esnada Allah'a inanan ve ibadet etmekte olan) Bir adam, şehrin ta öbür ucundan koşarak geldi ve şöyle dedi:

- Ey kavmim! Uyun bu gönderilen elçilere![56]

Kur'an-ı Kerim'deki bu açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki Allah'ın bu kavimlere gönderdiği elçilerin sayısı çoktur. Fakat bunlardan ancak bazıları hakkında bilgimiz vardır. Onlar da Kur'an-ı Kerim'in sözünü ettiği peygamberlerdir. Keza peygamberleri doğ­rulayan ve getirdikleri ilahi mesajlara inanan müminlerin sayısı da az idi. Mesela Allah Teala Hz. İlyas (as)'ı, Baalbek [57] halkına elçi olarak göndermişti. Bunlar Baal adıyla anılan kocaman bir puta tapıyorlardı. Hz. İlyas (as) Kuzey El-Bekaa mıntıkasında yaşayan cemaatlere gönderilmiş olan elçiydi. Onlara Baal putuna ibadet etmekten vazgeçmek ve yalnızca kendilerini yaratmış bulunan Al­lah'a kulluk etmeye yönelmek için çağrıda bulundu. Onu yalanla­dılar. Allah (cc) bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Elbette İlyas da gönderilmiş olan elçilerdendir. Kavmine şöyle demişti:

- Hiç Allah'tan korkmuyor musunuz?

- Baal'a tapıyor da Allah'tan yüz mü çeviriyorsunuz?

O Allah ki sizin de Rabbinizdir, evvelki atalarınızın da Rabbi-dir. Fakat onlar İlyas'ı yalanladılar. (Bu sebeple) Elbette ki (hesap günü) yakalanıp getirileceklerdir.

(Bu durumdan) Ancak Allah'ın (inanç sahibi) samimi kulları müstesnadır. Biz O'na sonradan gelenler içinde güzel bir hatıra bıraktık. Bizden İlyas'a selam olsun.

Biz, güzel amel işleyenleri işte böyle mükafatlandırırız. Doğrusu O, mümin kullanmizdandı. [58]

Hz. Musa (as)'m, îsrailoğullan safında, Şam bölgesinde bulu­nan kavimlere karşı savaşması gerekiyordu. Madem ki milletinin tek lideri ve söz sahibi önderiydi o halde savaşmak, Allah'ın hü­kümlerini uygulayarak egemen kılmak ve ilahi davete direnenler­le müşriklere karşı mücadele etmek O'na vacipti.

Bunu halkına anlattı. Korktular, namertlik ettiler ve savaşa karşı isteksizlik gösterdiler.

Allah Teala bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Musa kavmine:

- Ey halkım! Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Zira içi­nizden size peygamber gönderdi ve sizleri hükümdar kıldı. Alem­lerden (milletlerden) hiç birine vermediği şeyi size verdi.

Ey halkım! Allah'ın sizin için takdir buyurduğu kutsal yere gi­rin ve düşmandan kaçıp arkanızı dönmeyin ki, hüsrana uğrama-yasınız, dediği zaman, İsrailoğulları (kendisine cevaben):

- Ey Musa! O mukaddes yerde zalimler topluluğu var. Onlar oradan çıkmadıkça biz asla oraya giremeyiz. Eğer oradan çıkar-

'Iarsa o zaman biz de gireriz, dediler. Allah tan korkanlar arasında, . Allah'ın, kendilerine ihsanda bulunduğu iki adam şöyle dedi(ler):

- Şehrin kapısından onların üzerine girin. Oraya girer girmez artık galipsiniz. Eğer gerçek müminlerseniz artık Allah'a tevek­kül ediniz. İsrailoğulları şöyle dediler:

- Ey Musa! Onlar (düşmanlar) orada bulundukları müddetçe biz hiç bir zaman oraya giremeyiz. Artık sen ve Rabbin beraber gidin de ikiniz savaşın. İşte biz burada oturuyoruz, (buradan ay­rılmayacağız)

Musa:

- Ya Rabbi! Ben kendimle kardeşimden başkasına sahip deği­lim. Diğerlerine söz geçiremiyorum. Bizimle bu günahkar toplu­luğun arasını sen ayır, dedi.

(Bunun üzerine) Allah şöyle buyurdu:

- Artık orası (kutsal topraklar) onlara kırk yıl yasaklanmıştır. Oldukları yerde, şaşkın şaşkın dolacaklardır. Öyle ise (bu) günah­kar topluluk için üzülme." [59]

Hz. Musa Aleyhisselam, tayin edilen vakitte ve yerde Rabbiyle mülakat ve münacatta bulunmak üzere ayrılınca İsrailoğulları ar­kasından hemen sapıtıp buzağıya tapmaya başladılar.

Allah (cc) bu konuda da şöyle buyurmaktadır:

"Ilır (dağın) a çıkan Musa'nın arkasından, geride kalan kav­mi kendi süs eşyaların (in yapıldığı altın) dan bir buzağı heykeli yapıp onu tanrı edindiler ki onun bir de böğürmesi vardı. Buza­ğının kendileriyle konuşamayacağını, onlara bir yol göstereme­yeceğini görmediler mi de onu tanrı edindiler? Böylece zalimler­den oldular.

Ne zaman ki buzağıya taptıklarından dolayı şiddetle pişman oldular ve kesin olarak sapmış bulunduklarını gördüler, şöyle dediler:

- Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa mutlak surette hüsrana uğrayacağız.

Musa kavmine öfkeli ve kederli dönünce şöyle dedi:

- Benden sonra ne de çirkin işler yaptınız! Rabbinizin emrin­de (O'nun ne irade edeceği konusunda) acele ettiniz de buzağıya mı taptınız? Öfkesinden elindeki Tevrat levhalarını yere bırakıp kardeşi Harun'un başından (saç-sakalından) tutup kendine doğ­ru çekmeye başladı. Harun (O'na) şöyle dedi:

- Anacığımın oğlu! Esasında bu topluluk beni çiğnedi, ner-deyse beni öldüreceklerdi. Bari sen bana karşı düşmanları sevin­direcek harekette bulunma ve beni bu zalimlerle bir tutma.

Musa:

- Ey Rabbim beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine dahil kıl. Sen şefkatlilerin en şefkatlisisin, dedi.

Elbette buzağıyı tanrı edinenlere (ceza olarak) Allah tarafın­dan bir gazap gelecek, dünya hayatında da zillete uğrayacaklar­dır. İşte biz, Allah'a iftira edenleri böyle cezalandırırız.

O kötü amelleri işleyip de sonra ardından tevbekar olarak iman edenlere gelince; doğrusu tevbe ve imanlarından sonra, Rabbin muhakkak onları bağışlayıcıdır, onlara merhamet edi­cidir.'" [60]

Hz. Musa (as), onlara daima Allah (cc)ın nimetlerini hatırlatı­yordu. Allah'ın kendilerine ne kadar nimetler ihsan ettiğini dile getiriyordu. Onlar ise boyuna kendisinden mucizeler gerçekleştir­mesini talep ediyor, çeşitli istekler ileri sürüyorlardı. Allah Teala da sürekli olarak cahilliklerini bağışlıyor, ziyadesiyle nimetler ihsan ederek onlara fırsatlar tanıyordu. Onlar ise bütün bunlara nankör­lükle karşılık veriyor ve Allah'a karşı samimi olmayı reddediyorlar­dı. Onların bu tavır ve tutumlarından dolayı, şüphesiz ki Hz. Mu­sa ve kardeşi Hz. Harun (as) şiddetle etkileniyor ve üzülüyorlardı.

Hz. Harun (as) vefat ettiği zaman Israiloğulları başıboşluk içinde idiler. Çok geçmeden biraderi Hz. Musa (as) da vefat etti. Ancak O'nun kavmi hala şaşkınlık içinde bocalıyordu. Onlardan sonra Sina'da Israiloğulları'ndan geriye kalmış olanlar Nun oğlu Hz. Yuşa (as) ile birlikte çıktılar.

Hz. Yuşa (as) onlarla birlikte Tih Sahrası'ndan çıkarak Beyt'ül Makdis (Kudüs) e doğru yürüdü. Ordusu, mensub oldukları Hz.Ya-kub'un oniki oğlunun soylarına göre oniki kısma ayrılmıştı. Güzer­gahı, nehir boyu Ürdün civarından geçiyordu. Bu sırada Eriha' [61] şehrini kuşattı. Kuşatma altı ay kadar sürdükten sonra şehri fethe­debildi. Arkasından da Beyt'ül-Makdis'e doğru yürüdü ve şehre girdi. Bunun üzerine ordusundan, kendilerine bu büyük fethi mü­yesser kıldığı için Allah Teala'ya secde etmelerini emretti. Araların­da bir çeyrek asır daha yaşadıktan sonra vefat etti. Bundan sonra İsrailoğulları gerek peygamberler tarafından kendilerine anlatılan gerçekleri, gerekse Allah (cc)ın indirmiş bulunduğu mesajları de­ğiştirdiler. Allah (cc) bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"(îsrailoğullarma bir zamanlar) şu Kudüs şehrine girin de ni-metlerinden dilediğiniz kadarını bol bol yiyin; kapısından secdeederek girin ve (ey Rabbimiz) günahlarımızı affet deyin ki, gü­nahlarınızı affedelim. Biz iyi bir davranış içinde olanların müka­fatını daha da arttıracağız, dedik.

Ancak o nefislerine zulmedenler emrolundukları sözü değiş­tirdiler. Biz de o zalimlere işledikleri günahların karşılığı olmak üzere (başlarına) gökten bir bela yağdırdık." [62]

îşte tarihin bu döneminde, Arap Yarımadası'ndan Aramiler adıyla bilmen başka kavimler daha gelip El-Hilarül-Hasıyb mıntı­kasında bir süre göçebe olarak dolaştılar, sonra da Suriye'de yerle­şerek birçok şehirler inşa ettiler. Arami'lerden her topluluk ayrı bir yöreye yerleştiği için bu şehirler oluştu. Bu şehirlerin en ünlüleri: Dımışk (Bugünkü Şam kenti), Hama ve Suriye'nin kuzey tarafla­rında bulunan Samal şehirleridir. Halen, El-Kalemun1 [63] bölgesin­deki bazı köylerde konuşulmakta olan Süryani dili işte bu Arami dilinin günümüze kadar kalmış olan devamıdır. Bunların din ve inanışları da eskilerinkinden pek farklı değildi. Nitekim her şehrin bir tanrısı vardı. Ortasında bir heykel bulunan üstü açık bir mey­danda bu tanrıya kurbanlar ve hediyeler sunulurdu. Önündeki mezbahada kurbanlar kesilirdi.

Bunların taptıkları en ünlü putlar Astar ve Adonis'tir.

Nun oğlu Yuşa'dan sonra Israiloğulları'nın başına, Bozi oğul Hazkil1 [64] geçti. Fakat onlarla beraberliği uzun sürmedi ve O'ndan sonra da Israiloğulları hemen dağıldılar, zayıf düştüler. Çünkü Al­lah'ın elçilerini öldürüyorlardı. Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Yahudilere: Allah'ın indirmiş bulunduğu İncil'e ve Kur'an'a da inanın denildiği zaman;

- Biz, ancak bize indirilen Tevrata inanırız, derler ve ondan başkasını inkar ederler. Halbuki o (Kur'an) onlarda bulunan (gerçek Tevrat)ı doğrulayan hak (bir kitap)tır. (Ey Muhammedi) onla­ra şöyle de:

- Madem ki Tevrata inanıyorsunuz, o halde neden daha önce­leri gelen Allah'ın elçilerini öldürüyordunuz?1 [65]

Allah Teala bu kez de îsrailoğuları'na içerden birtakım düş­manlar musallat etti. Onlara vaktiyle göndermiş bulunduğu şef­katli peygamberlerin yerine bu sefer haksız yere kanlarını döken, sırf çiğneyip onları dize getirmek için işkence yapan zorba kralları ve diktatörleri onların başına bela etti. Keza Allah (cc) onlara dışa­rıdan da düşmanlar saldırttı. Gazze ve Askalan halkı onlara üstün geldiler ve ellerinden Tabut [66] u aldılar. Onlardan birçoğunu öldü­rüp büyük sayıdakilerini de esir ettiler. Artık aralarından peygam­ber çıkmaz oldu, devletleri parçalandı ve bu durum yaklaşık dört-yüzyıl kadar devam etti.

Ondan sonra Allah Teala onlara yeniden Şamuel (as) 'ı elçi ola­rak gönderdi. Ondan, düşmanlarıyla sasvaşmak için izin vermesi­ni ve emrinde savaşa gitmek üzere başlarına bir kral tayin etmesi­ni istediler. Ancak tayin edince emrinde savaşa gitmeyi reddettiler. Allah Teala bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"(Ey Muhammedi) Musa'dan sonra İsrailoğullarından, ileri gelen bir topluluğun, (aralarında neyi) tartıştıklarından haberin var mı? Hani peygamberlerine:

- Bize bir hükümdar gönder, (başımıza bir kral tayin et), Allah yolunda düşmanlarımıza karşı savaşalım, demişlerdi. O da:

- Ya üzerinize bir savaş farz kılınır da savaşa gitmez olursa­nız? demişti. Onlar da (cevaben):

- Niçin Allah yolunda savaşmayalım? Yurtlarımızdan çıkarıl­dık, çocuklarımızdan uzak bırakıldık, demişlerdi. Ne zaman ki üzerlerine savaş farz kılındı, içlerinden pek az kimseler müstes­na, diğerleri savaştan yüz çevirdiler. Allah (hak yolunda cihad et­mekten kaçman) zalimlerden pek ala haberdardır.

İsrailoğullarmın peygamberi onlara şöyle dedi:

- Allah Talût'u size hükümdar (olarak) gönderdi. Onlar ise:

- Biz hükümdar olmaya ondan daha çok hak sahibiyken ve O'na mal (ve zenginlik) verilmemişken, (O bizden daha çok var­lıklı değilken) O nasıl (başımıza) hükümdar olabilir? dediler.

(Peygamber) onlara şu cevabı verdi:

- Allah O'nu beğenip başınıza seçmiş ve O'na bilgi ile vücut kuvveti bakımından bir üstünlük vermiştir. Allah mülkünü dile­diğine verir. Allah'ın rahmet ve ihsanı geniştir. Her şeyi kemaliy­le bilendir.

Peygamberleri onlara şunu da söylemişti:

- (Vaktiyle îsraüoğullarındayken ellerinden alman, Tevrat lev­halarının içinde bulunduğu) sandık (şayet Talut tarafından tekrar ele geçirilip) size ulaşacak olursa, bu Talut'un (size) hükümdar (lık için ehil) olduğuna dair alamettir. O sandıkta size manevi bir güç ve Musa ailesiyle Harun ailesinin arkaya bıraktıkları Tevrat levhalarından geriye kalanlar vardır. Melekler onu taşıyacaktır. Eğer inananlardan iseniz şüphesiz ki bu sandığın elinize geçme­si (peygamberin sözünün doğru olduğuna dair büyük bir ) delil­dir. Talut (savaşa gitmek üzere Kudüs'ten) ordusuyla birlikte ayrı­lınca (askerlerine) şöyle dedi:

- Bakın! Allah sizi bir nehirle imtihan edecektir; Kim ondan içecek olursa benden değildir. Kim de ondan içmezse o benden (bana bağlı olanlardan) dır. Ancak bir avuç alıp içenler müstesna­dır, (bu kadar içmelerine izin vardır. Ne var ki nehire varır varmaz) askerlerden pek azı müstesna ondan (kana kana) içtiler.

Talut ile beraberindeki müminler nehri geçince (beri tarafta kalıp nehri geçemeyenler):

- Bugün bizim Calut'a' [67] ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yoktur, dediler. Ahirette Allah'ın rahmetine kavuşacaklarına ina­nan (Talut'a bağlı olan) lar ise şu cevabı verdiler:

- Allah'ın izniyle nice az bir topluluk, daha büyük bir toplulu­ğa üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.

(Talut'a bağlı bulunan müminler) Calut ve O'nun askerlerine karşı çarpışmak üzere ortaya çıktıkları zaman şöyle dua ettiler:

- Ey Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır dök, ayaklarımıza kuvvet ve sebat ver ve bizi kafirler kavmi üzerine muzaffer kıl.

Nihayet Allah'ın izniyle onları (Calut'un komutasındaki düş­man ordusunu) bozguna uğrattılar. (Müminler safında bulunan) Davut (as) da Calut'u Öldürdü. Allah Davud'a hükümdarlık ve peygamberlik verdi ve ona dilediği şeyleri de öğretti.

(Şu bir gerçektir ki:) Eğer Allah bazı insanları(n şerrini) diğer bazısı ile defetmeyecek olursa yeryüzü fesad (ve fitne kargaşa­sında boğulur.Fakat Allah alemlere karşı merhamet sahibidir. [68]

Bütün bunlara rağmen îsrailoğullari, görevlerini daima gecik­tirip ertelemeyi, fuzuli yere, peygamberlere çokça soru yöneltme­yi, sorumluluktan daima kaçmayı, uyulması istenen kural ve ka­idelere uymamayı ve buna rıza göstermemeyi adet haline getirdi­ler. Peygamberleri onlardan (komutan olarak tayin ettiği) Talut'un emrine girmelerini isteyince gocundular. Çünkü Talut'un hali vak­tinin iyi olmadığım gördüler. O'na perva etmediler. Onlar daima her şeyi maddiyatla Ölçerler. Hiç bir zaman bilgiye ve güzel davra­nışlara bakmaz, Önem vermezler. Halbuki mal fanidir, geçicidir. İs-railoğullarında peygamberlik Lavi sülalesinde, hükümdarlık ise, Yehuda hanedanında devam ediyordu. Bu kez Talut Bünyamin'in soyundan olduğu için O'nu yadırgadılar ve kendisini kabul etme­diler. Aslına bakılırsa bu konu onların arasında pek önemli bir so­run olmadığı halde sırf adetleri olduğu üzere, reddetmiş olmak ve inad etmek için böyle davrandılar.

İsrailoğullarıyla Calut komutasındaki ordu arasında yapılan savaş, Dımışk'ın güneyinde, Dımışk ile Havran arasında düşen Merc'us-Suffar mevkiinde cereyan etti. Davud burada Calut'u öl­dürmeyi başardı ve halkı arasında şöhret kazandı. Bu sebeple Ta­lut, Hz, Davud lehine krallıktan feragat etmek zorunda kaldı. Allah Teala hükümdarlık sıfatına ilaveten Hz. Davud (as)'a peygamber­liği de nasip etti. Hz. Davud(as), Allah yolunda gayret sarfeden bir mücahit idi. Allah düşmanlarına karşı amansız mücadeleler veri­yor, çokça ibadet ve taatte bulunuyordu. Vefat edince yerine, pey­gamberlik sıfatına mazhar olan oğlu Hz. Süleyman (as) geçti. O da babası gibi hem hükümdar, hem de Allah'ın elçisiydi.

Hz. Süleyman (as) da cihadı sürdürdü ve Dımışk'a kadar ulaş­mayı başardı. Aynı zamanda Yemen'i dize getirmeyi, Sahalılardan olan hükümdarlarına boyun eğdirmeyi, kraliçeleri Belkıs'la evlen­meyi de başardı. Kendisiyle evlendikten sonra O'nu yine Yemen tahtında hükümdar olarak bıraktı. Halkının çoğu da iman ettiler. Daha önce yıldızlara güneşe ve aya tapıyorlardı. İshak oğlu Ya-kub'un veya babası Hz.îshak (as)'m inşa etmiş olduğu Mescid'ül-; Aksa'yı yemden yaptıran O'dur. İbrahim (as) 'm Mekke'de bina etti­ği Beyt'ül-Haram ile oğlu Hz. îshak'm Kudus'de bina ettiği Beyt'ül-Makdis'in yapılışları arasında kırk yıllık bir süre vardır. Hz.Süley-man yirmi yıl kadar hükümdarlık yapmıştı. Vefatından sonra yeri­ne oğlu Rahbaam geçti. Ondan sonra İsrailoğulları parçalandılar ve zayıf düştüler.

Bu sıralarda Keldaniler (Babilli'ler) Mezopotamya'da güçlen­mişlerdi. Bu yüzden Şam bölgelerine saldırdılar. Kralları Sanharip doğruca Beyt'ül-Makdis üzerine yürüdü. Fakat şehre girmeyi ba­şaramadı. Ne varki İsrailoğulları hala ibret ve ders almış, Allah'a asi olmaktan vazgeçmiş değillerdi. Toplum arasında cereyan eden çirkin ilişkilerden de birbirlerini vazgeçirmeye çahşmıyorlardı.Al-lah Teala bu konuda da şöyle buyurmaktadır: .

"İsrailoğullarından küfre (imansızlığa) sapanlara, hem Da­vud'un, hem de Meryem Oğlu İsa'nın diliyle lanet olundu. Bunun sebebi, isyan etmeleri ve Hakkın sınırını aşmış olmalarıydı.

"Onlar, yaptıkları fenalıktan birbirlerini alıkoymazlardı. Ger­çekten ne çirkin işler yapıyorlardı!

Kitap ehlinden (Yahudi ve Hristiyanlardan) çoğunu görürsün ki müminlere olan kinlerinden ötürü müşriklerle (Putlara tapan Mekke'îi kafirlerle) dostluk ederler. Nefislerinin kendileri için (ahiret hesabına) ileri sürdüğü şeyler ne kötü! Allah onlara öfkey­le muamele etti ve onlar devamlı olarak işkence içerisinde kala­caklardır.[69]

Keldaniler, kralları Nabukodonossor komutasında ikinci bir defa daha gelerek etrafı incelediler ve Beyt'ül-Makdis'i kuşattılar. Kuşatma uzun sürünce İsrailoğulları daha fazla dayanamadılar ve Nabukodonossor'a boyun eğdiler. Şehri ele geçiren kral onların üçte birini öldürdü, üçte birini esir aldı, geriye kalan üçte birini bı­raktı ki bunlar yaşlı ve güçsüzlerden ibaretti. Ayrıca Beyt'ül-Mak­dis'i (Mescid-i Aksa'yı), surları, müstahkem yerleri ve ibadethane­leri yıktırdı,Tevrat'ı yaktı ve aldığı ganimetlerle geri döndü; önüne, kadınları, esirleri ve çocukları da katarak ülkesine gitti. Beraber alıp götürdükleri arasında israiloğulları peygamberlerinden Hz. Danyal (as) ve Hz.Uzeyir (as) da vardı.

Daha önce de anlattığımız gibi, Pers'ler gelip Keldani Devle-ti'ne son verdiler, Şam'a ve Mısır'a da girip birçok bölgeleri elleri­ne geçirdiler. Yaklaşık ikîyüzyıl kadar bir süre egemenlik bunların elinde kaldı.

Halk, özellikle Fenikeliler, deniz yoluyla Şam bölgesinden Ak­deniz sahillerinin başka kesimlerine de taşınıyorlardı. Yerleştikleri bu bölgelerde ve bilhassa güney yörelerinde kendilerine birçok merkezler kurmuşlardı.Aynı zamanda kara yoluyla da başka böl­gelere intikal ediyorlardı. Bununla beraber Yafes'in oğulları ve torunları da batı yönlerine doğru hareket ediyorlardı. Bu göçler, bu sirkülasyonlar, Anadolu yönlerine, Güney Avrupa'ya ve özellikle ılıman ve mutedil bir iklime sahip olan Akdeniz kıyılarına hakim bölgelere doğru devam ediyordu. Bu sebeple Kuzey Avrupa uzun devirler boyu tenha bir halde iken güney bölgeleri insanlarla şen ve kurulu bir görünüm kazanmıştı. Daha sonraki devirlerde bura­lara, Volga havzasından ve Kafkasların kuzeyinden kabileler göç edip yerleştiler.

Şunu iyi biliyoruz ki: Hicri 114 yılında müslümanlar Balat'uş-Şühedâ savaşında Şarl Martel[70] komutasındaki Avrupalılarla çar­pıştıkları sırada Şarl Martel'in saflarında savaşan kabileler vardı. Bunlar, hala ilkel vaziyetteydiler. Çünkü vücutları çıplaktı ve he­nüz elbiseyi tanımıyorlardı. İşte -anlatıldığı üzere- böylece Avru-panın güneyi kurulu ve bayındır haldeyken kuzey bölgeleri uzun devirler boyu hemen hemen boştu. Güney Avrupa'da en gelişmiş bölgeler, güneye doğru uzanan sahillerdi. Balkan Yarımadası ve İtalya yarımadası bu bölgeler arasında yer alıyordu ve yerleşik halk buralarda çoğalmıştı. Bunlar devletler kurup güçlendiler. Balkan Yarımadasının yerleşik halkı olan Grekler (Yunanlılar) açılmaya ve önlerinde duran güçlerle savaşarak genişlemeye başladılar. Başla­rına Makedonyalı Büyük İskender geçerek Doğu üzerine yürüdü.

Anadolu ve Mısır'dan sonra Şam'a (Suriyeye), Rafideyne (Me­zopotamya'ya) ve Pers ülkesini ele geçirerek, Vadi's-Sind'e [71] kadar ulaştı. Ancak ölüm O'nu oralarda yakaladı. Bunun üzerine, komu­tanları O'nun fethettiği yerleri aralarında paylaştılar. Ptolemeler (Ptolemaiss'lar) Mısır'ı aldılar; Merkezleri İskenderiye idi. Selefki-ler (Sleukeia'lar) ise Suriye'ye hakim oldular. Bunların ise merkez­leri Antakya idi. Bu olay Hicretten 955 yıl önce cereyan etmiştir.

Sonraları Roma Devleti güçlendi. Merkezi, günümüz İtalya'sı­nın başkenti olan Roma şehriydi. Nüfuzları altına aldıkları bölgelerde Yunanlılara varis oldular. Böylece Akdeniz sahillerine hakim oldular. Aynı zamanda Yunanlıların yıldızı söndükten sonra Pers-ler de istiklallerine ve eski güçlerine yeniden kavuşmuşlardı. Bu sebeple Romalılarla sürekli bir çekişme içine girdiler.

Hicretten yaklaşık oniki asır Önce Arap yarımadasından bir göç dalgası daha geldi. Bunlar Suriye'nin güneyinde, Akabe körfe­zine hakim bölgede ve Vadi'I-Urba mevkiinde yerleştiler. Sonrala­rı aynı bölgede bulunan Ken'ani'Iere ve Aramiîere ait devletçiklere karşı üstünlük kazanmayı başardılar. Nabatiler olarak bilinen bir de devlet kurdular. Başkentleri Batra (Petra) idi. Çobanlıktan son­ra ticareti de meslek haline getirdiler. Bu da onların ekonomik ve siyasi güçlerini arttırdı. Stratejik konumlan sebebiyle, Mısır'da egemen olan Yunan asıllı Ptolemeler'le, Antakya'daki Selefldler arasında bir denge unsuru oldular. Romalılar Suriye'ye girmeyi başaramayınca, Hicretten 728 yıl önce bu bölgeyi de topraklarına kattılar. Bunun üzerine Nabatiler zayıf düştüler. Nabatiler de diğer kavimler gibi putlara ve tabiat güçlerine taptılar. Aram yazısını kullandılar. Daha sonraları bundan Nabat yazısı gelişerek eski Arapça şeklini aldı.

Sahranın ortasındaki Tedmür vahasında da bir devlet kuruldu. Bu da Romalılarla Persler arasında denge unsuru olarak rol oyna­dı. Transit ticaret yolan Tedmür'den geçtiği için bu özellik ülkeyi etkiledi. Buralarda binalar ve saraylar inşa edildi. Fakat sonunda Romalılar bunlara üstün geldiler ve kraliçeleri Zennube'yi esir al­dılar. Böylece o devirde siyasi alanda büyük bir rol oynamış bulu­nan bu devlet ortadan kalkmış oldu.

Hicretten Önce yedinci asırda Me'rib Barajı'mn yıkılmasından sonra araziyi basan Seyrül-Arim selinin bir sonucu olarak Ye-men'den kaçan Beni Gassan kabileleri Suriye'nin güneyine ulaştı­lar ve Havran'daki Bi'r Gassan mevkiinde yerleştiler. Artık çobanlı­ğı bıraktılar ve köşklerde oturmaya başladılar. Gassaniler, Bizans­lılar hesabına çalışıyor, bedevi akınlarına ve Perslerin yandaşı olan beni Munzir kabilelerinin saldırılarına karşı Bizans sınırlarını ko­ruyorlardı.

Gassani'lerin belli bir başkentleri yoktu.Çünkü önceleri Bas­ra'da idiler, sonra Cabiye'ye intikal ettiler. Bu iki yer de Havran mıntıkasında bulunmaktadır. Sonraları çölün etrafında kuzeye doğru nüfuzları yayıldı. Bunun üzerine efendileri olan Bizanslıla­rın başkenti Dımışk'a yakın Cılhk adındaki bir yeri kendileri için karargah haline getirdiler. Bu yer Dımışk'ın dokuz km. Güneyinde bulunan ve bugün Haresta olarak bilinen mevkideydi. Gassaniler, eğer ilk iki merkezlerinde bazı izler bırakmış olmalarına karşın, son üsleri olan Cıllık'ta onlardan herhangi bir esere rastlanamıyor-sa bu sonuç, önceki yerlerinin kayalık, bu son merkezlerinin ise toprak zeminden oluştuğu sebebine dayanmaktadır.

Gassaniler burada civar yörelere günümüze kadar değişme­yen: Balat, Hadayık, En-Nehr'ul-Garbi gibi adlar vermişlerse de (ki bu nehri, köşkleri arada kalsın ve suyundan faydalansın diye ikiye bölmüşlerdi.) Dımışk gelişip Cıllık Mevkiine kadar genişle­yince bu semtin adı Dımışk'ın tümüne verilmeye başlandı. Böyle­ce Cılhk ile Dımışk kelimeleri aynı anlamda kullanılır oldu. Şairler onları bu saraylarında ziyaret ederlerdi. En'Nabiğatüz-Zübyani ve Hassan Bin Sabit bunlardandır. Ünlü şair Hassan Bin Sabit bir be-yitinde onlardan şöyle söz etmektedir:

Bir zamanlar Cıllık'ta bir grup dostum vardı, Oturur konuşurduk. Ne iyi insanlardı!

Bunların arasında Hristiyanlık yayıldı. İslam fetihleri başlayın­caya kadar Romalılara destek olmaya devam ettiler. Hatta müslü-manlara karşı Romalı efendilerinin safında çarpıştılar. Aralarında, fetihler esnasında müslümanlara yardımcı olmuş bazı kimseler olduysa da tutumları böyleydi.

îsrailoğullarına gelince Nabukodonosor öldükten ve Keldani-ler zayıf düştükten sonra Babil'den döndüler. Esarette yetmiş yıl kadar kalmışlardı.

Tekrar Beyt'ül Makdis'e döndüler ve onu yeniden inşa ettiler. Ancak artık kendilerine gelemediler.Çünkü peygamberleri haksız yere Öldürüyor, onları yalanlıyor ve birbirlerini çirkin fiillerden sa­kındırmıyorlardı. Bu tutum ve davranışları onların daima zillet içinde kalmalarına sebep oldu. Sonra Perslere boyun eğdiler. Yu­nanlılar karşısında dize geldiler ve Romalılar onları egemenlikleri altına aldılar. Son devirlerin d eki ünlü peygamberlerinden biri de Hz. Zekeriya'dır. Hz. Zekeriya (as) onları Allah'a ibadet etmek, na­maz kılmak, oruç tutmak ve zekat vermek için davet etti. Onları çirkin fiillerden el-etek çekmek için gayreti endir meye çalıştı. O'nun bu hayırlı önderliği, arzularına uymuş çıkarcı krallarına do­kundu gözdağı vermek için önce Hz. Yahya Aleyhisselam'm şehid edilmesi emrini verdiler, daha sonra da babası Hz. Zekeriya (as)'ı şehid ettiler.

Hikmetinin bir gereği olarak Allah Teala, geçmişteki nimet, lü­tuf ve ihsanlarını kendilerine yeniden hatırlatmak, maddenin aşı­rı bir şekilde verdiği şımarıklığı bertaraf etmek üzere onlara mane­viyatı da tanıtmak, Allah'ın üstün gücünü ve bu gücün her şeyin üzerinde bulunduğu gerçeği hakkında düşündürmek maksadıyla İsrailoğullarma onların arasından bir peygamber daha gönderdi. Allah (cc) bu peygamberin, iç ve dış temizlik ile üstün bir ahlak ör­neği olarak yetişebilmesi için gerekli ortamı ilahi hikmetiyle hazır­ladı. Çünkü Onu doğuracak olan anne, Allahın elçilerinden biri ve aynı zamanda halasının eşi olan Hz.Zekeriya (as)'in fazilet dolu evinde ve bir ibadet mekanında dünyaya geldi. Yetişince, namus, temizlik üstün ahlak ve ibadetiyle tanındı.

Allah (cc) O'nu şöyle anlatmaktadır:

"İmran'ın hanımı (Meryemin annesi, Allaha yakararak) şöyle demişti:

- Ey Rabbim! Karnımdaki çocuğu, (tüm dünya meşguliyetle­rinden uzak,) sırf sana ibadet etmek üzere sana adadım. Böylece adağımı kabul buyur. (Sen ne dediğimi) hakkıyla işiten ve kema­liyle bilensin. İmran'ın Hanımı doğurunca, Allah O'nun ne do­ğurduğunu daha iyi bildiği halde,

- Ey Rabbim! onu kız doğurdum, (kiliseye hizmet etmek için) erkek, kız gibi değildir. Bununla beraber adını MERYEM koydum. İşte O'nu ve zürriyetini koğulmuş şeytanın şerrinden sana ıs­marlıyorum, dedi. Bunun üzerine Rabbi, Meryem'i güzel bir karşıhkla kabul buyurdu ve O'nu güzel bir şekilde yetiştirip Zekeri­ya (Peygamber)i de O'na kefil kıldı. Zekeriya ne zaman Mer­yem'in bulunduğu mihraba girse, O'nun yanında bir yiyecek bu­lurdu.

- Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor? derdi. O da:

- Allah tarafından... Şüphe yok ki Allah dilediğini hesapsız olarak nzıklandırır, diye cevap verirdi.[72]

Bu olağanüstü büyüklükteki olay için Allah (cc) işte bu genç kı­zı seçti. Onun yaşayacağı hadise, kendisi için hiç beklenmedik bir sürpriz, pek garip, korkunç ve dehşet verici idi.Halbuki O, hiç bir erkekle düşüp kalkmamıştı, başından böyle bir hadisenin geçece­ğini tasavvur bile etmiyordu. Bu olay, keza O'nun halkı için de yi­ne bir sürpriz olacaktı. Çünkü onların arasına hiç beklenmedik bir vukuatla çıktı. Halbuki O, aralarında paklığı ile tanınmakta, na-musluluğuyla şöhret kazanmış bulunmaktaydı. Bu olay meydana gelince, O'nu suçladılar. Garipsenen olay böyle bir suçlama için iddia konusu oldu.

Fakat her şeye vakıf olan Allah Teala suçlamalarını reddeden ve sözlerini yalanlayan bir mucizeyle onları karşı karşıya getirmek istedi. Onlara kudretini gösterdi; Allah'dan başkasına ibadet etme­meleri konusunda kavmini davet etmek üzere ilahi elçiliği üstlen­mesi için hazırlanmakta olan bu yeni doğmuş bebeğin bizzat di­liyle meydana çıkan mucizelerini onlara göstermek istedi.

Bu bebek ki örnek yaşantısıyla maddesel hayatı bir kenara bı­raktı, ona tenezzül etmedi.

Halkı, Meryem'e işlediği hakkında bilgi isteyince bebeğini ku­cağına alıp geldi. Sonrasını Allah {cc) şöyle anlatıyor:

"Onu kucağına alıp halk (m huzurun) a getirdi. Kendisine de-dilerki:

- Ey Meryem! Sen (korkunç) büyük bir suç işledin!

- Ey Harun'un kız kardeşi! Baban kötü bir adam değildi, an­nen de iffetsiz bir kadın değildi.[73]

Meryem ne cevap verecekti? Hadise çok garip ve beklenmedik mahiyetteydi. Bebeğe işaret etmekten başka çaresi yoktu. Ama bir de ne görsünler, kundaktaki yeni doğmuş bebek konuşmaya baş­ladı. Bu olay daha çarpıcıydı.[74] Yeni doğmuş bir bebek mükemmel bir mantıkla ve gayet açık bir dille konuşuyordu. Bu hadise derhal onları susturdu.

Allah Celle Şanuhu olayın devamını şöyle izah buyuruyor:

; "Bunun üzerine Meryem, (kendilerine cevap vermesi için) ço­cuğa işaret etti. Onlar:

- Biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz, dediler.

(Allah'ın bir mucizesi olarak îsa) dedi ki:

- Ben gerçekten Allah'ın kuluyum, bana kitap verdi ve beni peygamber kıldı.

- Beni her nerede olursam (olayım güzeli ve doğruyu göste­ren) mübarek (bir insan) kıldı ve sağ bulunduğum müddetçe ba­na namazı ve zekatı emretti.

- Beni anneme ihsankar kıldı ve beni azgın bir zorba yapmadı.

- Hem doğduğum gün, hem öleceğim gün, hem (yeniden) diril­tileceğim gün (Allah'ın) selam(ı, rahmeti) benim üzerimdedir.[75]

Kundaktaki bebeğin dile gelmesi karşısında îsrailoğullarmm dehşetten artık söyleyecek bir sözleri bulunmamasına rağmen yi­ne de gerek O'nun, gerekse annesinin hakkında çokça ileri geri konuştular. Hz. İsa'ya (haşa) Fahişenin Çocuğu adını veriyorlardı. Al­lah Teala şöyle buyurmaktadır:

"Bir de o yahudilerin, İsa'yı inkar etmeleri (peygamberliğine inanmamaları) Meryem'i zina ile suçlamaları, O'na büyük bir if­tirada bulunmaları sebebiyle... kendilerini lanetledik [76]

Hz. Isa (as) daha bebekken -ilahi bir mucize olarak- dile gelip konuştuktan sonra tekrar sustu. Normal bir süre sonra, yaklaşık bir yıl sonra yeniden, ancak çocuklar gibi konuşmaya başladı. Bu sıralarda Yahudilerin kralı Hirodes'in bir fenalığı dokunabilir endi­şesiyle Mısır'a kaçırıldı. Yaklaşık onüç yaşlarındayken tekrar geri getirildi. Ailesiyle birlikte Nasıra [77] da oturdular. Otuz yaşındayken de peygamberlikle görevlendirildi. Ürdün Suyu'nda vaftiz [78] edildi. İsrailoğulları ile çok mücadeleler yaptı. Kendisine rastlayan herke­se öğüt verdi. Allah'ın izniyle hastaları şifaya kavuşturuyor, doğuş­tan ama olanların gözlerini açıyor, abraş hastalığına yakalanmış olanları iyileştiriyor ve ölüleri diriltiyordu.

İnsanlara yönelttiği davetinde ona havariler eşlik ediyorlardı. Hz. İsa (as)'m oniki havarisi vardı. Yetmiş kişi daha seçip bunlarla birlikte, hidayet ve Allah'a kulluk için İsrailoğullarma çağrıda bu­lunmak üzere Filistin'in batısında bulunan El-Celil bölgesine gön­derdi. İsrail Kralı, idarenin nerdeyse elinden çıkacağını sezince O'ndan kurtulmaya çalıştı.

İsrailoğulları da onunla birlik olup Hz. İsa (as)'a karşı komplo kurdular. O'nu, Roma'nm Filistin Eyalet Valisi Pilatos'a haksız ye­re şikayet ettiler. Hakkında yalan uydurdular, sonra da yakalatıp Roma'lı despota teslim ettiler. O da çarmıha gerilmek üzere Hz. İsa (as) hakkında idam emri verdi. Ancak yahudiler bu infazı yerine getirmeyi başaramadılar. Çünkü Allah Teala bir başkasını O'nun şekline dönüştürdü. Bunu astılar. Hz. îsa {as} ise yalnızca Allah Te-ala'nın bildiği bir makama ref edildi.

Hz. Isa (as) şu yeryüzünden, kendisi için tahsis edilen maka­ma yükseldikten sonra O'nun taraftarlarının başına çeşitli belalar ve musibetler geldi. Onlara uygulanan baskı ve zulümler yüzün­den dinlerini ve inançlarım gizliyorlardı. Bazan kaçıp gizleniyor, bazan da yakalanıp şehid ediliyorlardı. Durumları böyleydi. Ne kendilerini, ne de dinlerini koruyabilecek güçleri ve siyasi varlıkla­rı yoktu.

Roma İmparatorları ise, Hz. Isa (as)'ya iman edenleri topluca öldürmekten çekinmiyor, vicdanen rahatsız olmuyorlardı. Özel­likle Tiberius'dan sonra gelen ve Hz. İsa Mesih ile çağdaş olan iki imparator böyle idiler. Bunlardan ikincisinin döneminde Metta incili Habeşistan'da İbrani veya Süryani diliyle yazıldı. Metta Hic­retten 552 yıl önce orada öldü. Sonra İncil Yunancaya tercüme edildi. Hristiyanlara sadece Romalılar tarafından değil, Yahudiler tarafından da baskı yapılıyordu. Hatta Yahudiler onlara daha çok eziyet yapıyorlardı. Çünkü birlikte ve içice yaşıyorlardı; bu bakım­dan Yahudiler onları iyice tanıyor ve niyetlerini biliyordu.

Hristiyanların vicdanı üzerinde yapılan baskı ve eziyetler Hic­retten 558 yıl önce Neron devrinde daha çok arttı. Neron onları Roma'yı, yakmakla suçlamıştı. Bu sebeple onlara çeşitli işkenceler yaptı. Markos Hicretten 561 yıl önce O'nun devrinde İncil'ini yaz­dı. Markos Mısır'da idi. Luka da bu devirde incilini kaleme aldı. Neron devrinin sonlarına doğru da Yuhanna incilini yazdı. Bu sü­re içerisinde Yahudilerin bir kısmı Suriye dolaylarından çıkarılarak Vadi'l-Kura [79] Yesrib, [80] Hayber, Fedekve Hicaz'da yerleştirildiler.

Hristiyanlar gerek İmparator Trajan, gerekse diğer imparator­ların hemen hepsinin devirlerinde büyük eziyetlere maruz kaldı­lar. Bunlardan bazıları diğerlerine oranla onlara karşı her ne kadar az sert davranmış ise de genelde zulümleri çok büyük oldu. Bun­ların arasında Hristiyanlara karşı en sert muamelede bulunan im­parator Diocletianus'tur. [81] Diocletianus Mısır'a gitti ve orada bir­çoklarını öldürdü, kiliseleri yıktı, kitapları yaktı ve piskoposları hapse attırdı. Bu olaylar Hicretten 374 yıl önce cereyan etmiştir.

Hristiyanlara yapılan bu zulümler sebebiyle onlardan birçoğu Roma Devleti'nin her yerinde dış görünüşleriyle putperest gözük­mek ve Hristiyanlığı da içlerinde gizlemek zorunda kaldılar. Bu durum ise o vakitler Tevhid dini olan Hristiyanlığm zamanla put­perestlik ve şirk inançlarıyla karışmasına yol açtı.

Bu arada dini inançlara bir disiplin kazandırmak isteyen filo­zoflar türedi. Bunlar bilimsel Yunan nazariyelerini din prensipleri­ne karıştırdılar. Böylece felsefe organik bir şekilde din ile kaynaş­mış oldu. Bunun sonucu olarak da kilise tebaası arasında çeşitli görüş ayrılıkları meydana çıktı. Bunun üzerine İmparator Kons-tantin, Hicretten 297 yıl önce İznik'te bu değişik görüşlüler arasın­da bir konsil düzenledi. Konstantin'in kendisi henüz Hristiyanlığı kabul etmemiş bir putperestti. Konsil esnasında taraflar arasında büyük görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Bu sırada Konstantin, tarafları az olmasına rağmen kendi kanaatine yakın olan görüşün kabul edilip onaylanmasını mecbur kıldı. Böylece kilise parçalandı.

Yahudiler Arap memleketlerinin güneyinde dar bir bölge içine yayılmışlardı. Onlardan bir kısmı Hicaz ve Yesrip köylerinde, bir diğer kısmı da doğu Avrupa'ya göçüp Hazar memleketlerinde yer­leşmişlerdi. Hristiyanlar ise Mısır'a, Habeşistan'a yayılmış, oradan da Arap yarımadasının Necran gibi bazı bölgelerine, Suriye'ye Fi­listin'e ve Mezopotamyaya dağılmışlardı. Hristiyanlık daha sonra Roma Devleti'nin resmi dini haline geldi. Yeryüzünün geriye kalan bölgelerinde ise putperestlik hakimdi ve inançlar, her bölgede za­man zaman ortaya çıkmış ünlü kişilerin kanaatlarma göre değişik­lik arzediyordu. Bu ünlü kişiler vaktiyle yaşamış peygamberler olup, izleri silindikten sonra peşlerinden gelen nesiller, onlara tap­mak, putlarını yapmak ve getirdikleri ilahi mesajları yozlaştırmakla bu sonuçlar ortaya çıkmış olabilir. Mesela Hindistan'da Brah­ma, daha sonra da Buda, Çin'de Konfuçyüs ve Fars ülkesinde Zer­düşt ortaya çıktı. Keza birçok memleketlerde bunlara benzer kim­seler de ortaya çıktı, çeşitli inanç şekilleri yayıldı. Bu durum, müs-lüman fatihler gelinceye kadar Suriye'de de devam etti.

HARİTA: Suriye'de önemli güzergahlar üzerinde bulunan hanlar[82]

İlk Çağlarda Mısır Ve Afrika

Nuh Tufanı'ndan sonra, Hz. Nuh (as)'m oğlu Sam ile çocukla­rının bir kısmı ve diğer oğlu Ham ile çocuklarından bazılarının, güneye doğru yöneldiklerini daha önce zikretmiştik. Şam'ın ço­cuklarıyla torunlarının bir kısmı ise Mezopotamya'nın güneyinde, tufandan önceki vatanları olan yerde kaldılar ve Arap Yarımada­sında dağıldılar.

Aralarında güneye doğru devam edip El-Ahkaf ta yerleşenler olduğu gibi, yollarına devam edip Yemen'e ulaşarak orayı kendile­rine vatan edinenler de oldu. Aynı zamanda aralarında bazı cema­atler, Irak'ın güneyinden dosdoğru batıya göç ettiler. Hicaz'ın ku­zey bölgelerine ulaşınca oralarda yerleştiler. Hz. Nuh (as)'m oğlu Ham'a gelince, kendisi çocuklarıyla birlikte, tufanın meydana gel­diği memleketlerden uzaklaşarak yollarına devam ettiler, göçlerini sürdürdüler.

Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi onlardan bir kısmı Hindis­tan'a Bab'ül-Mendeb Boğazı o zaman mevcut olmuş olsa da olma­sa da bir diğer kısmı da Afrika'ya göç ettiler. Bu cemaatler Afrika'ya ulaşınca, (kendilerine peygamberler geldikten ve yaptıkları davet­lere karşı çıktıktan sonra) kıtanın çeşitli bölgelerine dağıldılar.

Allah'a karşı olan inkarcılıklarındaki inatta ve küstahlıkta ısrar ettiler. Bunlardan Boşimanlar güneybatıya doğru yöneldiler. Ho-tantolar da arkadan izleyip ulaşarak onlarla savaştılar. Allah bun­ları diğerlerinin başına bela etti; öncekilere, sonrakilerin eliyle ya­pılan zulüm ve işkencenin acılarını tattırdı. Hotantolarm peşin­den de Bantolar itilip onları öldürdüler, geriye kalanları da kova­layıp dağıttılar. Bu son topluluk da din ve inanç bakımından evvel­ki iki topluluktan farklı değildi.

Buna rağmen Allah'a yeryüzünde asi oldukları için, birbirleri­nin eliyle onlara şiddet ve zulmün acısını tattırdı. Fizikî açıdan da birbirlerinden pek farklı olmamakla beraber ikinci topluluk vücut­ça biraz daha güçlü idiler, zulümleri de (o nisbette) daha fazla ol­du. Günümüzde bile bu ırklar arasındaki bünye farkını görmek mümkündür. Boşimanlar Hotantolar'dan daha kısa, Hotantolar ise Bantolara nisbetle vücutça daha az gelişkindirler. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:

"Nice memleketlerin halkı Rablerinin ve peygamberlerinin emirlerine karşı gelip azdılar da, biz onları şiddetli bir hesaba çektik ve görülmedik bir işkenceyle kendilerini cezalandırdık.

Öylece inkarcı olmalarının cezasını tattılar ve sonları hüsran oldu. Allah (Ahirette) onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. O hal­de Allah'tan korkun (O'na karşı gelmekten sakının) Ey akıl sahip­leri!...Ey iman edenler, işte Allah, size bir zikir (size doğruyu gös­teren Kur'an'ı) indirdi.

Aynı sebeplerle diğer insan toplulukları da başka yönlere doğ­ru göç ettiler, ta ki Ekvator ormanlarına girip oralarda gizlendiler ve peşlerinden kendilerini kovalayandan kaçarak bu bölgedeki meçhullerde izleri kayboldu. Bu cüce yapılı insanlar, peygamber­lerinin davetlerini reddettikleri devirden beri şimdiye kadar bu çevrede yaşamaktadırlar.

Allah Teala Banto zencilerini işte bunlara saldırttı. Bantolar bunları öldürüp işkence ettiler. Öyle ki bu meçhul bölgelere sığın­mak mecburiyetinde kaldılar ve buralarda kayboldular. Bunlardan önceki kavimler de Kalahari Çölü'nde kayıplara karışmışlardı.

Afrika'nın doğusuna inen topluluklardan bazı cemaatler ku­zeybatıya doğru yeniden bir çıkış yaptılar. Aynı zamanda diğer bir cemaat de Nil boyu kuzeye doğru yürüdü ve aşağısında bulunan bir vadide mekan tuttu. Eski Mısır yerlileri bunlardan idiler.

Bunlardan her cemaatin, içinde yaşadığı çevre şartları kendi­leri üzerinde zamanla öyle etkiler yaptı, beden ve simalarına öyle belirgin özellikler verdi ve sosyal hayatta onlara öyle değişik vasıf­lar kazandırdı ki, devirler sonra her birinin başka bir kökten geldi­ği izlenimini veren değişik özelliklerle bu toplulukların biri diğe­rinden farklı bir biçim ve görünüm aldı.toplulukların her biri ayrıca kendi özelliklerini taşıyan ve onra kendisinden üreyip çoğalıp dallanan birçok kabilele­ tası oldu

Bu daha sonra rin de atası oldu

Ta insanlığın vücut bulduğu ilk devirlerden beri ve henüz ilk vatanlarından ayrılmadan önce, kendilerine apaçık gerçeklerle gelen peygamberlerine karşı gösterdikleri direnişin, Allah (cc) ta­rafından gelen nur ve hidayetten kaçışlarının ve eski batıl inançla­rına bağlılıklarının bir sonucu olarak bu cemaatler putperestlikte devam ettiler; bununla birlikte gerek çevreden gerekse inanış ba­kımından kendilerine benzeyen komşu kabilelerden görüp aldık­ları batıl düşüncelerden, her cemaat için özel bir din oluştu. Her ne kadar hepsi, Allah'a ortak koşmak suretiyle nefislerine zulmet­mekte birleşiyor idiyseler de, bir taraftan da böylesine bir ayrılığın içindeydiler.

Nil'in taşıdığı bol sular sayesinde ve topraktaki verimliliğin bir sonucu olarak Mısır'da yerleşen halk diğer bölgelere kıyasla daha fazla çoğaldılar. Önceleri nehrin kıyılarında kabileler şeklinde ya­şıyorlardı. O devirlerde Nil deltası, içinde sazlıkların bulunduğu bir bataklık durumundaydı. Her kabilenin kendine mahsus arazi çevresi, reisleri, putları ve birtakım ayin ve ibadet şekilleri vardı.

Zaman zaman akarsuların önüne engeller kurup bir çeşit ba­raj yapmak veya kanal açmak gibi işbirliği isteyen genel hizmetler sebebiyle birçok kabileleri bünyesinde toplayan küçük devletçik­ler ve siteler meydana geldi. Bu sitelerin her birine mahsus belli putları ve bir de ordusu vardı. Böylece aralarında çeşitli alanlarda rekabetler görünmeye başladı.

Biri diğerinin toprağına ve komşusunun bol ürünlerine göz dikmeye, ya da putlarına hakaret edilmemesi için onları korumak üzere tedbir almaya başladı. Böylece bu ilk küçük devletçikler ara­sında savaşlar başgösterdi. Bunun neticesi olarak da bu kabileler, biri, başkenti Menfis (Memphis) olmak üzere kuzeyde, diğeri ise merkezi Tıyba'da bulunan, güneyde iki devletin bünyesinde bir­leştiler. Daha sonraları bu iki devlet Menes vasıtasıyla bir tek dev­let haline geldi.

Mısır hükümdarlarına Firavun deniliyordu. Bu unvan, Mısır krallarının tümüne de veriliyordu. Hükümdarlık verasetle, baba­dan oğula intikal ederdi.

Firavun (Fir'avn) mutlak bir yetki sahibiydi, tanrı olduğu iddi-asmdaydı, milletini köle gibi angaryada kullanıyor, istediği şekilde tasarrufta bulunuyor, hiç bir hesap vermeden istediğini öldürebi-liyordu. îlk Firavunlar kendilerine ait piramitlerin inşaatında hal­kı zorla çalıştırdılar. Bu piramitleri yaptırmakla da anılarını ebedi-leştirip zorbalıklarını da tarihe böylece işlemiş oldular. Bu pira­mitler onların o devirlerde insanlara reva gördükleri zulme hâlâ şahitlik etmekte ve halkın sırtıyla taşman ve insanların kafatasları üzerinde kurulan bu binalar onlara lanet yağdırmakta ve adeta şöyle seslenmektedir:

"Zulüm ve zorbalık temelleri üzerinde kurulan hiç bir yapı medeniyet adını taşıyamaz. Çünkü onun yapılışı sırasında hiç bir kimse mutluluk duymamıştır. İstedikleri kadar birer eser olarak, eski devirlerin bayındırlık alanındaki kanıtları olarak bu güne kadar ayakta kalmış olsunlar, mademki kuruluşları sırasında in­sanlar mutluluk ve güven duymamışlardır, o halde bu yapıların uygarlıkla hiç bir alakalan yoktur."

İşte bu devirdir ki Hz. İbrahim (as) hanımı Sara ile birlikte Mı­sır'a gitti ve Firavun Sara'yı kendisi için O'nun elinden zorla almak istedi. Fakat Allah (cc) O'nu Firavun'un şerrinden korudu. Firavun Hz. İbrahim (as) den, hanımıyla beraber Mısır'ı terk etmesini istedi. Bununla birlikte Hacer'i de hizmetçi olarak onlara hediye etti.

Zulmün, kesinlikle devam etmesine imkan yoktur. Kötü kalp­lilik de asla sürekli olamaz. İnsanların sabrı da günün birinde mut­laka taşar. Çünkü eziyete dayanmanın da bir sınırı vardır.

İnsanlar çok kere hükümdarlarına karşı baş kaldırmışlardır, anarşi yayılmış, ülkeler yeniden parçalanmıştır. îşte bu sebepledir ki: Suriye'de bulunan çobanlar bu mıntıkaya gelmiş ve bu ülkenin kralları olmuşlardır. Heksoslar adıyla bilinenler işte bunlardır. Hz. Yusuf (as), bunların devrinde Mısır'a geldi. Sonra da babasını, kar­deşlerini ve yakınlarını buraya getirtti.

Hz. Musa (as) dan sonra bu ülkeyi terkedinceye kadar burada yaşadılar. Sözü edilen bu çobanlar Hz. İbrahim'in, Hz. İshak ve Hz. Yakub'un dininden bazı şeyler biliyorlardı. Mısır hükümdarları Fi­ravun unvanıyla tanındıkları halde Kur'an-ı Kerim bunları krallar diye zikrederek Firavunlardan ayırmaktadır.

Bu çoban krallar, kendilerinden önce hükümdarlık etmiş olan­lardan daha iyi olamadılar. Çünkü zorbalığı onlardan miras aldı­lar. Zulmü öncekilerden devraldılar. İnsanlara köle muamelesini yapmayı, yeryüzünde Allah'a karşı küstahlık yapmayı onlardan öğrendiler. Allah Teala Hz. Yakub'un oğlu Hz. Yusuf (as)'ı onlara peygamber ve elçi olarak gönderdi. Ne var ki nefsin heva ve heve­sine uymak, şahsi menfaati başkalarının menfaati üzerinde tut­mak gerçeği görmelerine engel oldu. Nitekim kralın karısı Yusuf (as)'ı, kendisine tecavüz etmeye yeltenmekle suçladığı zaman Hz.Yusuf un kesinlikle suçsuz, kraliçenin ise hain ve yalancı oldu­ğu ortaya çıktığı halde yine de O'nu haksız yere ve iftira sonucu hapse attılar. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:

"Sonra vezir ve aile halkı Yusuf un beraatine dair bunca delil­leri gördükleri halde O'nu bir süre (dedikodu kesilinceye kadar) zindana atmayı düşündüler. [83] Hz. Yusuf (as), onları doğru yola çağırıyordu. Fakat onlar bir türlü kabul etmiyorlardı. Vefat edinceye kadar onlara söylediği gerçeklerden daima şüphe ettiler. Şu var ki Hz. Yusuf (as) vefat edince vaktiyle söylediklerine dikkat eder ol­dular. Bu kez de şöyle demeye başladılar:

"Allah Yusuf'dan sonra birlikte uyum içinde olabileceğimiz başka bir peygamber asla göndermeyecektir."

Bunu, ileride gelebilecek bir peygambere inanmamak için bir hazırlık olsun diye söylüyorlardı. Allah Teala bu konuda da şöyle buyurmaktadır.

"Doğrusu Musa'dan önce Yusuf da size mucizelerle gelmişti. O zaman da size getirdiği gerçekler hakkında şüphe edip dur­muştunuz. Nihayet vefat edince:

- Bundan sonra Allah asla peygamber göndermez dediniz.İş-te Allah haddini aşan şüpheciyi böyle saptırır.[84]

Heksos kralları da Allah'ın emirlerine boyun eğmeyip Hz. Yu­suf (as)'in getirdiği gerçekleri kabul etmeyince Allah (cc) onlara, kendilerinden çok daha zalim milletleri musallat kıldı. Onlara iş­kencenin en acısını tattırdılar, onları aşağılık hale getirdiler, ezdi­ler ve erkeklerini öldürüp kadınlarının ırzına geçmeye başladılar. Bu zalimler de Nil Vadisinin asli yerlileriydi. O vakit aralarından Ahmes (Ahmosis) adında bir komutan çıkarak kuzeyli Heksoslara karşı üstünlük elde etti ve ülkeyi birleştirdi.. Halkı baskı altına aldı.

Allah Teala bunlara da, doğru yola dönüş yapabilmeleri için fırsatlar verdi, onları düşmanlarına üstün kıldı ve geniş topraklar ihsan etti. Öyle ki bunlardan Suriye'de Hititlerle savaşan III.Tuth-mes ve II.Ramses döneminde ülkelerinin sınırı Fırat Nehri'ne ka­dar ulaştı. Bu iki devlet arasındaki savaşlar meşhur Kadeş barışıy­la son bulmuştu. Devletin bu kadar geniş topraklar üzerinde yayıl­mış olmasına, her taraftan mal ve servetlerin bol bol akıp gelmesi­ne rağmen yine de Allah'a iman etmediler, ne başkalarından, ne geçmişlerinin başından geçen hadiselerden ne de düşmanlarının uğradığı musibetlerden bir türlü ders ve ibret almadılar. Bilakis bu servetler onları daha da azdırdı, nail oldukları nimetlerle küfürleri daha da arttı, kalkınma, onları daha küstahlaştırdı, sahip oldukla­rı güç daha fazla zulmetmelerine sebep oldu. Yönetimi tekrar Hek­soslara kaptırmak korkusuyla tedbir almaya başladılar. Bu sebep­le de erkeklerini öldürüp kadınlarının namuslarım kirlettiler. Allah Teala bu. konuda da şöyle buyurmaktadır:

"Ta, sîn, Mîm, bu sûredeki ayetler, haram ile helali açıklayan Kur'an'm ayetleridir.

Biz sana Musa ve Firavun'un önemli haberlerinden, inanacak bir topluluk için okuyacağız.

Firavun o yerde (Mısır'da) küstahlaşmış ve ahalisini parçala­ra bölerek kendisine bağlamıştı. Onlardan bir topluluğu (İsrailo-ğullarını) ezerek oğullarını boğazlıyor, kadınlarının ise namusu­nu kirletiyordu. Şüphesiz ki O bozgunculardan biriydi.

Biz de orada ezilmekte olanlara lütfetmek istedik, onları ha­yırlı işlerde önder ve (Firavun'un yerine Mısır'a) mirasçı kılmayı irade buyurduk.

Bir de (o ezilmekte olan) İsrailoğullarma (Mısır ve Suriye'de) üstünlük vermeyi ve hem Firavun'a, hem veziri Haman'a ve or­dularına onlardan, (Musa ve İsrailoğullarından) korktukları şeyi (tehlikeyi) kendilerine göstermeyi istedik.[85]

Hem altında ezildikleri zulüm ve baskıdan kendilerini kurtar­mak, hem de sapıklık ve inatlarında ısrar ettikleri takdirde Allah'ın korkunç cezalarına çarptırılacaklarına dair onları uyarmak için, Allah (cc) Hz. Musa (as)'ı bunların hepsine birden elçi olarak gön­derdi. Bütün bunların ötesinde, Hz. Musa (as) günün birinde ken­dilerini dize getireceği korkusuyla yaşadıkları düşmanlarından bi­riydi. Ne varki Hz. Musa (as), daha bebekken öldürülmekten Al­lah'ın izniyle kurtulmuş, hem de Firavun'un bizzat sarayında bü­yütülüp yetiştirilmişti. r > ^

ileride kendisine bir can düşmanı ve dert kaynağı haline gele­cek olan Musa'yı, Firavun bizzat kendi gözetim ve denetiminde yetiştirmişti. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:

"Musa'nın annesine şöyle ilham ettik:

- Onu emzir; öldürülmesinden korktuğun zaman, O'nu deni­ze (Nil'e) bırakıver, (boğulacağından) korkma, (ayrılığından dola­yı da) kederlenme. Çünkü O'nu muhakkak sana geri vereceğiz ve kendisini peygamberlerden biri yapacağız.

Firavun'un adamları O'nu aldılar. Firavun, Haman ve asker­leri suçlu olduklarından O, onlara düşman ve başlarına da dert olacaktı. Firavun'un karısı, benim de senin de gözlerimiz aydın olsun! Onu öldürmeyiniz! Belki bize faydalı olur yahut O'nu ev­lat ediniriz, dedi. Aslında işin farkında değillerdi.

Musa'nın annesi, gönlü bomboş sabah etti. (Oğlundan başka bir şey düşünmüyordu.) Allah'ın verdiği söze iyice inanması için kalbini pekiştirmeseydik, neredeyse saraya alınan çocuğun ken­di oğlu olduğunu açığa vuracaktı.

Musa'nın ablasına: O'nu izle! dedi. O da kimse farkına var­madan Musa'yı uzaktan gözetledi.

Önceden, sütannelerin memesini kabul etmemesini sağla­dık. Musa'nın ablası (onlara):

- Size, adınıza O'na bakacak, iyi davranacak bir aileyi size tavsiye edeyim mi? dedi.

Böylece O'nu, annesinin gözü aydın olsun, üzülmesin, Al­lah'ın verdiği sözün gerçek olduğunu bilsin diye O'na geri çevir­dik. Fakat (insanların ) çoğu (bu gerçeği) bilmezler.[86]

Musa (as), Allah'ın izniyle güçlü bir şekilde yetişti. Kuvvetin­den çekinilecek biri oldu. Daha sonra da Firavun'un ailesinden bi­ri olmadığını, genelde Heksoslara ve Özellikle îsrailoğullarma karşı yaptıkları zulümler sebebiyle, Allah'ın takdiri neticesinde Fira­vun'un sarayına girmiş ve burada yetişip büyümüş olduğunu, kendisinin îsrailoğullarma mensup bulunduğunu, öldürülmesin­den korktukları için O'nu Nil nehrine atmış olduklarını sonraları öğrendi. Olabilir ki bu bilgileri (dadı niyetine saraya alınan) ve O'nu emziren, henüz bebekken bakımını üstlenen annesinden al­mış oldu; ki zaten Firavun'un bilgisi dahilinde annesi O'nu ziyaret ediyor ve beraberinde bulunuyordu. Bununla birlikte anne-oğul oldukları hakkında Firavun'un bilgisi yoktu. Bilakis O'nun, saraya bağlı olduğunu, onlardan biri olduğuna inandığını zannediyordu. Annesiyle olan sürekli irtibatı sayesinde kendi milleti olan îsrailo­ğullarma karşı içinde fıtri bir meyil doğmaya başlamıştı. îsrailo-gullarından bazı kimseler de Hz.Musa ile aralarında kan bağlı bu­lunduğunu biliyorlardı. Mısır'ın eski yerlileriyle Heksoslar arasın­da anlaşmazlıklar sürüp gittiği için, (ki İsrailoğullan da Heksosla-nn yanında yer alıyorlardı) günün birinde sıcak bir temasla taraf­lar karşı karşıya gelebilir ve aralarında bir kıvcılcım fitneyi tutuştu-rabilirdi. Bu hassas durumu Allah Teala şöyle izah buyurmaktadır:

"Musa erginlik çağına gelip olgunlaşmca O'na hikmet ve ilim verdik. İyi davrananları böyle mükafatlandırırız.

Musa, halkının haberi olmadığı bir zamanda şehre girdi. Biri kendi adamlarından, (Israiloğullarından) diğeri de düşmanı olan (Kıptilerden) iki adamı döğüşür buldu. Kendi tarafından olan kimse, düşmanına karşı O'ndan yardım istedi. Musa onun düş­manına (Mısırlı Kıptiye) bir yumruk vurdu; ölümüne sebep oldu.

- Bu şeytanın işidir; çünkü o apaçık saptıran bir düşmandır, dedi. Musa:

- Rabbim! Doğrusu kendime yazık ettim, beni bağışla, dedi. Allah da O'nu bağışladı. O, şüphesiz bağışlayandır, merhamet edendir.

Musa:

- Rabbim! Bana verdiğin nimete and olsun ki, suçlulara asla yardımcı olmayacağım, dedi.

Şehirde korku içinde dolaşarak sabahladı. Dün kendisinden yardım isteyen kişi bağırarak ondan yine yardım istiyordu. Musa ona:

- Doğrusu sen besbelli bir azgınsın, dedi.

Musa, (aslında hem bu Mısır'lı kıptinin, hem de bizzat kendi­sinin yani her) ikisinin de düşmanı olan (İsrailli) adamı yakala­mak isteyince (Adam):

- Ey Musa! Dün bir cana kıydığın gibi beni de mi öldürmek is­tiyorsun? Sen ıslah edenlerden olmak değil, bilakis yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun, dedi.

(Bu esnada) şehrin öbür ucundan (Firavun1 a mensup) bir adam koşarak geldi:

- Ey Musa! İleri gelenler seni öldürmek için aralarında görü­şüyorlar. Hemen uzaklaş. Doğrusu sana öğüt veriyorum (bilgin olsun diye söylüyorum) dedi.

Musa korku içinde çevresini gözetleyerek oradan çıktı.

- Rabbim! Beni zalim milletten kurtar, dedi.

Medyen'e doğru yöneldiğinde Rabbimin bana doğru yolu göstereceğini umarım, dedi.![87]

Bu olaydan sonra Hz.Musa (as) Medyen'[88] gitti.Vardığı yerde­ki kaynaktan bir grubun koyunlarını sulamakta olduklarını gördü. O sırada iki genç kızın, koyunlarıyla birlikte sıralarını bekledikleri­ni, çobanlarla haşir neşir olmamak için koyunlarını uzak tuttukla­rını gördü. Bu durumu merak etti. Yaklaşıp kızlara sorunca geride bekleyip durmalarının sebebini öğrenmiş oldu. Onlardaki bu edep ve haya duygusundan dolayı hayran kaldı. Bunun üzerine mert, gayretli ve insaflı bir kişilikle (ki Allah Ona bu gücü vermiş idi.) atılıp çobanların koyunlarını engelledi ve kuyunun ağzından kayayı kaldırdı. Bu kaya aslında bir kaç kişinin bile birlikte kaldıra­mayacakları kadar ağırdı. Orada bulunanlar O'nun bu hünerini hayret içinde seyrettiler.

Hz.Musa (as) kızların koyunlarını suladı ve gidecekleri yere onları uğurladı. Sonra da dönüp bir ağacın gölgesinde oturdu. Bir rahatlık hissediyor, geçmişi ve Mısır'da neleri, kimleri bıraktığını düşünüyordu. Bu memlekette ise hiç kimseyi tanımıyordu. O böy­le düşünürken deminki kızlardan biri gelip, kendilerine yapmış ol­duğu iyiliğin bir mükafatı olarak birlikte evlerine gitmelerini, ba­basının kendisiyle tanışmak istediğini söyledi. Bu daveti kabul et­mekten başka çaresi de yoktu. Önceleri, kızın peşisıra gitmektey­ken, karşıdan gelen esinti sebebiyle bu sefer önüne geçip yürüme­ye devam etti. Kızın babasıyla karşılaşıp tanıştılar. Kızın babası O'nu mükemmel bir insan olarak gördü. Artık emniyetli bir yerde olduğuna dair kendisini teselli etti. Sonra da kızlarından birini O'nunla evlendirmeye karşılık yanında 8-10 yıl kadar çalışmak üzere anlaştılar. Hz. Musa bunun üzerine yanında çalışıp mukave­lesini yerine getirdi. Hz. Musa ile kayınpederi olan o güzel huylu zatın üzerinde anlaştıkları süre sona erdi.

Artık Allah (cc)in takdir ettiği yerine gelsin diye Hz. Musa da gelmiş olduğu yere, Mısır'a yeniden dönmek istedi. Yoluna devam ettiği sırada Allah Teala O'nu elçilikle görevlendirip Firavun'a git­mesini emretti. Allah (cc) bu olayları şöyle izah buyurmaktadır.

"Medyen'e doğru yöneldiğinde:

- Rabbimin bana doğru yolu göstereceğini umarım, dedi.

Medyen Suyuna vardığında, davarlarını sulayan bir insan topluluğu buldu. Onlardan başka hayvanlarını sudan alıkoyan iki (de) kadın gördü. Onlara:

- Derdiniz nedir, diye sordu.

Çobanlar ayrılana kadar biz sulamayız. Babamız çok yaşlıdır onun için bu işi biz yapıyoruz, dediler.

Musa onların hayvanlarını suladı. Sonra gölgeye çekildi:

- Doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım, (bana yapaca­ğın bir iyiliğe şimdi daha çok ihtiyacım var.) dedi.

O sırada kadınlardan biri utana çekine yürüyüp ona geldi. Babam sana sulama ücretini ödemek için seni çağırıyor, dedi. Musa O'na gelince başından geçeni anlattı. O da;

- Korkma, artık zalim milletten kurtuldun, dedi.

İki kadından biri, babacığım onu ücretli olarak tut; ücretle tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdır, dedi.

Kadınların babası:

- Bana sekiz yıl çalışmana karşılık bu iki kızımdan birini sa­na nikahlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlayacak olursan, o senden bir lütuf olur. Ama sana zorluk çıkarmak istemem. Inşa-allah beni iyi kimselerden bulacaktır, dedi.

- Bu seninle benim aramdaki bir iştir. Bu iki süreden hangisi­ni doldurabüirsem kötümsenmemeliyim. Allah söylediklerimi­zin şahididir, dedi.

Musa süreyi doldurunca ailesiyle birlikte yola çıktı. Tur tara­fından bir ateş gördü. Ailesine:

- Durunuz, ben bir ateş gördüm; belki oradan size bir haber yahut tutuşmuş bir odun getiririm de ısınırsınız, dedi.

Oraya varınca kutlu vadinin sağ kıyısındaki ağaç yönünden:

- Ey Musa! Şüphesiz ben Alemlerin Rabbi olan ALLAH'ım, di­ye seslenildi.

- Değneğini at!

Musa, değneğinin yılan gibi hareketler yaptığını görünce dö­nüp arkasına bakmadan kaçtı.

- Ey Musa! Dön gel; korkma; şüphesiz güven içinde olanlar­dansın, denildi.

- Elini koynuna koy, kusursuz olarak bembeyaz çıkacaktır. Kollarını, korkudan gerildikleri zaman koltuklarına yapıştır, (heyecanın yatış acaktır.) İşte bunlar iki mucizedir ki Firavun ve erka­nına karşı Rabbinin iki delilidir. Doğrusu onlar günahkar bir mil­lettir.[89]

Hz. Musa, bu ilahi emir üzerine görevin çok zor olduğunu an­ladı. Mısır'da öldürüleceğinden korkuyordu. Çünkü bir adam öl­dürmüştü ve kendisini öldüreceklerini öğrendikten sonra da kaç­mıştı. Ayrıca hafif peltek idi, fasih konuşamıyordu. Fakat her şeye rağmen görevini yerine getirmesi gerekiyordu. Bu sebeple Rabbin-den, daha açık ve net konuşma yeteneğine sahip bulunan kardeşi Harun'u kendisine destek kılması için istekte bulundu. Ailah Teala da O'nun bu duasını kabul buyurdu. Ailah (cc) bu olayı da şöyle izah buyurmaktadır:

"Musa:

- (Sence de malumdur ki) : Ben onlardan bir cana kıydım. Be­ni öldürmelerinden korkuyorum. Kardeşim Harun'un dili be­nimkinden daha düzgündür. Onu, beni destekleyen bir yardımcı olarak benimle gönder. Çünkü beni yalanlamalarından korkuyo­rum, dedi.

Allah:

- Seni kardeşinle destekleyeceğiz; ikinize bir kudret vereceğiz ki, onlar size el uzatamayacaklardır. Mucizelerimizle ikiniz ve ikinize uyanlar üstün geleceklerdir, dedi.[90]

Hz. Musa (as) Mısır'a varıncaya kadar korku içinde, etrafı göz­leyerek yoluna devam etti. Eve ulaşıp kardeşi Harun'la konuş-tu.O'na da meselenin Allah (cc) tarafından vahyedilmiş olduğunu ve kendisiyle birlikte olması için görevlendirildiğim öğrendi.

Kendilerine Allah (cc) tarafından görevleri vahyedilmesine ve korkmamaları için teselli edilmiş olmalarına rağmen zorbalığın­dan korktukları için yine de Firavun1 a gitmekten çekmiyorlardı.

Ne de olsa insan idiler. Bunun üzerine Allah Teala Hz.Musa (as)'a şöyle hitap buyurdu:

"- Firavun'a gidin, doğrusu O azmış bulunmaktadır. Ona yu­muşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya korkar.

Musa ve kardeşi:

- Rabbimiz! O'nun bize kötülük etmesinden veya azgınlığının artmasından korkuyoruz, dediler.

Allah:

- Korkmayın! Ben sizinle beraberim; görür ve duyarım. O'na gidin şöyle deyin:

"Doğrusu biz senin Rabbinin elçileriyiz. İsrailoğullarını bi­zimle beraber gönder. Onlara işkence yapma. Rabbinden sana bir mucize getirdik; Selam doğruya uyanların üzerine olsun, de­yin, dedi."[91]

Allah Teala'mn "Korkmayın! Ben sizinle beraberim; görür ve duyarım" ifadesiyle onlara yaptığı hitap ikisinin de üzerinde şok tesiri yaptı. Hislerini ürpertti. Öyle ya, her şeye hakim olan, aynı zamanda Firavun'un ve başkalarının canına da sahip bulunan Al­lah (cc) istediği anda bu canları alabilirdi. O yüce Allah (cc) ikisiy­le beraberdi. Gerek konuştuklarını, gerekse Firavun'un verdiği ce­vapları işitiyor, ne yaptıklarını görüyordu. O halde ikisine artık korkmamak düşüyordu.

Bunun üzerine Hz. Musa ve Hz. Harun (as), doğruca Firavun1 a gittiler. îlk karşılaşmalarını yine Allah'ın kitabından dinleyelim:

("Ey Firavun!) Şu kesindir ki: bizi yalanlayıp yüz çevirenin cezalandırılacağı, bize vahyolundu. (Rabbimiz tarafından bize bildirildi.) -

Firavun (küstahça):

- Ey Musa! Rabbiniz de kimdir, diye sordu.

Musa (cevaben):

- Rabbimiz her şeye ayrı bir özellik veren, sonra doğru yola eriştirendir, dedi.

Firavun (bu kez):

- Öyleyse önceki nesillerin durumu rie olacak? dedi. Musa (cevaben):

- Onların bilgisi Rabbimin katında yazılıdır. Rabbim şaşmaz ve unutmaz. Sizin için yeryüzünü döşeyen, yolları açan, gökten su indiren O'dur. Biz o su ile türlü türlü çift, çift bitkiler yetiştir­dik. İster yeyin, ister hayvanlarınızı otlatın, onlarda akıl sahiple­ri için şüphesiz dersler vardır. Sizi yerden yarattık, oraya döndü­receğiz ve tekrar oradan çıkaracağız.

Andolsun ki Firavun'a bütün delillerimizi gösterdik de yalan sayıp kabulden çekindi."[92]

Firavun bu açık gerçekler karşısında cevap vermekten aciz ka­lınca bu sefer, Musa (as)ı sarayında büyütüp yetiştirdiği için min­net edip yaptıklarını basma kakmaya çalıştı. Bu konuda da Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

"Firavun Musa'ya:

- Çocukken biz seni yanımıza alıp büyütmedik mi? Hayatının birçok yıllarım bizim aramızda geçirmedin mi? Sonunda yapa­cağını da yaptın. Sen nankörün birisin, dedi.

Musa (şöyle) karşılık verdi:

- O işi kasten yaptımsa sapıklardan biri sayılırım. Bu yüzden korkunca aranızdan kaçtım. Sonra Rabbim bana hikmet verip beni peygamber yaptı, israiloğullarını köleleştirdiğin için mi bu nimeti başıma kakıyorsun?! [93]

İkinci karşılaşmada ise Firavun, Hz. Musa ve kardeşi Hz. Ha­run'a gücünü göstermek, bu suretle de milletinden ona iman ede­cek kimselere göz dağı vermek ve Allah'ın bu elçisinin sözleriyle alay etmek için, avenelerinden, sadık bendelerinden ve İsrailoğul-larının ileri gelenlerinden oluşan büyük bir kalabalık topladı. Halk toplanınca Firavun Hz. Musa (as)'a sorular yöneltmeye başladı. Bu hadiseyi de Allah Teala yüce kitabında şöyle anlatmaktadır:

"Firavun:

- Alenîlerin Rabbi de nedir? diye sordu. Musa:

- Kesin olarak inanacaksanız, bilinki O göklerin, yerin ve iki­sinin arasında bulunan her şeyin Rabbidir, diye cevap verdi.

(Firavun) yanında bulunanlara:

- (Neler saçmaladığım) işitmiyor musunuz? dedi. Musa (as):

- (Evet) O, sizin de Rabbiniz, geçmiş atalarınızın da Rabbidir, dedi.

Musa:

- Eğer idrakiniz varsa şunu bilin ki O, doğunun, batının ve iki­sinin arasında bulunanların da Rabbidir, dedi.

Firavun:

- Benden başkasını tanrı edinirsen, andolsun ki seni zindan-bk ederim, dedi.

Musa:

- Sana apaçık birşey (bir mucize) getirsem de mi? diye sordu. Firavun:

- Doğru konuşanlardan ise haydi getir, dedi.

Bunun üzerine Musa değneğini attı, bir de ne görsünler onu, besbelli bir yılan...

Elini çıkarıverdi, bir de nasıl görünsün o seyredenlere, bem­beyaz (parlayan eller..)

Firavun, çevresinde bulunan ileri gelenlere (seslenerek):

- Doğrusu bu, maharetli bir sihirbazdır. Sizi sihirle (korkuta­rak) yurdunuzdan çıkarmak istiyor; ne buyurursunuz, dedi.

(Etrafındakiler ona):

- Onu ve kardeşini alıkoy, sana bütün hünerli sihirbazları ge­tirmeleri için adamlarını şehirlere gönder, dediler [94]

İşte kabadayıların ve zorbaların işleri böyledir. Onlara gerçek­ler gösterildiği zaman, bunu yapana deli derler ve tehdit yoluna başvururlar. Nitekim Hz. Musa (as), Firavun'a apaçık mucizeleri gösterdiği zaman, Firavun O'nun için sihirbazdır, dedi ve İsrailo-ğullarmın ileri gelenlerine soru yönelterek şöyle seslendi:

- O, sizi götürüp memleketinizden çıkarmak istiyor, ne buyu­rursunuz? Tabi onlar da şöyle diyeceklerdi:

- O halde sihirbazların büyükleriyle O'nu karşılaştırarak sihri­ni dene bakalım! Sihir de o devirde pek yaygındı. Bu görüş Fira-vun'un hoşuna gitti. Musa (as)'a sihirbazlar karşılaşmak üzere bir randevu verdi ki hem kendisine hem de bütün halka Musa (as)'m Mısır'dan ayrıldıktan sonra sihirbazlık öğrendiğini, bunu da İsra-iloğullarını Mısır'dan çıkarmak için kullanıyor olduğunu göster­miş olsun.

Nihayet kararlaştırılan gün gelip çattı. Sihirbazlar geldiler. Fi­ravun da erkanıyla birlikte bulundu. Hz. Musa (as) da geldi. Sonra Firavun, toplanan kalabalığa hitabetmek için dikildi:

"Firavun milletine şöyle seslendi:

- Ey milletim! Mısır ülkesi (nin toprakları) ve memleketimde akan şu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?

- Yahut ben şu zavallı ve konuşmaktan aciz adamdan daha üstün değil miyim?

(Madem ki doğru söylüyor, peygamber olduğunu ileri sürüyor, o halde asillere takılan altın bilezik ve gerdanlıklar gibi Allah tara­fından) O'nun üzerine de altın bilezikler atılıp takılsaydı ya! Ya-hud beraberinde (kendisine yardım edecek ve O'nu tasdik ede­cek) melekler dizilip gelse ya!

Firavun milletini küçümsedi ama onlar kendisine yine de bo­yun eğdiler. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir milletti. [95]

İşte cahiliyetin, her zaman ve her yerde, üzerinde varlık gös­terdiği bu anlayışla insanlar maddeye değer vermekte, şahısları takdir etmekte ve sözde hakkı tanımaktadır.

Sihirbazlar bu uyuşmazlıktan faydalanmak istediler. Reisleri konuşmak üzere ayağa kalktı. Allah Teala bu sırada cereyan eden sahneyi şöyle izah buyurmaktadır:

"Sihirbazlar Firavun'a geldiler:

- (Musa'yı) yenecek olursak şüphesiz, bize bir mükafat var değil mi? dediler.

A Firavun da:

- Evet, yenerseniz gözdelerden olacaksınız, dedi. [96]

Sonra Musa (as) kalabalığa hitap etmek üzere ayağa kalktı ve sözlerini sihirbazlara yöneltti. Allah (cc) şöyle buyuruyor:

"Musa onlara:

- Size yazıklar olsun! Allah'a karşı yalan uydurmayın, yoksa sizi azapla (cezalandırarak) yok eder. Allah'a iftira eden hüsrana uğrar, dedi. [97]

Sonra sihirbazlar sözü aldılar. Büyükleri konuşurken:

"Sihirbazlar işi aralarında tartıştılar ve konuşmalarını gizli tuttular.

Musa ile Harun'u göstererek: Bu iki sihirbaz, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak, sizin en üstün dininizi ortadan kaldır­mak istiyorlar. Onun için tuzaklarınızı bir araya getirin, sonra sı­rayla gelin. Bugün üstün gelen başarıya erecektir, dediler.

(Hz.Musa'ya meydan okuyarak):

- Ey Musa! Marifetini sen mi önce ortaya atacaksın yoksa biz midediler [98]

Musa onlara:

- Ne atacaksanız atın, dedi.

Onlar da iplerini ve değneklerini attılar ve Firavun hakkı için hiç şüphe yok ki biz üstün geleceğiz, dediler. [99]

Hz. Musa (as) gördüklerinin etkisiyle ürperdi. Onlara:

11 - Haydi atın! dedi. Bir de ne baksın, sihirlerinin etkisiyle değnekleri ve ipleri Musa'ya, sanki yürüyorlarmış gibi geldi.

Musa, bu yüzden içinde bir korku hissetti. (Ona), Korkma! Sen elbette ki daha üstünsün.

Sağ elindekini at da onların yaptıklarını yutsun. Yaptıkları sadece sihirbaz düzenidir. Sihirbaz nereden gelirse gelsin iflah olmaz, (yenilmeye mahkumdur.) dedik.

Sonunda sihirbazlar:

- Biz Musa ve Harun'un Rabbine inandık, deyip secdeye ka­pandılar [100]

Böylece batıl iptal oldu, geçersiz kaldı. Gerçek ise ortaya çıktı. Allah'a karşı gelenler ve hakikat düşmanları telaşlandılar. Bu ara­da konuşmalar çığırdan çıktı, ortalık ağız kalabalığına boğuldu. Bunun üzerine Firavun sihirbazlara hitaben:

"- Ben size izin vermeden O'na iman ettiniz ha! Size sihri öğ­reten büyüğünüz, kesinlikle O'dur. Yemin ederim, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim. Sizi hurma kütüklerine asa­cağım. Hangimizin işkencesinin daha çetin ve daha devamlı ol­duğunu öğreneceksiniz, dedi.[101] Sihirbazlar ise O'na cevaben:

"- Seni, gelen apaçık mucizelere ve bizi yaratana üstün tuta­mayız. Ne hüküm vereceksen ver. Sen ancak bu dünya hayatına hükmedebilirsin. Doğrusu biz, yanılmalarımızı ve bize zorla yap­tırdığın sihri bağışlaması için rabbimize iman ettik. Allahın vere­ceği mükafat daha iyi ve daha devamlıdır, dediler.

"Rabbine suçlu olarak gelen bilsin ki, cehennem onun için­dir. Orada ne ölür, ne yaşar.

Rabbine inanmış ve yararlı iş yaparak gelenlere, işte onlara: en üstün dereceler, içlerinden ırmaklar akan, temelli kalacakları ADN cennetleri vardır. Bu arınanların mükafatıdır." [102]

Bütün bunlara rağmen Firavun sihirbazları öldürdü, halka te­rör uyguladı. Ortalığı bir korku ve panik sardı. Bu sebeple Firavun ve avenelerinin korkusundan, Hz. Musa (as)'m kavmi olan îsrailo-ğulları dahil, halktan küçük bir azınlığın dışında kimse iman et­medi.

Allah şöyle buyurmaktadır:

"Firavun ve erkanının kendilerine fenalık yapmasından korktukları için milletinin bir kısım gençleri dışında kimse Mu­sa'ya inanmadı. Çünkü Firavun o yönde hakimdi. O gerçekten aşırı gidenlerdendi [103]

Bundan sonra müminlerle kafirler arasında artık hesaplaşma başladı. Müminler birbirlerine destek olup Hz. Musa (as)'ın evini de Allahın emrine binaen karargah haline getirdiler.

'Allah (cc) şöyle buyuruyor: "Musa ve kardeşine:

- Mısır'da milletinize evler hazırlayın, evlerinizi namazgah edinin, namaz kılın diye vahyettik. (Musa'ya) insanları müjdele.(dedik.)[104]

Belki dönüş yapar da tövbe ederler diye Allah Teala Firavun'un halkına yıllarca süren bir kıtlık verdi; gelirlerini kıstı, meyvalarını azalttı. Fakat bunun onlara yararı olmadı. Bilakis iyi bir sonuç al­dıkları zaman bunu kendi becerilerine ve işleri iyi programladıkla­rına bağladılar. Kötü bir sonuç aldıkları zaman ise bunu, Musa'nın aramızda bulunmasından sebep bu uğursuzluk başımıza geldi, şeklinde yorumladılar.

Hatta onlardan bazıları; bu olumsuzlukların, Musa'nın sihir gücünün bir neticesi zannına bile kapıldılar. Bu da bilakis onların inat ve küstahlıklarını kamçıladı. Bunun üzerine Allah (cc), belki ders alırlar diye onlara su baskını, çekirge, haşerat ve kurbağa mu­sallat etti. Bununla da akıllanmadılar. Nitekim her defasında bir mucizeyle karşılaştıkça:

- Ey Musa! Rabbine yalvar da şu belayı başımızdan kaldırsın diye ricalarda bulundular. İsteğimiz gerçekleşirse inandığına biz de inanacağız, arzu ettiğin şekilde İsrailoğullarım seninle birlikte göndereceğiz, deyip durdular. Ne varki Allah (cc) cezalarını hafif­lettikçe ahitlerini bozdular, vaatlerinin aksine davrandılar, vaktiy­le söylediklerini bilmemezlikten geldiler. Böylece Allah Tealamn buyurduğu gibi oldu:

"Andolsun ki biz, Firavun ailesini ders alsınlar diye kuraklık ve kıtlıkla cezalandırdık.

Onlara bir iyilik geldiği zaman, bu bizden ötürüdür, derler. Bir fenalığa uğrayınca da Musa ve O'nunla beraber olanların uğursuzluğuna verirlerdi. Bilin ki kendilerinin uğradığı uğursuz­luk Allah tarafındandır, fakat çoğu bilmezler.

Firavun ailesi (Musa'ya);

- Bizi büyülemek için ne yaparsan yap sana asla inanacak de­ğiliz, derler.

Bunun üzerine, kudretimizin ayrı ayrı kanıtları olmak üzere: başlarına sel, (ekinlerine) çekirge, haşerat, (sularına) kan gönder-dik.yine de inat ettiler, küstahlık yaptılar. Onlar işte öyle suçlu bir millet idiler!

Üzerlerine o ceza çökünce:

- Ey Musa! (ne olursun), sana verdiği peygamberlik hürmeti­ne (Rabbine) bizim için yalvar. Eğer bizden bu cezayı kaldırırsan and olsun ki sana iman edeceğiz ve İsrailoğullarım da seninle birlikte göndereceğiz, dediler. Nasıl olsa (tekrar) başlarına gele­cek bir cezayı (yeniden) çarptırıhncaya kadar, bir süre (için) bu cezayı kaldırınca hemen caydılar."[105]

Bütün şer güçleri ve Musa (as)'in milletinden bile olsa menfa-atçüerin hepsi Firavun'un yanında, buna mukabil bütün hayır güçleri ve hatta Firavunun milletinden bile olsa iyiler Hz. Mu­sa' nın safında yerlerini aldılar. Bütün kötülük unsurları ağ gibi bir­birlerine bağlandılar. Bu arada firavun zorbalığın, Haman menfa-atçılığın, Karun bolluktan dolayı azmışlığın sembolü haline geldi­ler. Karun Hz.Musa (as)'in milletinden olduğu halde çıkan O'nu Firavun'nun yanında yer almasını icap ettirdi. Onunla ilgili olarak Allah Teala şöyle buyurmaktadır:

"Karun Musa'nın milletindendi, ama onlara karşı azdı.Biz O'na anahtarlarını güçlü bir topluluğun zor taşıyabildiği hazine­ler vermiştik. Milleti O'na:

- Böbürlenme! Allah şüphesiz ki böbürlenenleri sevmez, de­diler.[106]

Şerri temsil eden bu üç kuvvet hakkında Allah Teala şöyle bu­yuruyor:

"- Şu gerçektir (Bunu bilin) ki Musa'yı mucizelerimiz ve apa­çık delillerle Firavun, Haman ve Karun'a göndermiştik.

Onlar:

- Bu yalancı sihirbazın biridir, demişlerdi.

Musa tarafımızdan onlara gerçeği getirince (bu sefer de):

- Onunla beraber iman etmiş kimselerin oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bırakın, dediler. Ama inkarcıların hilesi elbette boşa gider.

Firavun

- Beni bırakın da Musa'yı öldüreyim. O, Rabbine yalvara dur­sun. Onun, sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde bozgun çıkaracağından korkuyorum, dedi. [107]

Firavun'un taraftarlarından, iman edenlere gelince, bunlar Fi­ravun'a karşı duydukları korku ve otoritesinden kapıldıkları deh­şet sebebiyle imanlarını gizliyorlardı. Ancak halk, Firavun'un ve Musa'nın taraftarları olarak kesin şekilde ikiye ayrılınca herkes ya müminlerin ya da kafirlerin safında yerini almaya başladı. Çünkü insanlar arasında, onları birbirine bağlayan, inanç bağından baş­ka bir bağ olamaz. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:

"Firavun'un taraftarlarından imanını gizleyen bir adam

(inanmayanlara öğüt vererek) şöyle dedi:

- Siz, yaradanım Allah'tır, diyen bir adamı öldürürsünüz ha! Oysa ki Rabbinizden size kanıtlarla gelmiştir. Eğer yalancıysa yalanı kendisini ilgilendirir. Yok eğer doğru söylüyorsa, sizi tehdit ettiğinin hiç değilse bazıları başınıza gelebilir. Elbette ki Allah aşırı yalancıyı doğru yola erdirmez.

Ey milletim! Bugün memlekette hükümranlık sizindir. Mısır topraklarında üstün olanlar sizsiniz.Fakat Allahın cezası bize ge­lip çarpacak olursa ona karşı kim bize yardımcı olabilir?

Firavun:

- Ben size kendi görüşümden başkasını tavsiye etmiyorum. Ben size ancak doğru yolu gösteriyorum, dedi.

inanmış olan (O) adam dedi ki:

- Ey milletim! Doğrusu ben (Musa'yı yalanlamanızın bir sonu­cu onlar) sizin (vaktiyle) Nuh milletinim, Ad, Semud ve onlardan sonra gelenlerin durumu gibi (korkunç cezalara çarptırılacağınız) günler yaşayacağınızdan korkuyorum. (Yoksa günahsızları ceza­landırmak suretiyle hiç bir zaman) Allah, kullarına zulmetmez.

Ey milletim! (imdat için birbirinizi yardıma çağıracağınız kıya­metteki) karşılıklı feryad gününden (sizin) hesabınıza korkuyo­rum. Arkanızı dönüp kaçacağınız gün Allah'a karşı sizi koruyan bulunmaz. Allah'ın saptırdığı kimseyi ise doğru yola getirecek yoktur.

Şu bir gerçektir ki: Yusuf da daha önce delillerle size gelmişti. Size getirdiği şeylerden şüphelenip durmuştunuz. Sonunda Yu­suf ölünce -Allah O'ndan sonra hiç bir peygamber göndermeye­cek demiştiniz. Allah aşırı şüpheciyi işte böyle saptırır."[108]

Firavun gitgide küstahlaşıyor, otoritesini ve gücünü gösterme­ye çalışıyor ve daha çok şeyler, hatta imkansız şeyler bile gerçek­leştirebileceğini kanıtlamak için uğraşıyordu.

Haman da, imkansız bile olsa Firavun'un her istediğini ger­çekleştirdiğini gösteriyordu.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Firavun:

- Ey Haman! Bana bir kule yap; belki yollara, göklerin yolları­na erişirim de Musa'nın tanrısını görürüm. Doğrusu ben onu ya­lancı sanıyorum, dedi.

İşte bu şekilde, Firavun'a, çirkin gidişatı kendisine beğendi­rildi ve doğru yoldan alıkondu. Firavun'un hilesi elbette boşa gi­decekti."'[109]

Gerek Firavun'un, gerekse milletinin ve erkanının zulüm ve baskıları, gittikçe arttığı, gün geçtikçe daha dejenere oldukları ve gördükleri birçok mucizelere rağmen akıllarını başlarına almadık­ları için artık onlardan önceki sapmış milletlerin basma gelen fe­laketleri haketmiş oldular.

Durumun bu aşamasında Allah Teala Musa (as)'a, îsrailoğulla-rıyla birlikte doğu yönüne doğru yol almalarını emretti. Firavun ve ordusu arkadan izleyerek nihayet onlara ulaştı. Sonunda zalimler küfürleriyle beraber sulara gömüldüler. Musa (as) ve milleti ise kurtuldular.

Allah Teala şöyle buyurmaktadır: Vakıa Musa'ya;

- Kullarımı gece yürüt, denizde onlara kuru bir yol aç. Bat­maktan ve düşmanların yetişmesinden korkma, endişe etme di­ye vahyettik.

Firavun ordusuyla onları takip etti, deniz de onları (ansızın) yutuverdi.

Firavun milletini saptırdı, onlara doğru yolu göstermedi.[110]

Firavun ve ailesinin ölümüyle birlikte devlet de hemen zayıfla­dı. İdareyi ele alacak kimse kalmadı. Pers Devleti ise güçlenmişti.

Persler Mısır'a göz diktiler ve nihayet imparator Kambiz [111] komu­tasında ülkeye girip istila ettiler. Yunanlılar güçleninceye kadar Persler burada kaldılar.

Sonra Makedonyalı Büyük iskender Hicretten 954 yıl önce gelip Mısır'ı işgal etti. İskender'in ölümüyle birlikte O'nun halefle­ri olan Ptolemeler Mısır'a hakim oldular. Sonra da Romalılar bu­raya sahiplendiler ve Mısır Roma'mn vilayetlerinden biri haline geldi. Zamanla Hıristiyanlık Mısır'a yayıldı. Roma devlet kilisele­rinden ayrı bir kiliseye sahip oldu. Bu sebeple de aralarında anlaş­mazlıklar doğdu. Mısır halkı Kıbt Milleti veya Kıbtlar olarak tanın­dılar. İslam dini yayılıp halkı içinde bulundukları çelişkilerden kurtanncaya kadar durum bu şekilde devam etti. [112]

İlk Çağlarda Arap Yarım Adası

Babasının yaptığı gemi karaya oturduktan sonra Hz. Nuh (as)'ın oğlu Şam'ın, çocukları ve torunlarıyla birlikte dağlardan in­diğini, bir süre bu yörelerde yaşadıktan sonra ilk beşikleri olan mezopotamyanm güneyine doğru yöneldiklerini ve oralarda bu sülaleden bir cemaatin yerleşerek çoğalıp daha sonraları Sümer­ler adını aldığını daha önce söylemiştik.

Bu sülaleden başka cemaatlar de Arap yarımadasına dağılmış­lardı. Ad, Semûd, Cedis ve Âmâlık (dev yapılı insanlar) gibi kabile­ler bu cemaatlerden idiler. Amalık denilen iri yapılı insanların özel niteliklere sahip tiplerden oluşan bir kabile olduğu yolunda bir gö­rüş varsa da yukarıda bahsi geçen kabilelerin hepsi esasen Amalık idiler.

Çünkü bunların cüsseleri, sonradan ortaya çıkan insan tipin­den daha iriydi. Aynı zamanda bunlar daha uzun süre yaşayan in­san tipleriydi.

Arap Yarımadası yerlilerinin Hicretten yaklaşık 1600 yıl Öncesi­ne kadar bu tiplerden oluştuğunu söyleyebiliriz. Boyca onlar ka­dar uzun ve yaş bakımından da onlar kadar ömür sürmemiş olsa­lar bile soyları onlardan sonra da bu isim altında tanındılar.

Aynı hususiyetlere sahip bulunan bu bölgenin her tarafında, sonradan Arapça adı verilen dilin ilk oluşumu başladı. Çevre, bu sebeple de adını o düden aldı ve bu bölgeye Arap diyarı denildi.

Ad Kavmine gelince bu topluluk, Ahkaf Bölgesinde, bugün Hadramut denilen memlekette yerleşmiş ve denize kadar uzanmış bulunuyorlardı. İşte bu bölgede bulunan El-Mukella kentinin ku­zeyine düşen El-Şahr kenti Ad kavmine ait eserlerin enkazı üzerin­de kurulmuştur.

Ad Kavmi, Tufandan sonra putlara tapan ilk kabile sayılmakta­dır. Bunların üç tane putları vardı. Şada, Samura ve Hera Ad halkı güçlü, sert ve acımasız idiler. Tepeler üzerinde birçok saraylar inşa ettiler. Allah Teala, onlara vadiden akan bol sular ihsan etti. Vadiyi ektiler, arazilerini suladılar. Bağ ve bahçeleri ekili ve içlerinde su pınarları vardı.

Ancak Allah'ın emirlerine karşı geldiler. Allah (cc) kendi arala­rından birini onlara elçi olarak gönderdi ki O da Hz. Hud {as) dır.

Bu peygamber onları, Yüce Allah'a ibadet etmeleri için davet­te bulundu ise de reddettiler. Kibirleri ve günahkarlıkları onları bu davete uymaktan alıkoydu. Sahip oldukları imkanlar ve inşa ettik­leri saraylar gözlerini büyüledi.

Allah Teala onlar için şöyle buyurmaktadır: "Ad Milletine de kardeşleri Hud'u gönderdik.

- Ey Milletim! Allah'a kulluk edin, O'ndan başka tanrınız yok­tur. Karşı gelmekten sakınmaz mısınız, dedi.

Milletinin inkarcı ileri gelenleri:

- Biz seni bir çılgınlık içinde görüyoruz ve seni yalancılardan sanıyoruz, dediler.

(Hz.Hud (as) ise halkına hitaben:

-Ey Milletim! Bende çılgınlık (delilik) yok; ancak ben alemle­rin Rabbi tarafından (size) gönderilmiş bir elçiyim, dedi.

Size Rabbinizin sözlerini bildiriyorum. Ben sizin için güveni­lebilir bir eğiticiyim. Sizi uyarmak üzere aranızdan bir adam va­sıtasıyla Rabbinizden bir haber gelmesine mi şaşıyorsunuz? Al­lah'ın sizi Nuh'un milleti yerine getirmiş olduğunu ve vücutça da onlardan üstün kıldığını hatırlayın, başarıya erişebilmeniz için Allah'ın nimetlerini anın, dedi.

(Hz. Hud'un halkı bu kez O'na şöyle seslendiler):

- (Yani) bize, yalnız Allah'a kulluk etmemizi, babalarımızın taptıklarını bırakmamızı söylemek için mi geldin? Doğru söyle­yenlerden ise haydi bizi tehdit ettiğin cezaya uğrat (da görelim) dediler.

(Hz. Hud onlara şöyle cevap verdi):

- Hiç şüphesiz artık Rabbinizin cezasını ve öfkesini haketti-niz. Allah'ın haklarında hiç bir delil indirmediği, adlarını bile siz ve atalarınızın uydurduğu putlar hakkında mı benimle tartışı­yorsunuz? O halde bekleyin! Ben de sizinle beraber (sonucu) bek­leyeceğim.

(Sonunda) Biz rahmetimizle Hud'u ve beraberinde bulu­nanları kurtardık, ayetlerimizi yalanlayarak inanmayanların kö­künü kazıdık."[113]

Hicaz'da Vadi'I-Kura Bölgesinin kuzeyinde Medine-i Münev­vere ile Tebuk arasındaki El-Ala yöresinde yerleşik bulunan Se-mud Kavmine gelince bunlar, Ad Kavmi yok olduktan sonra bura­da yaşamışlardır.

Semud'lular da Arapça konuşurlardı. Kendilerine birtakım putlar yapmış, Allah'a değil, bunlara tapıyorlardı. Allah Teala bun­lara Hz. Salih'i elçi olarak gönderdi. Hz. Salih, eşi ve benzeri bu­lunmayan Allah'a ibadet etmeleri için onlara çağırda bulundu. Ka­bul etmediler ve diğer kavimler gibi bunlar da Allah'a kulluk etme­yi reddettiler.

Üstelik Hz. Salih için; deli, sihirbaz, çılgın ve daha neler neler demediler!

Semud'lular bir gün adet haline getirdikleri üzere bir yerde toplanmış bulunuyorlardı. Allah'ın elçisi Hz. Salih de oraya geldi. Onları Allah'a inanmaya davet etti, düşündürmeye ve korkutmaya çalıştı, kendilerine öğüt verdi.

Kalabalığın içinde bulunan saygısızlıklardan bir takım kimse­ler Hz. Salih'i, -kendisinden mucize göstermesini isteyerek- pes ettirmeye çalıştılar. O'na civarında bir devenin bulunduğu yakın­daki bir kayayı göstererek ve bazı vasıflar sıralayarak şöyle seslen­diler:

- Eğer sen şu kayayı şu sıfat ve şekillere sokacak olursan sana inanırız aksi halde -tek kelimeyle- seni dinleyecek halimiz yok, an­ladın mı şimdi ne istiyorsan onu yap! dediler.

Bunun üzerine Hz. Salih (as) caymamaları için onlardan söz aldı ve bu mucizeyi gerçekleştirmek maksadıyla Rabbine yalvar­mak üzere oradan ayrıldı.

Allah Teala O'nun duasını kabul buyurdu ve (bir mucize ola­rak) deve (kayadan) meydana geldi.

Hz. Salih onlara şöyle dedi:

- Bakın! Allah Teala'nın kayadan yaratmış olduğu bu deve iman etmeniz için bir mucizedir. Bırakın onu, Allah'ın mülkü olan şu yeryüzünde otlasın. Ona herhangi bir kötülükle sakın dokun­mayın! Fenalık edecek olursanız, büyük bir cezaya çarpılırsınız! Hem sonra şehrin pınarından, bu deve günaşırı su içecektir. Pı­nardan sırayla bir gün deve su içecek, ertesi gün ise halk su alacak­tır. Ayrıca bu deve istediği yerde otlayabil e çektir. Bunun üzerine Hz. Salih'in milletinden bir grup O'na inandılar. Geriye kalanlar ise küfür, sapıklık ve inatlarında devam ettiler, inkarcılar bu deve­ye karşı büyük bir sıkıntı duyuyorlardı. Bacaklarını kesip ondan kurtulmak için sözbirliği ettiler. Bazı kadınlar da halkın ayak takı­mını deveyi Öldürmek üzere kışkırttılar. Bunlar dokuz kişi idiler. Allah Teala bunların hakkında şöyle buyurmaktadır:

"O şehirde, ortalıkta bozgunculuk yapan, (bilakis karışmış olan ortalığı) düzeltmeye çalışmayan dokuz kişi vardı."[114]

İşte bu dokuz kişi o mucize deveyi öldürmek için bütün kabi­leyi teşvik ettikleri gibi bizzat kendileri onu öldürdüler. Allah Teala bu konuda da şöyle buyurmaktadır:

"Nihayet o dişi deveyi öldürüp Rablerinin emrine karşı geldi­ler ve 'Ey Salih! Eğer sen peygamberlerdensen bizi tehdit edip durduğun cezaya uğrat bakalım (!)' dediler.[115]

Kendilerine Hz. Salih (as) tarafından haber verildiği üzere, Al­lah'ın vereceği cezayı üç gün merakla beklediler. Allah Teala bu ha­diseyi de şöyle izah buyurmaktadır:

"Nihayet (devenin) bacaklarım keserek onu öldürdüler. Bu­nun üzerine Salih onlara şöyle dedi:

- Memleketinizde üç gün dahayaşayadurun. (Sadece üç gün­lük ömrünüz kaldı) işte (başınıza gelecek olan hadise) yalanlana-mayacak vadedilmiş bir cezadır.[116]

Belirlenen saatte göklerde, tam başlarının üzerinde korkunç bir gürültü koptu, yerde de şiddetli bir sarsıntı meydana geldi, in­sanlar evlerinde derhal cansız birer ceset oldular, yerlerde hare­ketsiz kaldılar. Sanki hiç yaşamamış gibi bir manzaraları vardı.

Daha önce de Hz. Salihi (as)'ı öldürmeyi düşünmüş, bu konu­da suikast planlamışlardı.

Allaha Teala bunu da şöyle anlatmaktadır: "Aralarında yeminleşerek şöyle dediler:

- Salih ve ailesine bir gece baskın yapıp onları öldürelim. Sonra geride kalan akrabasına yeminle diyelim ki:

- Biz O'nun öldürülme olayını görmedik, şüphesiz doğru söyleyenlerdeniz. Onlar işte böyle bir hile düzenlemişlerdi, biz de farkettirmeden hilelerinin cezasını verdik, (onları helak ettik.)[117]

Tarihin seyri böyle devam ederken bir zamanlar Hz. İsmail (as) annesi Hacer'le birlikte Fârân Tepesi'ne yerleştiler. Bu mevki Mek­ke'nin bulunduğu yerdir. Burada zemzem suları fışkırmaya başla­dı. Bu sıralarda Curhum Kabilesi Yemen'den kuzey yönüne doğru göç etmiş, bu mıntıkaya uğramış ve suya rastlamışlardı. Bunun üzerine suya yakın biryerde konaklamak üzere Hacer'den izin iste­diler. O da muvafakat etti. İşte Hacer'in oğlu Hz. İsmail bunların arasında yetişti, dillerini öğrenerek Araplaştı. Annesi vefat ettikten sonra da bunlardan evlendi.

Hz. İbrahim (as) da arada bir gelip ailesini ziyaret ediyor, du­rumlarını sorup öğreniyor, böylece huzur duyuyordu. Oğlu Hz.İs-mail'le beraber Hicretten yaklaşık 3800 yıl önce Kabe'yi inşa etti. Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail (as), civarında yaşayan kavme Allah tarafından elçi olarak gönderildi.

Aynı zamanda Hz. İbrahim Halilullah (as) 'in, hanımı Yaktın kı­zı Kantura'dan olan oğlu Medyen Arap Yarımadasının kuzey-batı bölgesinde yaşıyordu. Bu bölge günümüzde de Medyen adıyla bi­linmektedir. Soyundan gelen kuşaklar çoğaldıktan sonra Allah'ın gösterdiği doğru yoldan sapmaya ve kötü bir gidişat takip etmeye başladılar. Allah onlara, ilahi belirtilerini hatırlatmak üzere arala­rından birini elçi olarak gönderdi ki o da Hz. Şuayb (as)'dır. Öyle belli ki bu kabilenin, Akabe körfezine ve Kızıl Denizi'nin kuzeyine doğru uzanmakta olan vadinin de içinde bulunduğu, günümüzde Şuayb Mağaraları adıyla bilinen yöreyi de kapsadığı geniş bir yer­leşim alanı vardı.

Yaşadıkları bu bölgede alışverişte hileli ölçü ve tartı ile mu­amele ediyor, müşterileri, noksan mal tartarak aldatıyorlardı.Hal-buki kendileri için satın aldıkları zaman bol bol alıyorlardı. Bu böl­ge, Tebuk yöresini de içine alıyordu. Bu yörede oturanlar El-Eyke ormanının ortasında bulunan kocaman bir ağaca tapmakta idiler.

Bu, oralarda tanınmakta olan bir ormandır. Halk, ölçü ve tartıda doğru davranmamayı kınamak niyetine bunu yapıyordu. Bölge, aynı zamanda bugünün Ürdün topraklarının güneyinde bulunan Maan yöresinin bir kısmını da kapsıyordu. Allah Teala birinci top­luluk hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'i gönderdik. (Şuayb) onlara şöyle dedi:

- Ey milletim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yok­tur. Ölçüyü tartıyı eksik tutmayın. Doğrusu ben sizi bolluk içinde görüyorum. (Ama hileye devam edecek olursanız) sizi (dehşetiyle) saracak bir günün belasından korkuyorum.

Ey milletim! Ölçü ve tartıda adaleti yerine getirin. (İnsanların hakkını ifa edin.) insanların mallarını eksik vermeyin ve yeryü­zünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.

Eğer inanıyorsanız, Allah'ın helal olarak bıraktığı kâr, sizin için daha hayırlıdır. (Allah'ın cezasını hakedecek olursanız) sizi koruyucu da değilim.

(Şuayb1 in milleti ise karşılık olarak) şöyle dediler:

- Ey Şuayb! Atalarımızın taptıkları putlardan vazgeçmemizi, ya da mallarımız üzerinde istediğimiz gibi tasarrufta bulunmak­tan çekinmemizi sana namazın mı emrediyor? Doğrusu ne kadar da yumuşak huylu ve aklı başında birisin! (maşallah!...diyerek alay ettiler) [118]

Böylece Hz. Şuayb'in davetini reddettiler, onlara emrettiği şey­leri bümemezlikten, umursamazlıktan geldiler, yol kesicilik ve ge­len geçenlere ait malların onda birini gaspetmek gibi suçlardan vazgeçmeyi de kabul etmediler. Ne zamanki Allah'a karşı başkaldı-rıcıhkta ve doğru yolu umursamazlıkta ısrar ettiler, Allah'ın emriy­le kopan korkunç bir gürültü sonucu bir anda hepsi birlikte öldü­ler, hiç yaşamamış gibi memleketlerinin toprakları üzerinde cansız, yerlere serildiler. Allah Teala bu olay hakkında da şöyle buyur­maktadır:

"Buyurduğumuz ceza (başlarına) gelince Şuayb'ı ve berabe­rindeki inananları -tarafımızdan bir rahmet eseri olarak- kurtar­dık. Haksızlık yapanları (ise) kopan (korkunç) gürültü yakalayı-verdi, oldukları yerde devrilip öldüler.

Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Bilin ki Semûd milleti Al­lah'ın rahmetinden uzaklaştığı gibi medyen halkı da uzaklaştı."[119]

Keza El-Eyke civarında oturan Tebuk halkının durumu da böy­le oldu. Çünkü peygamberleri olan Hz. Şuayb (as)'ı sihirbazlıkla suçladılar ve şayet doğru söylüyorsa kendilerini tehdit ettiği ilahi cezanın başlarına gelmesi için ne gerekiyorsa onu yapmasını iste­diler. Korkmadıklarını, Şuayb (as)'m doğru olmadığım ve doğru söylemediğini ileri sürdüler. Allah Teala onların hakkında şu ayet­leri indirmiş bulunmaktadır:

"Eyke'liler de peygamberleri yalanladılar. Şuayb onlara şöyle dedi:

- Allah'tan korkmuyor musunuz? Gerçek şudur ki ben size (Allah tarafından gönderilmiş) güvenilir bir elçiyim. Artık Al­lah'tan korkun ve bana itaat edin.

Ben buna karşılık sizden bir ücret (de) istemiyorum. Benim mükafatım ancak alemlerin Rabbine aittir.

Ölçüyü ve tartıyı tam yapın, (malı) eksik verip (müşteriyi al­datmayın) hak yiyenlerden olmayın.

Doğru terazi ile tartın.

İnsanların (satın aldıkları) eşyayı (mal ve emtiayı) noksan ver­meyin ve yağmacılıkla ortalıkta karışıklık çıkarmayın.Sizi ve daha önceki nesilleri yaratan (Allah'dan) korkun. ;

Onlar (ise) Şuayb'a (cevaben) şöyle dediler:

- Sen ancak büyülenmişin birisin. Bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Doğrusu seni yalancılardan sanıyoruz. Eğer doğru sözlü isen üzerimize gökten bir parça düşür bakalım!

Şuayb:

- Rabbim yaptıklarınızı çok iyi bili dedi.

Ama O'nu yalanladılar. (Güneşin bunaltıcı sıcağından korun­mak için farkında olmadan, ceza olarak gönderilen bulutun altına sığındıkları bir sırada mahvolup gittikleri) o (dehşetli) gölge günü­nün felaketi onları yakalayıverdi. Gerçekten de o, korkunç bir ce­za gününün felaketi idi [120]

Gökten kopan gürültü şeklindeki ceza Hz. Şuayb (as) 'm mille­tinden belli bir cemaate isabet etmiş, gölge yapan bulutun yok edici etkisine ise bir diğer cemaat uğramıştı. Hz. Şuayb (as)'in, ta­raftarlarından oluşan bir güce sahip bulunduğu da ayrıca anlaşıl­maktadır ki O'nun bu avantajı kendisini öldürmek konusunda on­ları korkutmuş, cesaretlerini kırmıştır. Nitekim Allah Teala'mn ver­diği şu haber bu gerçeği teyit etmektedir:

"- Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyor, doğrusu seni aramızda güçsüz görüyoruz. Eğer taraftarların olmasaydı seni taşa tutardık (öldürürdük). Esasen bizim gözümüzde pek itibarın da yoktur, dediler.

{Şuayb ise cevaben) şöyle dedi:

- Ey halkım! Benim aşiretim size göre Allah'dan daha mı güç­lüdür ki, (beni onların korkusundan öldüremediniz de) Allah'a sırt çevirdiniz. Vakıa, Rabbim bütün yaptıklarınızdan haberdardır [121]

Ad Kavminin soyundan gelen kabilelerden biri de Kahtan Ka-bise'dir. Bunlar Yemen'de yerleşmişlerdi. Nesilleri çoğaldı, Yemen'i imar ettiler. Çok büyük bir hızla çoğaldılar. Bu sebeple aralarından bazı cemaatlar kuzeye ve kuzeydoğuya doğru göçtüler. İşte cema­atlerden biri de Mekke'de yerleşen Curhum Kabilesi'dir ki Hz. İb­rahim Halilullah'ın oğlu Hz. İsmail (as) ile akraba oldular.

Kahtaniler, Yemen'de, savaş ve denizcilikleriyle tarihte meşhur bir devlet kurmuşlardır. Bu devlet Maîn adıyla tanınmıştır. Bu dev­letin merkezi San'a'nın kuzeydoğusuna düşüyordu.

Bu ülkeyi uzun zaman bir sülale idare etmiş sonra başka hane­danlar yönetime gelmiş, daha sonraları ise Sebe'(Saba) adıyla bili­nen bir aile işbaşına gelmiştir. Sebe' adını, Sebe' bin Yeşcib, bin Ya'rib, bin Kahtan adındaki, atalarından birinin soyundan geldik­leri için almışlardır.

Kahtaniler tarıma çok önem vermiş, aralarında en ünlülerin­den biri olan Me'rib Barajının bulunduğu bir çok barajlar yapmış­lardır. Sebe' halkı güneşe, aya ve yıldızlara tapıyorlardı. Komşuları olan milletlerin bu yüzden başlarına gelen felaketlerden hiç ibret almadılar. Başlarındaki hükümdarların sonuncusu, sonraları Hz. Süleyman döneminde yaklaşık, Hicri 1600 yıl önce Filistin'e intikal eden Kraliçe Belkıs'tır. Ondan sonra devletin gücü zayıflamaya başladı, tarım alanındaki işler ihmal gördü, barajlara verilen önem azaldı. Bu sebeple de barajlar yıkıldı, Me'rib barajının şeddi devril­di, ülkeyi sular bastı, bu yüzden halk kaçarak bölgeyi terk etti, çe­şitli yönlere doğru dağılıp gittiler. O yemyeşil bağ ve bahçelerini yarı çöle benzer bir manzara aldı. Tek tük turfa ve anber ağaçların­dan başka bir şey buralarda artık bitmez oldu.

Allah Teala onların halini şöyle anlatmaktadır:

"Gerçek şu ki: Sebe' halkı için memleketlerinde (kudretimizin. belirtilerinden) bir alamet vardı. Sağlı sollu iki taraflı bahçeler...

(Peygamberleri onlara şöyle demişti):

- Rabbinizin rızkından (size ihsan ettiği bol nimetlerden) yi-; yin ve O'na şükredin. (Çünkü şu memletiniz) hoş bir ülke, Rabbi-niz de mağfireti bol bir Rab'dır.

Fakat onlar yüz çevirdiler. Biz de üzerlerine silip süpüren bir sel salıverdik ve o güzelim iki taraflı bahçelerini buruk yemişli turfalar ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan harab olmuş iki alana dönüştürdük.

İşte böylece inkarlarından ötürü onları cezalandırdık. Biz nankörlerden başkasına ceza verir miyiz? Onlarla kutlu kıldığı­mız (Hicaz, Filistin gibi) memleketler arasında (güzellikleriyle) göze çarpan sıra sıra şehirler var etmiş, aralarında kolayca seya­hat etmeyi takdir buyurmuştuk da geceleri ve gündüzleri güven içinde gezin demiştik.

Buna karşı onlar (küstahça bazı isteklerde bulunarak):

- Ey Rabbimiz! (bulunduğumuz bu memleketle diğer ülkeler arasındaki mesafeleri uzat) yolculuk yaptığımız yerleri birbirin­den uzaklaştır. Dediler ve (Allah'a karşı sarfettikleri bu edepsizce isteklerle) bizzat kendi kendilerine zulmettiler. Biz de onları (sonraki nesiller tarafından) ibretle anlatılan hikayelere konu et­tik. (Başka yerlere göçe mecbur ederek) kendilerini dağıttık. Doğ­rusu bunlara verdiğimiz cezada çok sabırlı ve çok şükredenler için dersler vardır." [122]

Bu onların hakettiği ceza idi. Çünkü kraliçeleri Belkıs iman et­tiği gibi onlar iman etmediler. Hz. Davud (as)'ın oğlu Hz.Süley-man (as)'in yaptığı çağrıyı kabul etmediler. Bilakis inatlarında ıs­rar ettiler ve bu suretle de bizzat kendi nefislerine zulmetmiş oldu­lar ki Allah Teala onları bu sebeple, ahiretteki cezaya oranla daha basit sayılan bir cezaya çarptırdı.

Me'rib Barajının yıkılmasından sonra Yemenlilerin tümü ülke­yi terketmemişlerdi. Bazı azınlıklar birbirlerinden uzak ve dağınık halde kalakalmışlardı. Bu durum ülkede bir takım küçük emirlik­lerin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu emirliklerin her biri tarıma el­verişli birer bölgede varlık gösterdiler. Bu sitelere Mahfed, yöneti­cilerine de Arapçada sahip demek olan Zu adı verildi. Sitelerden birkaç tanesi de aynı zamanda bir Zu'nun idaresi altına girebiliyordu. Bir tek kişi tarafından idare edilen böyle birkaç mahfedin oluşturduğu siteler topluluğuna Mihlaf, başındaki idareciye de Kayl denirdi. Dolayısıyla bu devirde Yemen birkaç Mihlafdan oluşmaktaydı. Sonradan kurulan devletin çekirdeği işte bu mihlaf-lardan oluştu. Nitekim Zıfar Bölgesinin adı yavaş yavaş duyulma­ya başladı. Sebe' Devleti yıkılınca yerine işte bu Zıfar Devleti ku­ruldu. Sonraları Humeyr Devleti adım aldı. Bu devletin kralı: Sebe', Hadramut ve Zureydan Hükümdarı unvanıyla tanınırdı. Halbuki Maînîler zamanında sadece Melik (kral) unvanını taşırdı. Sebeiler döneminin başlarında ise bunlara Muknb denildi. Sonraları yine, (kral .demek olan) melik unvanıyla anılır oldular. Ancak Humeyr Devleti'nin son dönemlerinde krala Tebi' denildi.Bu kelimenin (Arapçada) çoğulu Tebabia'dır.

Yemenlilerin ticari faaliyetleri her dönemle gelişme kaydetti. Öyleki kuzeyde Suriye'ye kadar ulaştılar. Denizi aşarak Afrika ve Hindistan'a da geçtiler. Ancak Romalılar güçlenince ticareti ele ge­çirmek için Kızıl Denize hakim olmayı heves ettiler. Fakat Roma tarafından Mısır'ın başına getirilmiş olan Calos'a karşı Yemen'in direnmesi yüzünden bunu başaramadılar.

Me'rib Barajı'nm yıkılmasından sonra Yemen'de kalan kabile­ler şunlardı:

Muzhic, Kinde, Humeyr, Eş'arîler, Buceyle, Enmar ve sonrala­rı Enmar kabilesinin devamı olan Hus'um.

Bu felaketin bir sonucu olarak Yemen'i terkeden kabileler ise şunlardır:

Ezd Kabilesi: Bunun bir kolu Oman taraflarına göç etti. Bunlar sonraları Oman Ezdleri olarak tanındılar. Bir diğer kolu ise Asır Dağlarına doğru yön tuttu. Bunlar da Şunu'a Ezdleri adını aldılar. Suriye'de yerleşen Gassanî'ler, Irak'ta yerleşen Benî Munzir (Mun-zir Oğullan), Yesrib (Medine)'de mekan tutan Evs ile Hazrec kabi­leleri ve zamanla Mekke'ye gelip buradaki Curhumîler'in yerini alan Benî Huzaa gibi topluluklar da Yemen'den göçüp dağılan ka­bileler arasında idiler.

Daha önceki devirlerde yahudilerden bazı kitleler, Filistin'den gelip Arap Yarımadasında bulunan Amaâlikalar'la savaşmış orta­dan kaldırıp yerlerine Teyma, Fedek, Hayber, Vadi'I-Kurâ ve Yes-rib'de yerleşmişlerdi.

Gerek Babil Kralı Nabukodonssor, gerekse Romalılar devrinde olduğu gibi memleketlerinde başlarına bir olay geldiği ya da Al­lah'ın bir cezasına çarptırıldıkları zaman yahudiler, bu kasabalara kaçıp sığmıyorlardı. Hatta bunların bazısı Yemen'e kadar varıp krallarının sonuncusu olan Yusuf Zu-Newas'ı etkilemeyi, O'na Ya­hudiliği benimsetmeyi bile başarmıştı. Öyleki bu kral fanatik bir Yahudi oldu.

Hristiyanlığın yayılmış bulunduğu, ancak diğer memleketlerin tam tersine henüz hiç bir değişikliğe uğramadığı Necrân Bölgesi­ne giderek buradaki halkı kendi dinine davet etti. Kabul etmediler. Bunun üzerine onları Uhdûd denen yerde ateşe vererek yaktı. Ara­larından biri kurtulup Roma împaratoru'na baş vurarak aynı inan­cı paylaştıkları gerekçesiyle kendisinden, halkına imdat gönder­mesi talebinde bulundu. İmparator, kendisine yardımcı olmaları için O'nu Habeşistan'a yolladı. Hristiyanhk burada yayılmış ve halkın çoğu bu dine tabi olmuştu.

Habeşistan Necaşi'si'[123] Yedeğine Ebrehetü'l-Eşrarriı da yar­dımcı olarak verdiği Eryat komutasında yetmişbin kişilik bir ordu­yu Yemenlilerin üzerine gönderdi. Bu ordu Yemen'e girmeyi, Hu­meyr Devleti'ni ortadan kaldırıp Necran'ı Zu-Nevvas'dan kurtar­mayı başardı. Eryat da Habeşistan tarafından Yemen'e kral tayin edildi. Ancak çok geçmeden Eryat, Ebrehetü'l-Eşram'la ihtilafa düştü. Fakat Ebrehe hasmını yenip ortadan kaldırdı. Böylece Ha­beşistan'ın rakipsiz hükümdarı oldu. Tabi Habeş kralının bu deği­şikliği tanımaktan başka çaresi de yoktu.

Ebrehe San'a da büyük bir kilise inşa ettirip ona El-Kuleys adı­nı verdi. Bu kiliseyi yapmakla aslında Arapların dikkatini çekerek Mekke'deki Kabe yerine onların burada toplanmalarını gaye edinmisti. Fakat bunu başaramadı. Bu sebeple de Arapların hac yap­mak üzere El-Kuleys'de toplanmak mecburiyetinde kalmaları için ordusuyla birlikte Kabe'yi yıkmaya gitti,. Yolda karşısında durmak isteyen kabileleri yene yene Taif şehrine kadar ulaştı. Burada Benî Sakıyf Kabilesi kendisini karşıladılar. Ebu Ruğal adında birini, yol­da kendisine rehberlik etmek üzere ordusunun önüne kattılar. An­cak Allah Teala onların üzerine Ebabil kuşlarını musallat etti.

Allah (cc) bu hadiseyi şöyle haber vermektedir:

("Ey Resulüm! Kabe'yi yıkmaya gelen) Fil sahiplerine (Fillerle teçhiz edilmiş Ebrehe ordusuna) Rabbinin ne ettiğini görmedin mi? Onların hilelerini boşa çıkarmadık mı?

Onların üzerine pişmiş çamurdan taşlar atan sürü halinde kuşlar göndermedik (musallat etmedik) mi?

Derken Rabbin onları (böcekler tarafından kemirilip doğran­mış) ekin haline getirdi. [124]

Böylece Ebrehe ve askerlerinin çoğu helak olup öldüler. O'ndan sonra yerine Yemen'de oğlu Yeksûm, daha sonra da Yek-sûm'un kardeşi Masrûk bin Ebrehe geçti. Bunlardan sonra da Ha-beşlilere karşı Roma'dan yardım isteyen Yusuf bin Ziyezen idareyi ele aldı. Yusuf b. Ziyezen, Perslerin Hıyra üzerindeki temsilcileri olan Numan bin El-Munzir'e gitti. O da kendisini Pers İmparato­runa gönderdi. Pers imparatoru O'nu destekledi. Böylece Habeşli-lere karşı üstünlük kazandı ve Ebrehe oğlu Masrûk'u da öldürerek Habeşistan'ın Yemen üzerindeki yetmiş iki yıllık egemenliğine son verip ülkesinin idaresini yeniden ele almış oldu.

Bu kez Yemen'de Perslerin hakimiyeti başladı ve Resulullah (sav)'in peygamber oluşuna kadar da devam etti. Bu dönemde Perslerin Yemen Valisi, Bâzân adında biriydi. Bu zat erkamyla bir­likte İslam dinini kabul etmiştir. (Me'rib selinden sonra) gerek Ye­men'de kalanların, gerekse göç edenlerin hepsi El-Arab'ul-Aribeh (katıksız, halis arap) olarak tanınmışlardır. Çünkü bunlar araplaraslı ve ilk Arapça konuşanlardır. Soy olarak Hz. Nuh (as)'m oğlu Şâirim neslinden üreyen Ad oğlu Kahtân'a dayanırlar.

Müsta'reb (sonradan asimile olmuş ve Araplaşmış) olanlara gelince, bunlar Hz. İbrahim Halilullah'ın oğlu Hz.İsmail (as)'in so­yundan gelenlerdir. Çünkü Hz. İsmail (as) Curhum kabilesiyle komşu oluncaya kadar Arapça konuşmuyordu. Onlarla akrabalık kurup onlardan Arapçayı öğrendi. Hz. İsmail (as) vefat ettikten sonra yerine oğlu Nabit geçti. (Mekke ve civan O'nun idaresi altın­daydı.) Sonraları Curhumîler üstünlük elde edip Mekke'ye hakim oldular. Allah'ın gösterdiği doğru yoldan sapıncaya kadar da işba­şında kaldılar. Öyle ki bir zaman geldi bunların devrinde Mes-cid'ül-Haram'ın içinde fuhuş yapmaya bile cüret edildi. Esaf adında bir adam Naile adında bir kadınla bu kutsal mekanda zina etti. Allah'ın cezasına derhal çarpıldılar.

Halk ibret alsın diye ikisinin heykelleri konmuştu. Ne tuhaftır ki devirler sonra insanlar bu kez işte bu heykellere tapar oldular. Gerek akrabalıktan sebep gerekse Beytullah'a karşı duyulan saygı­dan dolayı hiç bir zaman Curhum Kabilesi ile Hz. İsmail'in soyun­dan gelenler arasında -sayıları bir hayli kabarık olmasına rağmen-kavga çıkmamıştır.

Meşhur El-Arim sel baskınından sonra Huzaa Kabilesi de Ye-meriden gelip Mekke civarında yerleştiler.

Bu sıralarda Curhum Kabilesi azıtınca Huzaa Kabilesi ona

karşı cephe aldı. İsmailoğulları ise tarafsız kaldılar. Sonra Huzaa Kabilesi, Curhumî'lere karşı üstünlük elde ettiler ve Mekke'den onları kovdular. Curhumî'ler yeniden Yemerie dönerken Mek­ke'ye de artık Huzaî'ler egemen oldular. Bunların devrinde putla­ra tapma geleneği bu memlekete girdi.

Anlatıldığı üzere bu kabilenin liderlerinden Amr Bin Liha El-Huzâî adında biri Mekke'den Şam'a bir yolculuğa çıkar.

El-Balka yöresindeki Mevaib mevkiine varınca orada Âmâ­lıklardan bir topluluğun birtakım putlara ibadet etmekte oldukla­rım görür. Onlara:

- Tapmakta olduğunuzu gördüğüm bu putlar nedir acaba, di­ye sorar.

Onlar da şu cevabı verirler:

- Bunlar, ibadet ettiğimiz birtakım putlardır. Onlardan yağmur isteriz bize yağmur verirler; düşmanlarımıza karşı zafer isteriz, bi­ze zafer kazandırırlar. Bunun üzerine Amr b. Liha onlara:

-Peki bana da bu putlardan bir tane vermez misiniz? Bari Arap ülkesine götüreyim onlar da tapsınlar, diye istekte bulunur. Bunun üzerine Ona, Hubel adım verdikleri bir put verirler. O da bu putu Mekke'ye getirip diker ve halkı ona ibadet etmeye ve saygı göster­meye çağırır.

Ayrıca anlatılmaktadır ki: Kabe ve civarının koruyuculuğun­dan îsmailoğulları uzaklaştırılmıştı. Onlar da Mekke'den ayrılırken -Belki vatan sevgisinden olacak- yanlarına bir kaya parçası alarak götürdüler. Bir yerde konakladıkları zaman bu taşı orta yere kor-Kabe'nin bir parçasıdır niyetiyle-tavaf eder gibi etrafında tur atar­lardı. Bu geleneğin daha da saptırılmasından sonra sembol ve put­lara tapıcılık da yaygınlaştı ve böylece Hz. ibrahim (as)'m tevhid dini zamanla değiştirilmiş oldu. O dinin izlerinden sadece Kabe'ye karşı saygı, Tavaf, Hac, Ömre, Kurban ile Hac ve Umre için telbiye-de bulunmak gibi şeyler geride kaldı.

Zamanla İsrailoğuIIarı çoğaldılar. Bunlardan Benî Kinane Ka­bilesi Mekke'nin batısında ve güneybatısında denize yakın bir böl­geye yerleşmişlerdi. Kureyş Kabilesi bunun bir koludur.

Kureyş'in kendisi: Kinane oğlu, Nadr oğlu, Malik oğlu Fehr'dir. Aynı zamanda Hz. Muhammed (sav)'in dördüncü atası olan, Ku­reyş Kabilesi'nin ileri gelenlerinden Kilâb oğlu Kusay, Huzaa Kabi­lesini Mekkeden çıkarmayı ve onların yerine liderliği elde etmeyi başarabilmişti. Kendisi o sıralarda, aynı zamanda Kureyş Kabile­si'nin de efendisiydi. Kusay'm epeyce erkek çocukları vardı. Bun­ların en tanınmışları Abdimenaf tır. Onun da Haşim, Muttalib, Ab-dişems ve Nevfel adında oğulları vardı, liderliği aralarında paylaşı­yorlardı.

Bu arada Abdişems'in oğlu Umeyye Amcası Haşim'le siyasi re­kabete girmişti.

Bilindiği üzere Haşim'in Abdulmuttalib adındaki oğlu, Ebrehe Mekke'ye saldırdığı sırada Mekke'nin lideriydi. Ebrehe komutasın­daki Habeş ordusuna karşı koyamayacağım anlayınca Mekke'nin dışına çıkarak:

- Kabe'yi koruyacak sahibi vardır, demişti.

Gerçekten Allah Teala Habeşlerin hileleriyle bizzat kendilerini cezalandırmış- daha önce de anlattığımız gibi- Ebabil kuşları vası­tasıyla onları mahvetmişti. Bu oîaym geçtiği yıl artık Fil Yılı olarak anıldı. Çünkü Komutan Ebrehe kocaman bir file binerek gelmişti. İnsanlık aleminin efendisi Abdulmuttalib oğlu Abdullah oğlu Hz. Muhammed (sav) de işte bu yılda Hicretten elliiki sene Önce dün­yaya şeref verdi.

Hz. İsmail (as)'in soyundan gelenler çeşitli yörelere dağılmış­lardı. Onlardan Fehr'in (yani Kureyş'in) soyundan gelenler Kureyş Kabilesi'n den, Soyca îsmailoğulları arasında O'na dayanmayan­lar ise Müsta'reb (sonradan Araplaşmış) veya Adnanîler'den sayı­lırlardı. Bu müsta'reb kabilelerin en meşhurları şunlardır:

Bahreynde yerleşik bulunan AbdüTkays Kabilesi, Yemame'de bulunan BenîHanife Kabilesi, Fırat Ceziresi'nde[125] bulunan Benî Tağlib Kabilesi, Necid'de bulunan, Abs, Şeyban ve Gatfan kabile­leri, Mekke'nin doğusunda ve kuzeyinde bulunan Sakıyf, Selim ve Hevazin kabileleri, Sahil üzerinde bulunan Ğıfâr, Cuheyne, Bella ve Tenûh Kabileleri ile Medine civarında bulunan Eşca' ve Fezza-ra Kabileleri.

Puta tapıcılık Arap memleketlerinin birçok yerlerine yayılmış­tı. Bu putlardan Devmetu'l-Cendel mevkiinde bulunan Vud, Benî Kelb ve Benî Kudâa kabilelerine, Yaûk adındaki put, Taifte bulunan Muzhic Kabilesi'ne aitti. Nesir putu Yemen'de bulunuyordu. Buna Humeyr Kabilesi tapıyordu. Bu put bir kuşu sembolize edi­yordu. Keza Yemen'de Yeğûs adında bir put daha vardı ki buna da Hemdân Kabilesi ibadet ediyordu.

Şu halde Arap memleketlerindeki halka, Hz. Muhammed (sav) den önce çok az sayıda peygamber gelmiştir. Bunlar:

Hicretten yaklaşık 4600 yıl önce El-Ahkaf daki Ad Kabilesine gönderilmiş olan Hud (as), Hicretten yaklaşık 4400 yıl önce Vadi'I-Kurâ'da Semûd Kabilesine gönderilmiş bulunan Salih (as), Hicret­ten yaklaşık 3400 yıl önce Medyen halkına gönderilmiş bulunan Şuayb (as) ve yine Hicretten yaklaşık 3800 yıl önce Mekke'deki Curhum Kabilesine gönderilmiş bulunan İsmail (as) dır.

Böylece Arap Yarımadasının Hicretten 3400 yıl Önce gönderil­miş bulunan Şuayb (as) dan sonra Hz. Muhammed (sav) in, Hic­retten 13 yıl önce peygamber olduğu tarihe kadar 3400 yıldan faz­la peygambersiz kaldığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle Hz.Muham-med'in gelişi uzun bir fetret devresinden sonraya rastlamaktadır.

Bu devre içerisinde insanlar daha önceki peygamberler vasıta­sıyla bildirilmiş olan ilahi emir ve yasakların bir çoğunu değiştir­miş, yerlerine başka şeyler koymuş, şirke sapmış ve putlara ibadet eder olmuşlardı. Bu insan kitleleri Allah'ın yasakladığı suçları işli­yor, çirkin fiillerde bulunuyor, gerek kendi nefislerine, gerekse başkalarına zulmediyorlardı.

Bu memleketlerde yayılmış bulunan Hristiyanhk ve Yahudili­ğin de artık hiç bir yapıcı rolü kalmamıştı. Çünkü bu dinlerin men­supları Allah tarafından gönderildikleri ilk saf ve temiz hüviyetin­den bu dinleri değiştirmek suretiyle uzaklaştirmış, heva ve heves­lerine uymuşlardı. İş ve eylemleri, birlikte yaşadıkları müşriklerin-kinden daha iyi değildi. Üstelik bunların icra ettikleri dini törenler ve ibadetler birçok yönleriyle adeta müşriklerinkine benziyor on­larla tıpatıp uyuşuyordu. Bununla birlikte aynen müşrikler gibi Ya­hudi ve Hristiyanlar da cahil idiler, onlar gibi birtakım hurafe ve efsanelere inanıyorlardı. ,; r-

Bu arada, Hz. Peygamberin gelişinden çok kısa bir süre Önce oralardaki halkın yaşantısından bazı kesitlere son derece özetle ışık tutmaya çalışabiliriz:

Halkın çoğu çöllerde çobanlıkla geçiniyor ve göçebe bir hayat sürüyordu. Bu sebeple de devamlı olarak su ve otlak arayışı içinde idiler. Dolayısıyla belli bir mekan tutup istikrara kavuşmak ve ra­hatlamak için imkanları yoktu. Peşinde oldukları şeyi buldukları her yerde hemen çadırlarını kuruyor, bu arada benzer başka bir yer daha aramaya koyuluyorlardı. Bu sebeple su ve otlak bulunan veya bulunabildiği haber alman yörelerden biri üzerinde çok kere kabileler arası kavgalar çıkardı. Aslında her kabilenin konakladığı belli yerler ve sınırlı yöreler vardı. Kabileler arasında bazan savaş­lar çıkar ve genellikle çok basit sebeplere dayanan bu savaşlar yıl­lar boyu devam ederdi. Bu kabilelerin hayat mücadelesi koyun beslemek ve bundan elde ettikleri süt, et ve yün gibi ürünlerin üzerinde kuruluydu. Mesken olarak da konakladıkları zaman çok kolay kurabildikleri ve göçtükleri zaman da yine çok kolay sökebil­dikleri çadırlardan ibaretti.

Suyun bulunduğu yerde bir Vaha oluşuverirdi. Bununla birlik­te tarımsal faaliyetler de kendini göstermeye başlardı ve o yörede bir belde meydana gelirdi. Genelde zirai faaliyetlerde köleler çalış­tırılırlardı. Çünkü halk zıraatle uğraşmaya tenezzül etmez.tarımla uğraşmak (o devirdeki anlayışla) zayıf bilinen kadın ve kölelerin ancak meşgaleleri arasında sayarlardı. Kendi meşguliyetleri ise hayvanların peşinde bölgeden bölgeye intikal etmek ve savaşla uğraşmaktan ibaretti.

Bir belde inşa edildiği zaman binalar, tabiatın o bölgede cö­mertçe verebildiği maddelerden yapılırdı. Bu binalar bazan taş­tan, bazan da Yesrib, Taif, Hicr ve diğer başka beldelerde olduğu gibi çamurdan inşa edilirdi. Bu şekilde, sahranın kenarlarına dü­şen bölgelerde, gerek göçebe, gerekse yerleşik halkın birbirleriyle ticari ilişkiler kurdukları pazarların oluşması sebebiyle bir takım şehirler meydana geldi. İşte bu gelişmenin bir sonucu olarak sah­ranın kenar bölgelerinde birer ticaret merkezi olarak ünlenen Mekke, Yesrib, Devmetü'I-Cendel ve daha başka şehirler kuruldu.

Bu şehirlerde yapılan ticaretler zamanla gelişerek Arap yarımada­sının dışına da taştı. Mekke'liler yazın Şam'a kışın da Yemen'e ka­dar varıyor ticaret yapıyorlardı. Devmetü'l-Cendel'de daimi bir ti­caret merkezi vardı. O bakımdan bu şehirler ticaret kafilelerinin uğrağı haline gelmişti. Aynı zamanda belli mevsimlerde kurulan fuarlar da vardı ki bunların en ünlülerinden biri de hac mevsimin­de kurulan Ukaz Panayırı idi.

Her kabilenin mensupları kendi halkıyla övünüyor, onları sa­vunuyordu. Kabile tek bir kitle sayılırdı. Bu sebeple diyet ödemek gerektiğinde hep birlikte buna katılırlardı. Fertlerinden birine bir fenalık yapıldığı zaman, kabile topyekûn onun öcünü almak için mücadele verirdi. Kabilede kişi, verilen kararları dinler ve itaat ederdi. Uymadığı takdirde ise kabile onu dışlardı. Bu suretle de yalnızlığa terk edilmiş sayılırdı. Böyle bir kimse bazı hallerde baş­ka bir kabileye doğru yol tutar, gider onlarla anlaşır ve o kabilenin bir çeşit ikinci sınıf vatandaşı olurdu.

Bir kabile, bazı durumlarda, ya aralarında bulunan kan bağı veya herhangi bir çıkar sebebiyle diğer bir kabile ile, üçüncü bir kabile aleyhinde anlaşırdı.

Kabilenin dışladığı kişi bazen de başka bir kabileye sığınmaz buna mukabil {yaşamını devam ettirebilmek için) kervanlara katı­lır, kendisine ait olmayan sofralara davetsiz konar, bu şekilde ge­çinmeye bakardı ki böylelerine Sa'lûk (sığıntı, çapulcu) denirdi. Sı­ğındı durumuna düşmüş bir kimse bazen meydana gelen kabile­ler arası çatışmalarda yağmaya başvurur, bazen de birinin kendi­sine yapacağı bir ihsanla geçinmeye çalışırdı. Çünkü böylesi kim­se çok kere güçsüz, aciz, çocuk ya da kadın olduğu için kendi ihti­yaçlarım karşılayacak durumda değildi.

Kabileler arasındaki asalet davasının bir sonucu olarak Neseb Bilgisi (Soy Bilimi) ortaya çıktı. Keza her kabilenin içinde, o kabile­nin kahramanlık destanlarını, soyluluğunu ve erdemlerini man­zum olarak dile getiren ve bundan gurur duyan bir şairi ile, siyasi karşılaşmalarda hararetli sözleriyle kabilenin haklarını savunan bir de hatibi yetişti. Bu sebeple o devirlerde edebiyatın bariz bir rolü vardı. İnsanların vicdan ve hissiyatı üzerinde etkiler uyandır­dığı konusunda oy birliğine varılmış ünlü kasideler Kabe'nin du­varlarına asıldı ve bunlar Muallakât adı altında tanındı.

Yegane geçim kaynaklan olan hayvanlarının peşisıra göçüp konurlarken gece yolculuğu sırasında yollarını bulmaya yardımcı olması için yıldızları gözlemek de bu kabilelerin hayat gerçekleri arasına girdi. Aynı zamanda onları gece sohbetleri esnasında ay­dınlatan ay'dan da çok etkilendiler.

Belki de bu sebepledir ki onları şiddetli harareti ile gün boyu çadırlarının içinde kalmaya mecbur ettiği için güneşi değil, ayı takvimleri için esas aldılar.

Bazı yıldızlara: Ferkadân (ikizler), Süreyya, Zühre ve Utârid (Mercury) gibi, günümüze kadar kullanılmakta olan isimler verdi­ler. Keza genel yaşamları içinde geçmişi araştırmanın ve eskiler­den kalma eserler hakkında bilgi edinmenin çok büyük rolü vardı.

Gerek içinde yaşadıkları çevre şartları gerekse hayvanlarına otlak ve su bulmak amacıyla sürdürdükleri göçebe hayatın, yağ­mura sebep olan ve olmayan bulutları birbirinden ayırmak ve gü­nümüzde meteoroloji olarak bilinen isabetli hava tahminleri yap­mak gibi maharetler kazandıran etkileri olmuştur.

Aynı zamanda otlarla başarılı tedavi usulleri bulmuşlardır. Ka­hin dedikleri hekimin, kabilenin, sosyal hayatında, hastaların te­davisinde olduğu kadar astroloji ve kehanet konularında da etkile­ri vardı.

Toplum yapısına gelince, o devirde halk sınıflara ayrılmış bu­lunuyordu. Bunların başında kabile şeyhleri gelirdi.Çünkü her ka­bilenin bir şeyhi vardı. Halk onun görüşünün dışına çıkmazdı. Başkalarına nazaran bölgenin coğrafi yapısını ve kabilelerin soyla­rını çok daha iyi bilen çoğunluğunu yaşlıların meydana getirdiği kabile ileri gelenlerinden oluşan bir meclisle de kabile şeyhine yardımcı olunurdu. Kabilelere göre durum böyleydi.

Şehirlerde yaşayan topluluklara gelince, mevcut sınıfların ba­şında zenginler, büyük sermayeleriyle köle ticareti yapan bu suret- le de çevrelerinde daima büyük ağırlık ve nüfuza sahip bulunan tüccarlar gelirdi. Bunlara ek olarak büyük sayılarda çocuk ve kar­deşlerden oluşan kalabalık bir sülaleye sahip bulunup bu sayede ağırlıklarını koyabilen, sözlerinin geçerli olmasını sağlayan ve biri kendilerine karşı çıktığı zaman onu, zor kullanarak gözdağı verip susturan güçlüler vardı. Dolayısıyla bunlardan çekinildiği için oto­rite hep bu sınıfların elinde olurdu.

Mekke'ye mahsus olarak bu sınıflara ilaveten bir de Sedene-tu'1-Beyti'l-Harâm (Kabe'nin hizmetini üstlenenler), giriş-çıkışla­rım kontrol edenler ve Kureyş Kabilesinin sancağını taşıyanlar da vardı.

Kabe giriş-çıkışlarının kontrolü, genel hizmetleri ve sancağın korunması gibi (liderlik) hizmetlerini, Kureyş Kabilesi'nin efendi­si olan Kusay bin Kilab organize ediyordu. Huzâa Kabilesi'nden Mekke liderliğini aldıktan sonra bu işleri üstlendi. Rifâde ve Sika-ye denilen, hacıları yedirip içirme hizmetlerim de o başlatmış, Da-ru'n-Nedve adıyla bilinen danışma meclisini yine o kurmuştu.

Kusay'ın yaşı ilerleyince bu işleri en büyük oğlu olan Abdu'd-Dâr'a bıraktı. Ancak babaları öldükten sonra çocukları liderlik kavgalarıyla birbirlerine düştüler. Bu yüzden Kureyş Kabilesi ikiye ayrıldı.

Sonra Hac hizmetlerinin Abdimenaf tarafından deruhte edil­mesi, güvenlik hizmetleri, sancağın korunması ve Dâru'n-Ned-ve'nin idaresinin ise Abdu'd-Dâr tarafından yürütülmesi konu­sunda anlaştılar. Bu yönetim İslâm'ın zuhuruna kadar devam etti.

Kureyş Kabilesi kendim daima bütün Araplardan üstün kabul ediyordu. Öyle ki: Kureyşliler Hac mevsiminde Müzdelife'de vak­feye duruyor, geriye kalan bütün Araplar ise Arafat'da vakfeye du­ruyorlardı. Keza Kureyş'liler diğer Arapları Hac mevsiminde özel tektip bir elbise giymeye ya da kendilerinden ödünç almaya mec­bur tutuyor, aksi halde Kabe'yi çıplak olarak tavaf etmeye onları zorluyorlardı.

Aynı şekilde bu gelenek de İslam dini gelip de yürürlükten kal­dırılıncaya kadar devam etti.

Kureyş'lilerin dışında kalan toplumun diğer kesimleri ikinci sı­nıf vatandaş sayılırlardı. Ancak Allah Teala birine mal ve zenginlik verip de güçlendirdiği veya sonradan birçok köle satın alarak ya da kendini koruyabilecek herhangi bir güce kavuştuğu zaman durum o kişinin lehinde değişiyordu.

Öyle bir ortam vardı ki güçsüz kimseler yoksulluk korkusuyla kendi çocuklarını öldürüyor, kızlarını namus kaygısıyla diri diri toprağa gömüyorlardı.

Hemen her yerde büyük sayılarda bulunan köle ve cariyeler de bunlar gibiydiler. Ekonomik hayat bunların omuzlan üzerinde yü­rüyordu. Develeri ve koyunları sağanlar, vahalarda oturuyorlarsa buraları ekip biçenler, ileri gelenlerden birinin denetimi altında hayvanları otlaklarda güdenler, liderlerden birinin yönettiği tica­ret kervanlarında kafilelere ayak hizmetleri yapanlar hep bunlardı. Bazen de bunlar, mesela demircilik gibi meslekler icra ederek ge­çinirlerdi.

Araplardan hiçbir kimse sanatkarlık gibi bir meslekte çalışma­ya tenezzül etmezdi. O bakımdan bu gibi işleri kölelere bırakıyor­lardı. Bu durum da İslam dini zuhur edinceye kadar devam etti.

Çok az durumlar hariç, toplumda kadının bulunduğu seviye öyle aşağı idi ki bu seviyede ona insan derecesinde bile bakılmaz­dı. Öyle ki tıpkı mal gibi kullanılırdı. Fuhuş ve ahlaksızlık, ister es­ki çağlardaki, ister modern çağdaki örneklerinde olduğu gibi tüm cahili toplumlardakine benzer çeşitli şekilleriyle yaygındı. Mü­minlerin anası Hz. Aişe (ra) şöyle anlatır:

"Cahîliyet döneminde dört çeşit evlilik vardı:

Bunlardan biri günümüzdeki gibiydi, evlenecek olan kimse gider, birinden kızını ya da velisi bulunduğu kızı ister, bir mehir öder sonra da onu nikahlardı.

Bir diğer evlilik şekli ise şöyle idi:

Evli kadın aylık âdetini görüp temizlendikten sonra kocası ona: ;

- Haydi! Filancaya haber yolla da ondan dölünü al, derdi. Bundan sonra artık kocası ona -ilişkide bulunduğu adamdan ha­mile kaldığı belli oluncaya kadar- dokunmazdı. Hamilelik duru­mu belli olduktan sonra ancak karısıyla yeniden ilişki kurardı. Koca, heves ettiği tipte ve fizik güzellikte veya soyca asil bir çocu­ğa sahip olmak için bu yola başvururdu.

Bir diğer nikah (evlilik) şekli de şöyle idi:

On kişiden daha az bir grup erkek toplanır, bir kadınla ilişki­de bulunurlardı. Kadın hamile kalıp doğum yaptıktan ve doğu­mun üzerinden bir kaç gün geçtikten sonra haber gönderir bu adamları çağırırdı. Onlardan hiç biri gelmemezlik edemezdi. Adamlar gelip toplandıktan sonra kadın onlara şöyle derdi:

- Yaptığınız işin sonucunu görmüş bulunuyorsunuz ve Sen, ey Filanca! Bu çocuk senindir. Kimi seviyorsan ona adını verebi­lirsin. Anne böylece çocuğu babasına ilhak ederdi. Adam da bu­nu reddemezdi.

Dördüncü çeşit kadm-erkek ilişkisi ise şöyle idi:

Erkeklerden birçok kimse toplanır kadının evine giderlerdi. Böyle bir kadın gelen hiç kimseden çekinmezdi (kimseyi reddet-mezdi.) Bu tip kadınlar fahişe idiler. Kapılarının üzerine de, işa­ret olsun diye bayrak asarlardı. İsteyen içeri girerdi. Bu kadınlar­dan biri hamile kalıp doğum yaptıktan sonra onunla ilişkide bu­lunan bütün erkekler kadının evinde toplanır, çocuğun kime ait olduğunu teşhis etmek üzere de Kâfe denilen soybilimcilerden birini davet ederlerdi. Çocuğun kime ait olduğu teşhis edilince, babası diye kabul edilen kimseye teslim edilir, o da çocuğu almak zorunda kalırdı."

îçki ve kumar toplumun yaygın ve iftihar edilen adetlerinden biri haline gelmişti. Birlikte içki içmek için birçok insan bir araya toplanırlardı. Kadehler dolaştırılır, kafalar döner sarhoş olurdu.

Bu durum da islam dini gelip yâsalclaymcaya kadar böylece devametti

Cahiliyet toplumunun insanları cimrilik ya da en azından, "eli-açık olmamak"la vasıflandırılmak korkusuyla çok kere israf sınır­larına varan ve kişiyi yoksulluğa mahkûm eden cömertlik konu­sunda birbirlerine karşı iftihar yarışı içindeydiler. Bu gelenek de îslam dini gelip israfı yasaklayıncaya kadar devam edip gitti.

Kabileler arasında, başka bir kabilenin aleyhinde birleşmek suretiyle savaşlar çıkardı. Cahiliyet Arapları döneminde cereyan etmiş en meşhur savaş olayları bizzat Adnânî Kabileleri arasında veya Adnâniler'le Kahtâniler arasında uzun süre devam eden ve tarihte Eyyâmu'I-Arab (Arapların Meşhur Günleri) adıyla bilinen hadiselerdir. Bazen bu kanlı çatışmalar aynı kabilenin iki ayrı kolu arasında bile çıkardı. Abs ile Zübyan ve Bekr ile Tağlib arasında çı­kan harpler gibi...

Bu savaşların en meşhurları şunlardır:

1- FÎCAR SAVAŞI: Bu savaş, bir cephesinde Kays Kabilesi'nin, diğer cephesinde ise Kinâne ve Kureyş'in bulunduğu kabileler arasında meydana gelmiştir. Bu savaşa, HaramAylar'daa [126] meyda-na geldiği için Ficâr [127] adı verilmiştir.

2- DAHİS ve GABRA GÜNÜ: Bu savaş, bir yandan Abs, diğer yandan Zübyân ve Fezzara kabileleri arasında cereyan etmiştir.

3 - BUAS GÜNÜ: Yesrib'de Evs ve Hazrec kabileleri arasında meydana gelmiştir.

4- BESUS SAVAŞI: Bu savaş ise Bekr ile Tağlib kabileleri ara­sında cerayan etmiştir.

İşte bu toplum, elinden tutup onu hayırlı bir istikamete yönel­tecek ve doğru yola eriştirecek bir peygambere muhtaç idi.

Bununla beraber cahiliyetin heva ve hevesiyle oyuncak olup korkunç bir duruma düşmüş tüm insanlık dünyasının, kendini ye­niden doğru yola sokacak bir peygambere ayrıca genelde bir ihti­yaç vardı. Çünkü Semavi Dinler tahrif edilmiş (değiştirilerek ger­çek şekillerinden uzaklaştırılmış), keza ilahi kitaplar değişikliğe uğratılmıştı. Bu kitaplara sonradan geçirilen öğretiler artık Allah'ın şaşmaz ve âdil emir ve yasaklarını değil, bilakis bunları hevesleri­ne göre bu kitaplara koyma cür'etini gösterenlerin sakat ve sapık görüşlerini yansıtıyordu. Bu yeni ilahi mesajın artık bütün insanlı­ğa hitap etmesi ve önceki mesajları yürürlükten kaldırması gereki­yordu.

İşte bu mesaj, nihayet Abdullah Oğlu Hz. Muhammed (sav)'de Allah (cc) tarafından gönderilerek insanlık alemine bildirildi.

Bu konu ile ilgili ayrıntıları Allah'ın izniyle bundan sonra işle­yeceğiz. [128]

 



[1] CERH ve TADİL bir Hadis Usulü Terimidir.

Cerh: Uzmanlık derecesindeki bir hadis aliminin Hz. Peygamber'e ait sözleri nakleden bir kimsenin ahlak ve davranışlarında bulunabilecek şüpheli bir durum sebebiyle o kimsenin rivayet ettiği hadisi veya hadisleri reddetmesine denir. Tadil ise, hadis rivayet eden kimseyi doğrulukla vasıflandırmaktır. (Mütercim)

[2] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/15-25.

[3] Enbiya Suresi, Ayet: 92

[4] Günümüzde bu tanımlamalar konusunda İslam diyarı veya küfür diyarı için fıkıh ahkamı ile ilgili olarak uygulanacak bir durum mevcut değildir. Çünkü birinci taraf (Yani islam devlet statüsüne sahip herhangi bir ülke) dünya üzerin­de mevcut değildir.

Buna mukabil taraflar arasında (Yani islam Ülkesi havasında olan bölgeler­le küfür diyarı arasında) ilişkiler devam etmektedir. Halbuki taraflardan biri mevcut olmadığı zaman islam kanunlarının ikinci taraf için uygulanması da kendiliğinden ortadan kalkar

[5] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/27-34.

[6] Bakara Suresi, Ayet: 30

[7] Rum Suresi, Ayet: 21

[8] Ali Imran Suresi, Ayet: 59-60

[9] Tin Suresi, Ayet: 4

[10] Bakara Suresi, Ayet: 31-33

[11] Araf Suresi, Ayet: 19-23

[12] Araf Suresi, Ayet: 26

[13] Isra Suresi, Ayet: 15

[14] TeVhid: Allah'ı birlemek, Allah'ın tek, bir, eşsiz, ölümsüz, ebedi ve ezeli olduğuna inanmak demektir. (Mütercim)

[15] Yazar bu cemaattan Dürzüleri kastetmektedir. (Mütercim)

[16] Yazarın burada da işaret etmekte olduğu kitle Hristiyanlardır. (Müter­cim)

[17] Yazar Kur'an-ı Kerim'de Ali Imran Suresi'nin 75 inci Ayet-i Kerime'sin-den ilham alarak bu ifadeyi kullanmıştır. Sözkonusu Ayette Yahudilerin (nıe-alen): "Cahil Arapların malını almakla bize günah ve sorumluluk yoktur" de­diklerinden bahsedilmektedir. (Mütercim

[18] Sözkonusu topluluk Yahudilerdir. (Mütercim)

[19] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/35-46..

[20] Avrupa, Amerika Avustralya gibi... (Mütercim)

[21] Ğafır Suresi, Ayet: 23-25

[22] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere. c. 1, s. 144-145, Çağrı Yay., istanbul, 1994

[23] Semavi kitaplarla indirilen şeriatlerin dışında, insanların kendi görüş, düşünüş ve ölçüleriyle koydukları kanunlar beşeri kanunlardır ki bu yasalar es­kimeye, değişmeye ve geçerliliklerini zamanla kaybetmeye mahkumdur. (Mü­tercim)

[24] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/47-53.

[25] Rafideyn Bölgesi tarihte Mesopotamie (Mezopotamya) olarak bilinen bölgedir

[26] Hud Suresi, Ayet: 32-33

[27] Nuh Suresi, Ayet: 26-27

[28] Hud Suresi, Ayet: 36-39

[29] Yani Allah'ın bir, Putların ve onlara tapmanın ise batıl olduğunu ifade eden kimseyi delilikle suçlarlar. Günümüzde de aynı sapıklıklar sürmektedir. Bu modern çağda, teknoloji ve feza çağında bile heykellerin önünde saygı duruşu göstermeyen nice müminler Devlet Güvenlik Mahkemelerinde süründürülmüş, alay konusu haline getirilmişlerdir! {Mütercim)

[30] Enbiya Suresi, Ayet: 51-70

[31] En'am Suresi, Ayet: 74-79

[32] Bakara Suresi, Ayet: 258

[33] Meryem Suresi, Ayet: 41-48

[34] Harran, bugünkü Urfa vilayetine bağlı Akçakale ilçesinin bir köyüdür. Tarihin muhtelif devirlerinde önemli bir şehirdi. Özellikle İslam tarihinin ilk dö­nemlerinde bir ilim merkezi haline geldi

[35] Beyt'ül-Makdis, Kuds (Kudüs) ün arapçadaki adıdır. Zaman zaman Mescid'ül Aksa anlamında kullanıldığı da vakidir

[36] Dımışk, (Damas veya Damascus) Şam'ın batılılara ait tarihi literatürler­de geçen adıdır. (Mütercim)

[37] En'am Suresi, Ayet: 129

[38] Saffat Suresi, Ayet: 139-148

[39] Enbiya Suresi, Ayet: 87

[40] Yunus Suresi, Ayet: 98

[41] Arap tarihlerinde Keldaniler olarak geçen millet, büyük ihtimalle Babil-liler ya da Batılıların Kaideliler dedikleri millettir

[42] İslam kaynaklarında Buhtunassar olarak geçen bu isim, Yahudi ve Hris-tiyan literatürlerinde Nabukodonosor şeklinde geçmektedir. (Mütercim)

[43] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/55-70.

[44] Şam Memleketleri'nden genel anlamda Suriye kastedilmektedir. Günümüzde ise Türkiye'de bu isim, Suriye'nin başkenti olan Dımışk'a veril­mektedir.

[45] Seniyye Tepe, engebe demektir. Bundan, Safa veya Merve tepecikleri

kastedilmiş olabilir. (Mütercim)

[46] İbrahim Suresi, Ayet: 37

[47] Halk dilinde "Oğlancılık" ya da eşcinsellik denen bu çirkin fiil, literatür­lerde Lûtîlik veya "Fi'l-i Livâta" diye geçer. Lûti, bu fiili işleyen kimseye denir. Lû-tî: Lût'a mensup, anlamına gelmekle beraber, esasen Hz. Lût'a baş kaldırmış kavme benzeyen, manasında kullanılır. (Mütercim)

[48] A'raf Suresi, Ayet: 80-84

[49] Hud Suresi, Ayet: 69-83

[50] Beytlaham (Bethleem): Kudüs'ün 8 km. güneyinde bir köydür. Hz. Isa (a.s.) da burada dünyaya gelmiştir. (Mütercim)

[51] O devirde Mısır'da vezirlere Aziz denildiği sanılmaktadır

[52] Kıpt Milleti Mısır'ın eski yerlileri'di r. Kibt {veya Kopt) kelimesi Batı dil­lerinde: Egypt (I'cipt), Egypte (Ejipt) olarak geçer. Ancak bununla Mısır'ın halkı değil Mısır'ın kendisi kastedilir. Kıpt'lar esmer oldukları için Türkiye'de eskiden beri bir benzetme ilgisi ile çingenelere Kıptî denilmektedir. Kiptiler çingene de­ğildir

[53] Medain: Trak'ta 30 km. güneyinde bulunan tarihi site kümesinin adıdır. Kalıntıları günümüzde mevcuttur. (Mütercim)

[54] A'raf Suresi, Ayet: 138-139

[55] Havran : Burada sözü edilen Havran (Balıkesir vilayeti'nin ilçelerinden olan Havran değil), kısmen Suriye, kısmen de Ürdün topraklarında uzantısı bu­lunan verimliliği ile tanınmış bölgedir. (Mütercim)

[56] Yasin Suresi, Ayet: 13-20

[57] Baalbek : Lübnan'da Beyrut yakınlarında halen harabeleri bulunan Fe-nikeliler'den kalma tarihi bir şehirdir. (Mütercim)

[58] Saffat Suresi, Ayet: 123-132

[59] Maide Suresi, Ayet: 20-26

[60] A'raf Suresi, Ayet: 148-153

[61] Eriha (Jericho) Filistin'de bir şehirdir

[62] Bakara Suresi, Ayet: 58-59

[63] El-Kalemûn: Batı Suriye'deki dağlık bölgenin adıdır.

[64] Bazı kaynaklarda bu isim Hazakyel, Hazkiyal ve daha değişik yazılışlar­da geçmektedir. (Mütercim)

[65] Bakara Suresi, Ayet: 91

[66] Tabut kelimesi Kur'an-ı Kerim'de iki yerde geçmektedir. Ancak bu.konu ile ilgili olan Tabut'tan Bakara Suresinin 248 inci ayetinde bahsedilmektedir, içinde Tevrat levhalarının bulunduğu sandıktın (Mütercim)

[67] Calut: Hz. Davud'un sapanla vurup öldürdüğü Filistinli kuvvetlerin komutanıdır. Tevratta Golyat diye geçer. Arap tarihçisi Mesudî, Murûc'ül-Ze-heb'de Hz. Davud'un, Calût ile Ürdün'ün aşağı vadisi Gor'daki Baysan'da dövüş­tüğünü anlatır. Bugün Baysan yakınlarında Ayn Calût adını taşıyan bir yer var­dır. (Mütercim)

[68] Bakara Suresi, Ayet; 251 V; M

[69] Maide Suresi, Ayet: 78-80

[70] Şarl Martel (Charles Martel): Miladî 732 tarihinde, Abdurrahman Ei-Gafıky komutasındaki îslam ordusuna karşı Balat'uş-Şüheda (Poitiers) savaşın­da üstünlük elde eden Frank Kralı.

[71] Vâdi's-Sind: Batı Pakistan'da bir bölge.

[72] A1-] Inııan Sinesi, Ayet: 3:>-;i7

[73] Meryem Suresi, Ayet: 27-28

[74] Çünkü birinci hadise, çok namuslu bir kız olarak bilinen Meryemİn gayrimeşru bir ilişki içine girmiş olduğuna dair halk üzerinde meydana gelen şoktur. (Elbette ki bu kesin bir iftiradır.) ikinci olay İse Hz. İsa (a.s.) m, babasız olarak dünyaya gelmesidir ki bu diğerinden çok daha şaşırtıcı ve çarpıcıdır. (Mü­tercim)

[75] Meryem Suresi, Ayet: 29-33

[76] Nisa Suresi, Ayet: 156

[77] Nasıra (Nazareth): Filistin'in El-Celil bölgesinde küçük bir şehir

[78] Vaftiz: ilk şekliyle islam'daki gusul abdesti gibi idi. incil değiştirildikten sonra bir çok gerçekler gibi abdest de çarpıtıldı. Günümüzde vaftiz, Hristiyanlı-ğın her mezhebine göre çeşitli spakülatif biçimlerde icra edilmektedir. (Müter­cim)

[79] Vadi'1-Kura: Medine ile EI-I'lâ arasında bulunan El-bataıh'in bir diğer adıdır

[80] Yesrib: Medine-i Münevverenin islam'dan önceki adıdır

[81] Diocletianus: (284-305) arasında Roma İmparatoru.

[82] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/72-104.

[83] Yusuf Suresi, Ayet: 35

[84] Mümin Suresi, Ayet: 34

[85] Kasas Suresi, Ayet: 1-6

[86] Kasas Suresi, Ayet: 7-13

[87] Kasas Suresi, Ayet: 14-22

[88] Medyen: Suudî Arabistan'ın kuzey batısı, Hicaz'la Filistin arası

[89] Kasas Suresi, Ayet: 23-32

[90] Kasas Suresi, Ayet: 33-35

[91] Taha Suresi, Ayet: 43-47

[92] Taha Suresi, Ayet: 48-56

[93] Şuara Suresi, Ayet: 18-22

[94] Şuam Suıcsi. Avcı. 23-37

[95] Zuhruf Suresi, Ayet: 51-54

[96] A'raf Suresi, Ayet: 113-114

[97] Taha Suresi, Ayet: 61

[98] Taha Suresi, Ayet: 62-65

[99] Şuara Suresi, Ayet: 43-44

[100] Taha Suresi, Ayet: 66-70

[101] Taha Suresi,Ayet: 71

[102] Taha Suresi, Ayet: 72-76

[103] Yunus Suresi, Ayet: 83

[104] Yunus Suresi, Ayet: 87

[105] A'raf Suresi, Ayet: 130-131

[106] Kasas Suresi, Ayet: 87

[107] Mü'min Suresi, Ayet: 23-26

[108] Mü'min Suresi, Ayet: 27-34

[109] Mü'min Suresi, Ayet: 36-37

[110] Taha Suresi, Ayet: 77-79

[111] Kambiz (Cambyse): Pers Kiralı (M.Ö. 529-521). İmparator Kuruş'un oğlu ve halefidir. Aklî dengesi bozuktu. (Mütercim)

[112] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/105-130.

[113] A'rafSuresi,Ayet:71

[114] Nemi Suresi, Ayet: 48

[115] A'raf Suresi, Ayet: 77

[116] Hud Suresi, Ayet: 65

[117] Nemi Suresi, Ayet: 77

[118] Hud Suresi, Ayet: 49

[119] Hud Suresi, Ayet: 95

[120] Şuara Suresi, Ayet: 176-189

[121] Hud Suresi, Ayet: 92

[122] Sebe Suresi, Ayet: 15-19

[123] Necaşi: Eskiden Habeş kurallarına verilen unvan

[124] Fil Suresinin tamamı

[125] Fırat Ceziresi: Irak ve Suriye topraklarının, Fırat ile Dicle arasında ka-ian Kuzey bölgeleridir. Bu tanıma Türkiye'nin kısmen güneydoğusu da girmek­tedir

[126] Haram Aylar dörttür: Zulkâ'de, Zülhicce, Muharrem ve Recep. Benî Has'am ve Tay Kabileleri hariç, diğer tüm Arap kabileleri bu aylarda savaş yap­mayı günah sayarlardı

[127] Ficâr veya Fecâr: Fucûr anlamında bir isimdir. Çirkin fiil manasına ge-iir. Ficar Savaşı Haram aylarda yapıldığı için ona bu isim yakıştırılmış olabilir. (Mütercim)

[128] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/131-156.

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol