1giris
İnsanlık Tarihinin Ana Anahtarı
İlk Çağlarda Şam (Suriye) Bölgesi
1- GİRİŞ
Önsöz
Alemlerin Rabbine hamd, Peygamberlerin efendisine, O'nun âline, ashabına ve yolunda yürüyenlere salat ve selam olsun.
Bilindiği üzere her ümmet, dini inançlarından ve hayatının gerçeklerinden hareketle kendini tanıtan bir tarihe sahiptir kronun saf kalabilmesi, fertlerinin zevk ve meyilleriyle bir uyum içinde bulunması ve gelecek nesillerin ondan ilham alarak yetişmesi için tarihini kendi inançlarına aykırı olan her şeyden korumaya özen gösterir.
Bu husus İslam ümmeti hariç, yeryüzündeki bütün ümmetler için sözkonusudur. Ne yazık ki bazı sapık eller geçmişte bu ümmetin tarihiyle oynamıştır. Günümüzde ise emperyalistlere ve yandaşlarına ait kalemler bu tarihi saptırmaya çalışmaktadır. Öyle ki yeni safhasıyla da İslam tarihini, eski dönemlere ait saptırılmış ta-. rihin bir devamı olarak ve günümüz Avrupa'sının tarihiyle de bir benzerlik içerisinde akıp gitmekte olduğunu görüyoruz.
Tarihimiz bugün Avrupa tarihiyle bir uyum içinde seyretmekte ve üzerinde yaşadığımız vatanımız da onu tamamlamaktadır. Bununla beraber hür kalemler İslam tarihini saf ve temiz şekliyle henüz çizmeye başlamış değildir.
Güçlü bir ümmet, zayıf durumda bulunan veya kılıçla dize getirmiş olduğu milletleri diliyle ve tarihiyle daima etkilemeye çalışır. Şurası bir hakikattir ki Avrupa ülkeleri yakın geçmişte İslam yurduna karşı zulüm ve baskılarda bulunmuşlardır. Müslümanların diyarında kendi tarihlerini egemen kılmış, dillerini de egemen kılmaya çalışmışlardır. Ne varki Kur'an-ı Kerim, onların, dillerini yaygınlaştırmak için sarfettikleri çabalar önünde büyük bir engel teşkil etmiştir. Tarihlerinin ise, sömürgeciliğin zevale ermesinden sonra bile İslam ülkelerinde okutulmasına devam edilmiştir. Dünya ülkelerinin çoğunda da aynı şekilde ve sırf Avrupa tarihi olarak okutulmaktadır. Hatta ve hatta mahalli tarihimiz bile Avrupa'nın görüşünü yansıtmaktadır. Çünkü dünyanın büyük bir kısmına hükmediyorlardı. Bu sebeple de onlara göre kendi tarihleri evrensel tarihe dönüşmüştür. Çünkü eğitimcilerin çoğu vaktiyle Avrupa'ya gidiyor, oralarda öğrenim görüyorlardı ve yönlendirme müfredatını da oradan alıyorlardı ki Avupalüarın ziyadesiyle önem verdikleri tarih de ders müfredatının bir maddesini oluşturuyordu. Eğitimciler ise aldıkları müfredatı onların bakış açısına uygun ve onlara mahsus hareket noktalarına göre uyguluyorlardı.
Bu eğitimciler, ayrıldıkları yurtlarına dönünce elbetteki öğrenmiş oldukları şeyleri yazacak ve edindikleri bilgileri öğretmeye çalışacaklardır. Böylece kuşak kuşak nesiller bu şekilde yönlendirilecek, kitaplar bu doğrultuda yazılacak ve yetişen yeni araştırmacılara işte bu kitaplar kaynaklık edecektir.
Evrenseldir diye ileri sürdükleri bu tarih elbetteki Avrupa'dan başka bir yere ait olamaz ve başkasını da kapsayamaz.
Avrupa'da cereyan eden tarihe uydurularak dünya tarihi üç kısma ayrılmaya çalışılmaktadır.
Şöyle ki:
1- ESKÎ ÇAĞ: Bu devir, insanın yazıyı keşfettiği M.Ö. 3200 tarihinde başlar, Roma'nm Germen barbarları tarafından alındığı M. S. 476 yılında sona erer. Büyük imparatorlukların ve -Avrupa zihniyetine göre- medeniyetlerin oluştuğu bir çağ özelliğini taşır.
Bu devirden önceki zaman ise tarih öncesi olarak bilinir. İnsanın bu sıralarda ilkel ve geri. olduğunu, giyimi henüz bilmediğini, iyi konuşamadığını, isteklerini güzelce anlatamadığını, vücudunun kıllarla kaplı olduğunu ileri sürüyorlar. Bu da Avrupa'nın laik ve materyalist zihniyetine uymaktadır.
Avrupalılar Allah'ın insanı yaratmış bulunduğu çok daha önceki devirlerde beşeriyetin hidayeti için eskiden beri gönderdiği peygamberleri ve elçileri hiç dikkate almamaktadırlar.
2-ORTA ÇAĞ: Roma'nm düşüş tarihi olan M.S. 476 yılında başlar, Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul'un fethedildîği H. 857-Müâdî 1453 yılında sona erer. Bu devirde kilise hegemonyası, feodalite ve cehaletin yaygınlığı gibi özelliklerle tanınır.
3-YENİ ÇAĞ: İstanbul'un fethiyle başlar, zamanımıza kadar devam etmektedir. Bu çağ ise sanayi devrimi, ilmin yaygınlaşması ve -Avrupalılara göre- modern uygarlığın varolması gibi özelliklerle tanınır. Tarihin bu çağı da ayrıca iki kısma ayrılmaktadır:
a) Yakın Çağ: H. 1193 - M. 1789. Fransız ihtilaliyle sona erer.
b) Modern Çağ: Bu dönem ise Fransız ihtilali ile başlar zamanımıza kadar devam etmektedir.
Bu sınıflandırmaya şöyle bir göz atmak bile bu olayların ve her parçasıyla ilgili özelliklerin ancak ve ancak Avrupa'ya uyduğunu, Avrupa'dan başkasına ise hiç yakışmadığını açıkça göstermektedir.
Laik Avrupa, ilk Çağ'da meydana gelmiş eski medeniyetlerden bahsetmektedir. Halbuki biz kendi anlayışımızda bu görüntüleri medeniyet saymamaktayız. Olsa olsa bunlara ancak bir takım yapı ve mimari Örnekleri diyebiliriz. Çünkü medeniyet ancak insanî nitelikleri taşıyan bir olgudur. Bu vasıf ondan soyutlandığı zaman artık o, yalnızca baskı ve terörden ibaret kalır. Medeniyet dedikleri yapılar ise insanların, zorla çalıştırdıkları kendi kardeşlerinin kafa tasları ve binlerce cesedi üzerinde kendi elleriyle kurup yükselttikleri binalardan başka şeyler değildir. Kılıçların gölgesinde ve sırtlarından kırbaç eksilmeyen insanlar bu işlerde zorla çalıştırılırken ölüp gittiler. Avrupa, günümüze kadar kalmış olan eski eserlere ait yapı kalıntılarına medeniyet diye bakmaktadır. Ortadan yok olmuş şeylere gelince; bunlarla birlikte yeryüzünü adalet ve faziletle doldurmuş olsalar bile birçok insanlar kaybolup gitmişlerdir. Hem de zulüm kalıcı ve adalet geçiciymiş gibi bu insanlar yok olmuşlardır.
Avrupa'da feodalite düzeni, kilise hakimiyeti ve yaygın cehalet gibi özelliklerle bilinen Orta Çağ'a gelince, bu hususiyetler Avrupa'dan başka bir kıtada mevcut değildi. Nitekim kilise Avrupa'dan başka hiç bir yerde egemen değildi. Çünkü dünyanın geriye kalan başka yerlerinde kilise yoktu. Olsa bile mensupları son derece azdı. Ne başkalarına hükmedebilecek güçleri, ne de zulmedebilecek imkanları vardı.
Feodaliteye gelince, hiç bir yerde Avrupa'daki boyutlarda feodal düzen mevcut değildi. Avrupa'da toprak işçileri ve çiftçiler mal gibi alınıp satılıyorlardı. Toprak sahibi onların üzerinde istediği şekilde her türlü tasarrufta bulunabiliyor, onlardan istediğini öldürüyor ve kimseye de hesap vermiyordu. Hiç bir engelle karşılaşmadan çiftçi ailesinin fertleriyle istediği şekilde çirkin fiiller işleyebiliyordu. Cehaletse dünyanın hiç bir yerinde Avrupa'daki boyutlarda yaygın değildi. Öyle ki: Orta Çağ tabiri genel anlamda Avrupa için, geri kalmışlık, eğitimsizlik, anarşi, disiplinsizlik ve tüm değerlerin hiçe sayıldığı bir devir anlamına gelmektedir.
Sözünü etmekte olduğumuz bu devirde islam Dünyamızın ise ne durumda olduğuna bakacak olursak: ilmin yaygın, düzenin hakim ve değerlerin mevcut olduğunu görürüz. Bu devirde İslam Dünyasında şehirler, medreseler ve kütüphanelerle dolu bulunmakta, öğrencilerle dolup taşmaktaydı. Camiler ise birer feyiz merkezi durumundaydı, ilaveten söylemek gerekir ki, bu devrin medeniyeti insan sevgisini de aşarak hayvana karşı şefkatla davranmak gibi faziletler üzerinde kurulmuştur. Öyleyse medeniyet, insanın yine insana hizmet uğrunda yaptığı etkinliklerden, düzenli ve planlı çalışmalardan ibarettir. Eğer medeniyet denilen şey insana hizmet etmiyorsa elbetteki medeniyet değildir.
İslam medeniyeti insana, sadece insana önem veriyordu. Dolayısıyla ilk müslümanlar bina işlerine ve büyük yapılara pek iltifat etmemişlerdir. Halkı çalıştırmak için zor kullanmamışlardır. Hele kendilerine ve inançlarına yararı olmayan, başka milletlerde olduğu gibi sırf başlarındaki idarecilerin amacına hizmet edecek işlerde insanları zorla çalıştırmamışlardır. Müslümanlar sadece İslama davetle ve inançlarını yaymakla meşgul olmuş, bu sebeple arkada ne dev yapılar, ne de saraylar bırakmışlardır.
insanlığa hayırlı emeller besleyen herkes için en büyük örnek olmak üzere Hz. Resulullah (sav)'m ve O'ndan sonraki Raşit Halifelerin adalet, eşitlik, hakseverlik ve vatandaşlara hizmetle bilinen devirlerindeki İslam medeniyetinin çizdiği çeşitli tablolar arasından basit bir tanesini burada verebiliriz.
Gönül rahatlığı, doyumluluk ve güvenle dopdolu olan ve herkesin ihtiyacının giderildiği o günlerde insanlar mutlu bir hayat sürdürüyorlardı. O devirde sorumlular, insanı çiğneyen, ona hiç bir hizmeti amaçlamayan ve mutluluk temin etmeyen, bilakis onu zorlayıp ezen hiç bir yönteme başvurmamışlardır. Fetihler sona erince müslümanlar, idarecilerin ve kralların hizmeti için değil, bilakis halkın hizmeti ve mutluluğu için ana yollar üzerinde -daha sonra han adıyla bilinen- yapılar ve haberleşme merkezleri inşa ettiler. Bu yapılar, İslam medeniyetinin ilk dönemlerinden beri mevcut olmasına rağmen, biz ancak son devirlerine ait bulunanlara şahit oluyoruz. "Han" kelimesi ise "Hakan"m kısaltılmış şeklidir. Bu da Türkçede Amir demektir ki işte bu yapıların masraflarını üstlenmiş olan ya da adlarına bu binaların inşa edildiği idarecileri sembolize etmektedir.
Bu kervansaraylar büyük yollar üzerinde kurulurdu. Uğrayan herkes bu misafirhanelerde üç gün süreyle konuk olma hakkına sahipti. Bu süre içinde her yolcuya karşılıksız olarak yiyecek, içecek, yatacak yer temin edilir, istirahati için her türlü hizmet sunulurdu. Buna ek olarak bitişik bir binada da yolcunun hayvanına yem verilirdi. Güzergah üzerindeki bu merkezler arasında birer merhale kadar mesafe bulunurdu. Bu uzaklık yaklaşık kırk km. dir. O günler için bu mesafe ancak bir günde katedüebilirdi. Bazan bu misafirhaneler yol kavşaklarında da bulunurdu ki bu durumda iki konaklama yeri arasındaki mesafe daha da kısalırdı. Şehirlere uğrayan yolcuların çokluğu ve devam eden iş ilişkileri nedeniyle buralarda bulunan hanların sayısı ise bir hayli kabarıktı. Gerek yolların üzerinde, gerekse şehirlerde bulunan hanların kalıntıları günümüze kadar devam etmektedir. İzleri yok olmuş olsa bile bulundukları muhitte halen kendi orijinal adlarıyla anılmaktadırlar. Bu hanların şehirlerdeki tipleri iki kattan oluşmaktadır. Genellikle alt kat hayvanlar için kullanılmakta, üst katta da yolcular barındırılmaktaydı. Bazan hanın bitişiğinde ayrıca bir elbise evi de bulunurdu ki yolculardan kimisi herhangi bir sebeple ve mecburiyet halinde, mesela elbisesi yırtıldığı, söküldüğü veya üzerine yağ ve benzeri şeyler döküldüğü zaman gider burada elbisesini aynı ölçü, renk ve biçimdeki başka bir elbiseyle değiştirir, kendi elbisesini de karşılıksız olarak ve minnet etmeden buraya bırakırdı. Terk edilen bu elbiseler merkez tarafından tamir edilir, temizlenir, hazır duruma getirilir ve gelecekte lüzumu halinde kullanılmak üzere muhafaza edilirdi.
Müslümanlar zayıf düşüp başka milletler onlara hükmedince medeniyetleri de yıkıldı. Bu kez o yolcu hanları sadece hayvanlara barınak olmak üzere kullanılmaya başlandı. Ve artık han kelimesi de ahır anlamında kullanılır oldu.
İslam medeniyeti, hizmetçilerin korunmasına kadar varan insancıl faaliyet örneklerini sergilemiştir. Mesela şehirlerde Dar'uz-Zebadi yani kapkacakevi demek olan bazı merkezler kurulmuştu. Bunların amacı, efendilerine ihtiyaç maddeleri taşırken yolda ellerindeki kapları kıran hizmetçilere yardımcı olmak, onların, efendileri tarafından cezalandırılmalarını önlemekti. Müslümanlardaki insanî düşünce bu seviyeleri de aşarak hayvanlara şefkat gösterme derecelerine kadar varmıştı. Bunun bir belirtisi olarak her şehirde Merc'ül-Haşiş adıyla bilinen hayvan esirgeme evleri bulunuyordu. Bu birimler otlarla dolu, geniş ve etrafı surlarla çevrili sahalardan oluşurdu. Çiftçilerden herhangi birine ait bir hayvan artık çalışamaz bir duruma düştüğü zaman, -ortalıkta terkedildiği takdirde-bakımsızlıktan ölebileceği ve civardaki halkın sağlığı için zararlı olabileceği endişesiyle sahibi tarafından buraya gönderilirdi. Hayvan esirgeme evleri tıpkı insanlar için inşa edilen huzur evleri amacını taşırdı. Hayvan bu sahalara nakledilince buradaki görevlilerin sorumluluğunda bakıma alınırdı. Eğer hayvanın henüz kendi kendine otlayacak mecali varsa bu sahadaki otlağa salıverilirdi, yok eğer bu imkanı yoksa kapalı sahaya alınır ve ölünceye kadar kendisine gerekli su ve yem verilirdi. Öldükten sonra yerleşim merkezinden uzak bir bölgeye nakledilir; ya yabani hayvanların ölen hayvanın etinden faydalanması için uygun bir yere bırakılır, ya da gerekirse gömülürlerdi.
Bu hayvan esirgeme evlerinin son kalıntılarından biri de yakın zamana kadar aynı isim altında anılan Şam'daki Merc'ül-Haşiş'tir. Burası daha sonra Belediye Stadyumu olarak bilinen spor sahası oldu. Daha sonra da bu alanda fuara ait binalar kuruldu. Bu mekan üç cepheden Barada nehri ile onun kolu olan Banyas arasında ve kavuştukları noktaya kadar olan yerdedir. Dördüncü cephesinde ise meşhur Osmanoğlu Sultan Süleyman Tekkesi'nin karşısında bulunan ve bugünkü müzenin yerine rastlayan bir takım ahırlar vardı. Acaba dünya medeniyetleri arasında bu manada bir medeniyet biliniyor mu?
îşte yükselebilmek için mevcut olması gereken insani yaklaşımlar bunlardır; ta ki bu olguya medeniyet denilebilsin. Aynı zamanda gelecek nesillerin ruhuna işlememiz gereken de budur. Onlara devamlı bunu öğretmeliyiz ki gerçek medeniyet kavramını sindirerek yetişsinler, ümmetimizin bu alanda neler yaptığını ve medeniyetinin hangi değerleri taşıdığını öğrensinler. Esasen bilimin ve mimarinin bazı görüntülerini Avrupa yaklaşımıyla medeniyet adı altında nesillerimizin ruhuna işlememeliyiz; ta ki medeniyetten amaçlanan anlam onun zayıf görüntüsü arasında kaybolup gitmesin ve aynı zamanda yetişen çocuklarımız da terimlerle tanımlar arasında şaşırıp kalmasınlar.
Avrupa'ya göre tarih işte böyle... İslam Tarihine gelince, bunu da faziletlerimizin, manevi değerlerimizin, inançlarımızın ve kavramlarımızın ışığında üç kısma ayırmamız mümkündür:
Kavramların ve değer hükümlerinin tamamen değiştiği ve toplum düzeninin alt yapısında yepyeni bir yapılanma oluştuğu Hz. Peygamber ve Dört Halife devri olarak bilinen kısa süre hariç, dünya tarihinin tamamı cahüî bir tarihten ibarettir. Cahiliyet, bu tarihe kadar zihniyetlerinin ve değer yargılarının tamamıyla hakim olmuştur. Hz. Peygamber ve Dört Halife devri sona erer ermez, cahiliyet tekrar adım adım geri gelmiş ve nihayet her şeye yine hakim olmuştur.
Tarih -özellikle Eski Çağ tarihi- bu bölgeye ait bazı verileri gizleyip saklıyor. Dolayısıyla bu tarihte bir çok boşluklar göze çarpmaktadır. Buna ek olarak materyalist tarihçilerin, hayata bakış açıları doğrultusunda yazıp çizdikleri, bu zihniyetle yorumladıkları, gerçek sayıp insan topluluklarına sundukları kendi kanaatleri ile o devirde yaşamış olan insanların hayat gerçekleri ve bu gerçeklere dair Allah'ın kitabında yer alıp, -ilahi emirlere aykırı davranmış, peygamberlerinin davetini reddetmiş ve cezalandırılmış milletlerden söz eden- ayetlerin verdiği bilgiler arasında apaçık çelişkiler mevcuttur. Kur'an-ı Kerim'de yer alan bu işaretler elbetteki herhangi bir bölgeye ait ayrıntılı tarihi bilgiler değildir. Ancak bu ayetler kendi akışı içinde ders ve ibret olmak üzere bazı olaylara işaret ederken tarihe de ışık tutmaktadır.
Ben bu boşlukları doldurmak üzere Allah'ın kitabında yer alan işaretlerden yararlanarak, tarihte geçmiş olayları tesbit etmek, gerçeklerinin dışında kalmamaları için onları ait oldukları çerçeveye oturtmak amacıyla oldukça gayret sarfettim. Bu da, bu bölümü, îslamiyetten önce geçmiş olmasına rağmen İslam Tarihi' ana başlığı altına koymaya beni şevketti. Bundan amacım insanlığın bu süre içinde geçmiş olan yaşayışını îslami bir bakış açısıyla yazmak ve kendilerine, bilinmekte olan peygamberlerin gönderildiği milletlere ait tarihi ortaya çıkarmaktır.
Elbetteki Kur'an'da gerçek olmayan hadiseler yer alamaz. Kur'an-ı Kerim ancak ve ancak tarihte yaşanmış, aslı esası olan ve beşerin hayatında yeri bulunan aynı zamanda dileyenler için ders ve ibretle dolu bulunan olayları zikretmektedir.
Allah'ın izniyle, gerçekleştirmek azminde bulunduğum bu tarihe hizmetler sunabilmek için Allah'tan yardım diliyorum. Bu alanda geniş hizmetler verebilmesi amacıyla çalışmalarımın başkası üzerinde teşvik unsuru olmasını temenni ediyorum. Ta ki ümmetine, ümmetin arzu ettiği hizmeti versin. Ben büyük bir iş başardığımı iddia etmiyorum, ancak ilim adamları ve ihtisas sahipleri bu konuyu daha da genişletip ileri götürsünler diye sadece ana hatlarını çizdim. Şunun da bilinmesini isterim ki: Ana kaynaklarda yer alan dallandırılmış tarihi rivayetlere bağlı kalmadım. Çünkü tarihçiler ilmî emanet diye isimlendirdikleri konuda kendilerini çok zorlamış ellerine geçen hemen her haberi bize nakletmiş-lerdir. Bu bakımdan bize çok çeşitli ve zaman zaman çelişen rivayetler intikal etmiştir. Bu rivayetlerin çoğu da o günün hükümdarlarının görüşlerine ters düşmektedir. Bu da kanaatlerini açıklamayı ihmal etmiş olan sorumlulardan daha çok, muarızlarının bu rivayetleri yaymaya çalışmış olduklarım göstermektedir. Aynı zamanda hükümdarlar da sırf yönetimlerini meşru göstermek ve kendilerinin, önceki yöneticilerden daha üstün olduklarını kanıtlamak için seleflerini kötüleyen rivayetleri cesaretlendirip yayılması için çalışmışlardır. Bu sebeple rivayetler elbette ki araştırılıp incelenmeye ve hadis alimlerinin sistemiyle Cerh ve Tadü [1] edilmeye ondan sonra uygulanmaya muhtaçtır. Ben bu sisteme uyan her rivayeti kabul edip, uymayanı ise reddedeceğim. Bu araştırmada elimizden geldiğince imanımız bize rehber olacaktır.
Son olarak da bu çabalarımızın, Allah rızası için samimi olmasını ve Allah Teala'nm her işte bize yardımcı olmasını diliyorum. Gerçekten O, ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır! O'nun iradesi olmadan elbetteki hiç bir şey değişemez ve hiç bir şeye güç yetemez.
MAHMUD ŞAKÎR[2]
İslam Ümmeti
Madem ki İslam Ümmeti'nin tarihini yazıyoruz, o halde bu tarihi yazmadan ve ümmetin bu süre içindeki inancı hakkında bilgi vermeden Önce, ümmet kavramı, ümmetin yapısı ve oluşumundaki faktörle ilgili olarak bir fikir vermemiz gerekir.
Ümmet, aynı inancı tarih boyunca paylaşan insan topluluğudur. Öyle ise inanç devam ettiği müddetçe o inanca sahip olan ümmet de mevcut demektir. Tarih boyunca Hz. Adem'den Hz. Mu-hammed'e kadar gelmiş geçmiş peygamberlerin izinden yürümüş olanlarla, son Peygamber'in hidayeti yolunda kıyamete kadar devam edip Allah'a, indirdiği mesajların Allah'tan geldiğine, O'nun meleklerine, kitaplarına, elçilerine ve Ahiret gününe inanmış, peygamberlerinin getirdiği nurlu hükümleri uygulamış olan insan topluluklarının tamamı tarih boyunca bir tek ümmeti oluştururlar. Çünkü bu insan topluluklarının tamamı tarih boyunca bir tek ümmeti oluşturur, çünkü bu insan topluluklarının tümü bir tek inancı paylaşmakta ve aynı yolu izlemektedirler ki bu, Allah'ın elçileri tarafından çizilmiş olan yoldur. Çünkü hepsinin Rabb'i birdir, fikirleri aynıdır. Bu insanların tümü Allah'ın emirlerine teslimiyet göstermiş, gönderdiklerine ve hükme bağladığı her şeye inanmış ve teslim olmuşlardır. îşte kendisine has ve uğrunda yaşadığı inancıyla başka milletlerden ayrılan îslam Ümmeti bu cemaatlerden oluşmaktadır. Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de peygamberleri ve salih kullarını sayıp haklarında bilgiler verdikten sonra şöyle buyuruyor:
"İşte ümmetiniz olan İslam Ümmeti (tüm peygamberler de aynı dine mensup olan) bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb'ini-zim. O halde yalnızca bana ibadet ediniz. [3]
îslam Ümmeti yeryüzünün herhangi bir bölgesiyle bağlı değildir. Bilakis yeryüzünün tümü bu ümmetin çalışma ve yaşama sahasıdır. Allah'ın hükümlerini nerede uygulama imkanına sahip olursa orası ümmetin ilk karargâhı ve atılım yeridir. Ondan sonra yeryüzünün tümünü kapsaymcaya kadar bulunduğu noktadan itibaren davet ve davayı yayma dairesi gitgide genişler. İslam düşünce ve davası yeryüzünün tamamına yayümadığı ve Allah'ın indirmiş bulunduğu hükümler insanlığın tümüne uygulanmadığı müddetçe ümmetin temel görevi sürüyor ve büyük bir görevi var demektir; o da Allah'ın kanunlarım yeryüzünün tamamında uygulama imkanına kavuşuncaya kadar Allah yolunda cihad etmektir, (mücadele vermektir.)
îslamın nazarında yeryüzü iki kısma ayrılır:
1-DAR'ÜL-İSLAM (İslam Yurdu): Bu yer, sakinlerinin hepsi müslüman olmasalar bile, üzerinde Allah'ın kanunlarının tatbik edildiği, yeryüzündeki herhangi bir bölgedir.
2-DAR'ÜL-KÜFR (Küfür Yurdu): Bu saha ise, sakinlerinin cümlesi müslüman olsalar bile üzerinde Allah kanunlarının tatbik edilmediği mıntıkadır. Dar'ül Küfr, Dar'ül-Harp değildir, ancak Dar'ül-Harp Dar'ül Küfr'den sayılıp, müslümanların imamı tarafından üzerine savaş ilan edilmiş ve savaş kanunlarının, üzerinde tatbik edilmesine izin vermiş olduğu bölgedir. O halde İslamî davete karşı çıkmak, müslümanlara karşı baskı kullanmak, İslam yurdunun sınırlarına dadanmak veya müslümanlara karşı savaş ilan etmek gibi sebeplerle ve özel şartlar altında imamın izniyle Küfür yurdu Dar'ül-Harb'e (savaş alanına) dönüşebilir. Küfür yurdunda bulunan müslüman, oradaki halkı İslama davet etmek, İslam fikir ve inancını yaymak ve müslümanlara imkan hazırlamak için mücadele vermekle mükelleftir. Küfür diyarında oturmakta bulunan müslüm ani ardan hiç biri aşağıdaki durumlar hariç, bulundukları yerden hicret edemezler.
Hicret edilebilecek haller şunlardır:
1) Müslümanlar, küfür diyarında yaşayan müslümana özel veya genel bir sebepten dolayı ve davet görevinin bir gereği olarak İslam diyarında ihtiyaç duydukları zaman,
2) Müslüman, küfür diyarında ibadetlerini yapamaz olduğu zaman. Bu durumda müslüman kişinin, derhal hicret ederek İslam diyarına iltihak etmesi gerekir, ta ki müslümanlar arasında yaşamak, görevini yerine getirmek ve ibadetlerini serbestçe yapabilme imkanlarına kavuşmuş olsun. Çünkü müslüman, herhangi bir konuda taviz verebilir, ama ibadet konusunda bunu yapamaz. Çünkü müslüman kişi ibadetini kesinlikle bırakamayacağı gibi aklı başında bulunduğu müddetçe ibadetlerinden herhangi bir fedakârlıkta da bulunamaz. Zayıf karakterli bazı kimselerin, durum icabı, imanın gizli tutulabileceği yolunda söylediklerine gelince bunun ibadet için asla geçerli olmaması gerekir. Keza durum icabı diye Allah'ın haram kıldığı şeylere tevessül edilemez, haram kılınmış şeyler helal, helal ise haram telakki edilemez! Eğer tutum bu raddeye kadar varacak olursa bu apaçık bir küfürden ibaret olur.
3) Müslüman kişi küfür diyarından kovulduğu ve bölgeden çıkmaya mecbur edildiği zaman.[4]
Ümmet, geçmişine bağlı bir oluşum değildir. îki ayrı inanç üzerinde oldukları takdirde, aynı kökenden gelen bir kuşak arasında bile ayrılık çıkabilir. Şurası bir gerçektir ki Arap soyundan gelen müslümanlarla kendi kabileleri olan Kureyş'e mensup müşrik soydaşları ve hatta amca çocukları ile öz kardeşleri ve onların çocukları arasında bile en şiddetli ihtilaflar meydana gelmiştir. Hem nice kılıçlar birbirine karşı çekilmiştir ki bunlardan birini baba, diğerini ise öz oğlu taşımıştır. İşte onları birbirinden ayıran uçurum din ve düşünce farkıydı. Evet, aralarındaki ihtilaf din ayrılığından başka bir şey değildi. Zira aynı kökten gelmiş olmak, iki ayrı dine mensup insanları veya fikir ihtilafı içinde bulunan iki cemaatı birleştirmeye asla yetmemiştir. Tarihin her devrinde aynı soydan gelen, ancak ayrı dinlere mensup olanlar arasında meydana gelmiş büyük ihtilafların birçok örneği yaşanmıştır. Hatta ve hatta din farkı değil bir milletin, bir kabilenin, bir aşiretin; bir ailenin fertlerini bile birbirinden ayırmıştır.
Dil faktörü de ümmet için bir irtibat unsuru değildir. Vakıa, dil bir toplumun konuşup anlaşma aracıdır. Aynı dili konuşan bir toplum, aynı kökenden gelmiş olabilir. Bununla birlikte aynı düşünce tarzı da onları birleştirmiş olabilir. Eğer aynı kökenden gelmiş olmak onların bir arada yaşamasını temin eden bir faktör ise müşterek dil için de aynı şey sözkonusudur. Ancak şurası da mu-hakkaktir ki aynı toplumun fertleri arasında meydana gelen sürekli mücadeleler din ayrılığının doğurduğu sonuçtan başka bir şey değildir.
Şu noktayı iyice düşünmeliyiz ki tarihimiz boyunca soyda birleştiğimiz halde din ve düşüncede kendilerinden ayrıldığımız kimseler vardır. Onlarla bir taraftan aslımızın oluşturduğu dilde birleşirken, diğer taraftan da din bizi birbirimizden ayırıyor. Ne varki bu ikinci sebep çok daha ağır basmaktadır ve kalıcı bir belirginlik arzetmektedir.
Ayrıca bilindiği üzere islam ahkamının gerek İslam Diyarı için gerekse küfür diyarı için tatbiki müslümanlarm fert olarak kişisel arzularına değil, ancak ve ancak İmam'ül-Müslimin'in {yani Müslüman halk tarafından seçilmiş halifenin) İznine bağlıdır.
Mesela İslam Tarihinin ilk dönemlerinde Farsçadan Arapçaya ve Arapçadan Farsçaya tercüme yapanların çoğu Mecusi dinine mensup, olup Parslarla aynı düşünce ve inançları paylaşan Araplardan oluşuyordu. Bu sebepîedirki çaba sarfederek dillerini öğrenmişlerdi. KezaYunancadan Arapçaya ve Arapçadan Yunancaya tercüme yapanlar Hıristiyan Araplardan idiler. Yunanlılarla aynı dini paylaşıyorlardı. Yine bu sebepledir ki bu mütercimler çaba harcayarak Yunancayı öğrenmişlerdi. Bu durum devlet kayıtlarının tamamen Arap çal aştırıl dığı Emevi Halifesi Abdülmelik bin Mervan zamanına kadar devam etmiştir.
Yaşadığımız şu devirde bile benzer bazı örnekler gördük: Mesela Fransızların, işgal yıllarında Kuzey Suriye'de görevlendirdikleri kimseler Fransızca bilen Araplardan idiler. Çünkü bunlar aynı zamanda onlarla aynı dini paylaşıyorlardı. Nitekim Fransızlarla aynı dini ve aynı düşünceyi paylaşmayan Araplardan kimse böyle yapmamış, (Fransızcayı bilhassa öğrenmemişti.) Eğer halkın tümü Fransızca öğrenmek mecburiyetinde tutulmuş olsaydı belki ticaret erbabı ve bazı kimseler iş maksadıyla bu dili öğreneceklerdi ki bunları istisna edecek olursak Hristiyan Araplardan başka elbette halk Fransız diline rağbet etmeyecekti. Fransanın, nüfuz sahibi olduğu bölgelerde yaptığı uygulamanın aynısını İngiltere, İspanya, İtalya, Belçika, Portekiz, Almanya, Hollanda ve Rusya egemen oldukları bölgelerde yapmışlardır. Hiç şüphe yok ki başka bir ümmetin dinine mensup olanlar, o ümmetin dilini de öğrenmek için 'ellerinden gelen çabayı sarfederler. Bu durumu İslam dünyasının birçok bölgelerinde de müşahade etmekteyiz.
Şöyle ki:
İslam dinine gönül vermiş, onu izlenecek bir yol olarak kabul etmiş olup, îslamı gerek öz benliğine, gerekse ailesine ve toplumuna tatbik etme yolunda çaba sarfeden bir çok kimse vardır ki Arapça öğrenmeye gayret etmektedirler. Kur'an-ı Kerim'in ve mensup oldukları dinin dilidir diye Arapça konuşmaya çabalamaktadırlar. O halde dil esasen dinin dilidir. Yeryüzünün belli bir bölgesinde oluşup insanlığın dayandığı tek köke ait değil, bilakis dine aittir. Bazılarının sandığı gibi dil, işte o belli bölgede yaşamış olan ilk insanlarla irtibatlı olan, onlarla birlikte gelişen ve çağlar boyunca devam edegelen bir olgu değildir.
Tarih, toplumları birbirine dil faktöründen daha çok bağlayıcı değildir. Ancak muteber tarih, esasen ümmete ait olan tarihtir. Ümmet ise, fertleri birbirlerine din ile bağlı olan topluluktur. îşte tarih bu inancı taşıyan insanlardan bahseder. Bu nedenle dinden hareketle tarihin ana hatları çizilir. Dinin tatbik edildiği devirlerde, mensupları onu omuzladıkları, ondan etkilendikleri, mesajını ilettikleri ve onu uygulamaya özen gösterdikleri sürece bu devirler birer yükseliş ve yüceliş devirleri olarak tarihe geçerler. İşte bu dönemlerin örnek alınması ve izlenmesi icap eder. Bu devirlerde yaşamış olan önderlerin zorunlu olarak örnek alınması için, faziletin ruhlara işlenmesi bakımından yeni nesillere onların hayatlarının telkin edilmesi gerekir. Ta ki bu nesiller din kurallarının uygulanmadığı dönemlerin birer zayıflama, gerileme ve çöküş devri olduklarını anlasınlar. Bu dönemlerdeki idarecilerin ne inandıklarını uygulayabilmek için gerekli sorumluluğu yüklenecek seviyede, ne de dinin onlara yüklediği görevleri yerine getirebilecek güçte olduklarını bilmiş olsunlar. Dolayısıyla kendileri sıkıntı içine düştükleri gibi insanları da sıkıntılara maruz bıraktıklarını, ümmetin olumsuz yönde etkilendiği otorite zayıflığına, devlet heybetinin düşmesine sebebiyet verdiklerini, düşmanların da bu durumlardan faydalandıklarını öğrenmiş olsunlar.
Bu şekilde geçmiş olan devirler tarihin Ölü köşelerini oluşturur. Bu sebeple insanlar böyle geçmiş olan devirleri hep küçümserler ve üzerinde pek durmazlar. İslam tarihi, Hz. Peygamber ve dört halife devri kadar güçlü döneme şahit olmamıştır. Bu parlak dönemden sonra zayıflamanın ilk sebebi ise İslam'dan uzaklaşma eğilimlerine ve kaynağını inancından alan Hz.Peygamberle O'nu izleyen dört halifenin siyasetinden sapmalara bağlanmaktadır. Sapma arttıkça ve meydana getirdiği açı büyüdükçe zayıflama da ilerledi. Bu açı öyle büyüdü ki artık ümmet teslim oldu ve düşmanlarının önünde yere serildi. Hicri 656 da Bağdat Moğolların, 898 de de Endülüs İspanyolların eline düştü. Ondan sonra da ümmet tamamen parçalandı ve birliği bozuldu.
İslam tarihi ve özellikle Hz. Peygamber ve dört halife devri, müslümanların yaşamakta olduğu ülkelerde bugün okunmaktadır. Bu tarih, din faktörünün, birliklerini sağladığı çeşitli insan toplulukları tarafından bilhassa okunmaktadır. Bilindiği üzere bu tarih, Arap toprakları üzerinde vücut bulmuş, mesajı bir Arap topluluk tarafından üstlenilmiş, bir Arap tarihi olarak okunmamakta, okutulmamaktadır. Çünkü, bu çeşitli milletleri Araplara bağlayan İslam'dan başka bir bağ yoktur. Nitekim bu bağ olmasaydı bu milletler İslam tarihiyle ilgilenmeyeceklerdi.
Örf ve adetler, kavramlar, uygarlık, kültür ve benzeri olgulara gelince bunların tamamı, öngördüğü şekilde insanları yönlendiren ve koyduğu sistemle onları sınırlayan dinden kaynağını almaktadır. Elbette bu tesirledir ki mimarinin kendine has bir üslubu, dekorun belli bir şekli, sevinç duygularının kendine has belirtileri, hüznün kendine has matem ve merasim biçimleri, öğretim ve eğitimin yine belli metodları vardır. Hatta selam, tören, karşılama, yolculuk, giyim-kuşam ve tüm sosyal etkinliklere de din müdahale eder. Onlara özel birer nitelik ve belli birer biçim kazandırır.
Ümmeti oluşturan toplumları veya etnik unsurları bir araya getiren ve modern çağda ortaya çıkan ekonomik faktöre ya da ekonomik çıkara gelince bu, İslamdan sapmış olanlarla çıkarcıların kanaatinde bile, yapacağı etki ve göstereceği varlık bakımından faktörlerin en zayıfıdır. Dolayısıyla birleştirici sebep olarak ekonomi faktörü daima çıkar seviyesinde kalır, menfaatla beraber değişir, onunla birlikte bir seyir takip eder ve onunla beraber dalgalanıp durur ki, menfaat da ne çok değişen bir şeydir!
Din faktöründen başka onun yanısıra ümmetin oluşumunda rolü olduğu söylenen bu şeyler aslında -daha önce de sözettiğimiz gibi- yabancıların icat edip zayıf milletlerin üzerine fırlatarak attığı ve onlara musallat, ettiği hilelerdir.
Yabancılar işte bu tür hilelerle beraber görüşlerini zayıf müs-lüman milletlere empoze ettiler ve onları yönlendirdiler. Batının çömezleri, uşakları ve materyalist uygarlığının hayranları da bu görüşleri alıp benimsediler. Bundan gayeleri, müslümanlarm inancım sarsmak ve işgal ettikleri mevkiden onları uzaklaştırmaktan başka bir şey değildir.
Dışarıdan çeşitli düşünceler girmiş ve görüşler ithal edilmiş olmakla beraber, bu görüş ve düşüncelerin içeride bazı kimseler üzerindeki etkisine ve birçok bölgede yaygın ve egemen olmasına rağmen biz yine de müslüman ümmetin tarihini yazacağız.
Aslında dışarının malı olan bu görüş ve düşünceler bugün yönetenle yönetilenin arasında tehlikeli bir uçurum meydana getirmiştir. Durumu uzaktan seyreden bir kimse bu görüşlerin belki ümmetin tümüne ait ve onun icat edilmiş yeni dini olduğunu zan-nedecektir. Elbette bu da yabancı fikirlerin ümmete hakim olduğu sebebinden kaynaklanmaktadır. Ama işin gerçek yüzüne gelince bu görüş, bir öncekilerin vasıtasıyla, bugün müslümanları yönetme imkanını bulmuş ve dünyayı bu ithal fikirlerin propagandasıyla velveleye boğmuş küçük bir zümrenin görüşünden başka bir şey değildir. [5]
İnsanoğlunun İlk Yaradılışı
İlahi hikmet, şu yeryüzüne sahip çıkması, otoritesini eline alması, üzerinde tasarrufta bulunması, içindeki güç ve enerji kaynaklarını, hazineleri ve hammaddeleri keşfetmesi için bir yaratık vücuda getirmeyi uygun gördü. Tabi Allah Teala, yeryüzündeki her şeyi bu yaratığın emrine verdi ki kendisine yüklenen görevi yerine getirebilsin. Konunun şu noktasında, yeryüzünde ilk defa bu yaratığın mı yoksa başka yaratıkların mı varolduğu, fesat çıkarıp kan döktüğü veya cinlerin mi bu işleri yaptığı bizi şimdilik ilgilendirmiyor. Çünkü melekler Allah (cc)'ın huzurunda şöyle diyorlar:
- "Ey rabbimizîYeryüzünde fesat çıkaracak ve kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın? Halbuki biz hamdinle seni bütün noksanlıklardan tenzih etmekteyiz."
{Allah Teala, bunun üzerine onlara cevaben) şöyle buyurdu:
- "Ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim. [6]
Mühim olan şudur: Bu yaratık vücuda getirilmiştir, O da Adem (as)'dır ki mensup olduğumuz ve soylarımızla kendisine dayandığımız, beşer cinsinden yaratılanların ilkidir.
Gerçek şudur ki Allah Teala bu yaratığa düşünme yeteneğinin kaynağı olan aklı vermekle onu tüm yaratılmışlardan üstün kılmıştır. İnsanoğlu işte bu özellikle diğer tüm yaratılmışlardan ayrılmaktadır. Bu öyle bir özelliktir ki insana iyi ile kötüyü, faydalı ile zararlı şeyleri birbirinden ayırdetme imkanını bahsetmiştir. İnsan ancak bu özelliği sayesinde işlediği amellerin sonuçlarım beklemektedir.
İşte insanoğlunun, şu iyiyi kötüden ayırabilmeyi ifade meleke-sidir ki ona konuşan hayvan (canlı) adım yakıştırmamızı icap ettirmektedir. Konuşmak esasen ikinci derecede bir konudur. Mesela papağan da insanı taklit etmekte, yine bazı hayvanlar insanın çeşitli davranışlarını canlandırmaya çalışmaktadırlar. Hayvanların da sesleri vardır ki bu onların bir tür konuşma ve iletişim şeklidir, birlikte yaşama tarzıdır. O halde insan akıllı bir yaratıktır, sırf akıl sayesinde iyiyi kötüden ayırt edebilmekte ve diğer yaratıklardan ayrılmaktadır.
Allah Teala ikinci bir özellikle de insanı diğer yaratıklardan üstün kılmıştır. O da insanı en güzel suret ve yapıda yaratmış olması, ona utanma hissini vermesi ve ancak aile ortamında doyuma ulaşabilmek gibi bir özellik bahşetmiş olmasıdır. :
Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Yine O'nun (Allah'ın hikmetlerinin) belirtilerinden biri de şudur: Avunasımz diye sizin için, kendi cinsinizden eşler yaratmış ve aranıza sevgi ve şefkat koymuştur. [7]
İnsan, birtakım özel ihtiyaçlarını gidermekte olduğu sırada gizlenir, gizlenme ihtiyacını duyar. Bu suretle insan, hemcinslerinden oluşan sürülerden gözü önünde pervasızca çiftleşen, mahrem ihtiyaçlarım familyasına mensup fertlerin gözü önünde gideren diğer yaratıklardan çok farklıdır.
Allah Teala insanı, üçüncü bir cihetle de, yaratılmış olduğu günden beri avret yerlerini gizleme özelliği bakımından diğer varlıklara üstün kılmıştır. İnsan konuşur ve materyalistlerin ilk insan için ileri sürdüklerinin tam tersine, atalarının ve geçmişlerinin kendilerinden çok daha ilkel olduğu imajını veren görüşlerinin aksine, insan daima mükemmel konuşmayı becerebilmiştir.
Materyalistlerin bahsettikleri insan tipi kuytu ormanlarda veya ıssız çöllerde kabuğuna çekilmiş salyangoz misali kendi kendine yetinmeye çalışan insandır ki daha sonra özetle değineceğimiz bu tipin kendine has bir yaşayış tarzı vardır. Hayat tarzından onun, bir eski insan örneği olduğu sonucu çıkarılamaz. İçinde var olduğu ortam ve yetiştiği çevre onu o şekilde etkilemiştir. İnsanoğlunun aslı birdir. O da Adem (as)'dır. Bu konuda Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Gerçek şudur ki: İsa'nın babasız olarak doğması örneği, Allah'ın kanunlarında Adem'in yaradılışı gibidir. Allah O'nu topraktan yarattı, sonra ona (insan ol!) dedi. O da hemen insan oluverdi. (İşte bu malumat) İsa hakkında sana bildirilen gerçeğin ta kendisidir, artık şüphecilerden olma." [8]
Nitekim o günden itibaren insan, bugün kendisim görmekte olduğumuz fizyonomisiyle mükemmel bir güzellik numunesi olarak vücut buldu. Allah (cc) yine şöyle buyuruyor:[9]
"Biz, gerçekten insanı en güzel biçimde yarattık.'
Şimdi, firavunların yaklaşık dörtbin yıl önce mumyalanmış olan cesetlerini düşünüyoruz, bakıyoruz ki günümüz insanının aynısıdır. Yalnızca bazı kimselerin anlattıkları gibi eski insan tipinin özelliği olan biraz uzun boylu olmaktan başka bugünkü insan tipinden hiç bir farkları yoktur. Nitekim o devirlerde Arap yarımadasının bazı bölgelerinde devler (dev yapılı insanlar) yaşıyorlardı. Rivayetçiler onların fizik biçimleri hakkında değil, sadece boylarının uzunluğu hakkında ihtilaf içindedirler. Ne varki bu dev yapılı insanların nesli, hicretten ikibin yıl önce tükenmiştir. Bu görüş, evrim nazariyesinin savunucuları tarafından ileri sürülen insan evrimi ile de çelişmemektedir.
Adem Aleyhiselam'a gelince, O, yaratıldığı andan itibaren konuşuyordu. Güzel konuşabiliyor, meram anlatmayı biliyordu.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Allah Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra tüm varlıkları, meleklere göstererek:
- Eğer doğruysanız bu şeylerin içyüzünü bana açıklayın, buyurdu.
Melekler:
- Sen, itiraz edilmekten münezzehsin. Senin bize öğrettiklerinden başka hiç bir bilgimiz yoktur. Elbette ki sen her şeyi hakkıyla bilensin, erişilmez bir hikmet sahibisin, dediler.
(Bunun üzerine Adem'e) Allah şöyle buyurdu:
"Ey Adem! Eşyanın isimlerini (şimdi sen) meleklere haber ver. Adem de o isimleri meleklere haber verince Allah:
Ben size demedim mi ki, göklerin ve yerin meçhullerini (yalnızca) ben bilirim. Keza açıkladığınızı ve gizlediğinizi de elbette ben bilirim, buyurdu. [10]
İlk insan olarak Adem ve ondan sonra soyundan gelen nesiller vücutlarını örtüyor avret yerlerini gizliyorlardı.
İşte Allah (cc), Adem (as)'ı böyle yarattı. Lakin Şeytan, onu ve karısı Havva'yı, yasak meyvadan tadıncaya kadar uğraşarak yoldan çıkardı. Bunun sonucu olarak da avret yerleri kendilerine görünmeye başladı. Çünkü bu hata ve günahın işlenmesinden önce Allah (cc) onların örtmüş bulunduğu vücutlarını artık açmış oldu. Bu örtüyü, işledikleri suçtan ötürü onların üzerinden alıverdi. İşte bu sırada onlar da cennet ağaçlarının yapraklarını vücutlarına yapıştırarak edep yerlerini kapatmaya ve elbise gibi bu yapraklarla üstlerini örtmeye çalıştılar.
Bunun üzerine Allah Teala onlara şöyle buyurdu:
"Ey Adem! Sen, zevcenle birlikte cennete yerleşiniz. İkiniz de dilediklerinizden yiyiniz. Ancak şu ağaca yaklaşmayınız, aksi halde zalimlerden olursunuz. Nihayet şeytan onların avret yerlerini açmak için kendilerine vesvese verip şöyle dedi:
- Siz eğer iki melek, ya da ebediyyen cennette kalıcılardan olacak olsaydınız ancak rabbiniz size o ağacı yasak etmiş olurdu ki O, (bundan başka bir sebeple) sizi yasaklamamıştır. Bir de onlara:
- Elbette ben iyiliğinizi isteyenlerdenim, diye yemin etti. Böylece ikisini de aldatarak onları mevkilerinden düşürdü. Ağacın meyvasını tadınca da ayıp yerleri kendilerine açıhverdi. Onlar da hemen cennet (ağaçlarının) yapraklarını vücutlarının üzerine koyarak örtünmeye çalıştılar. (Bu sırada) Rab'leri kendilerine şöyle seslendi:
- Ben ikinize de bu ağacı yasak etmemiş miydim? Şeytanın apaçık bir düşmanınız olduğunu söylememiş miydim? (Bunun üzerine) ikisi birden:
- Ey Rabbimiz! Nefsimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen muhakkak hüsrana uğrayanlardan oluruz." [11]
Hiç şüphe yok ki insana, elbiseyi Allah teala giydirmiş veya avret yerlerini örtmek üzere elbise yapmayı kendisine O ilham etmiştir. Bu konuda da şöyle buyurmaktadır:
"Ey Ademoğulları! Size edep yerlerinizi örtecek bir elbise, bir süs elbisesi, bir de takva elbisesi indirdik. Ancak takva elbisesi diğerlerinden daha hayırlıdır. Bu, Allah'ın (ihsanına delalet eden) belirtileridir. Umulur ki düşünür, (gerçeği) anlarlar. [12]
Tefsir alimlerinden biri, bu ayetteki elbise tabirini yağmur anlamında yorumluyor, ancak şöyle diyor:
"Pamuk ve ketenin bitip yeşermesinde, kendilerinden yün, tüy ve kıl alman hayvanların beslenip yaşamasında yağmurun büyük rolü vardır."
Günümüzde, çöllerin ve ormanların meçhul bölgelerinde yaşamakta olan ilkel topluluklara gelince, asla materyalistlerin düşündüğü ve sözde resimlerini çocuklara naklettikleri uyduruk ilk insan topluluklarının bir uzantısı asla değildirler. Tıpkı bugün görüldükleri şekilde var olmuş yaratıkları tasvir eden dinlerinden koparak nesillerin yetişmesini amaçladıkları için materyalistler böyle yapıyorlar.
Bu topluluklar, hiç şüphe yoktur ki hidayetleri için gönderilmiş olan Allah elçilerinin kavimlerinden birer kitle idiler, fakat davete uymadılar, düşünceyi reddettiler, peygamberlerine karşı geldiler, Rablerinin emrettiği yoldan saptılar. Allah da onlarla savaşan, onları diyar diyar kovalayıp dağıtan kimseleri kendilerine musallat etti. Eğer bu topluluklar ta baştan beri ilk vatanlarında izole edilmiş olarak ve ilk mekanlarında kabuğuna çekilmiş olarak bulunsaydı, bu, insanların değişik köklerden geldiği anlamını taşıyacaktı ki böyle bir tez gerek İslam dinine, gerekse tüm semavi dinlere aykırıdır. Eğer bu topluluklar yaradılıştan beri ilk vatanlarında bulunsalardı yine de kendilerine bir rehber gelecekti. Aksi halde Allah'a hesap verme sorumluluğunu taşımayacak, azabı da haketmeyeceklerdi. Çünkü Allah (cc) şöyle buyuruyor:
"Kim hidayet üzere davranacak olursa bunu kendi lehinde yapmış olur ve her kim ki doğru yoldan sapacak olursa yalnızca kendi aleyhinde davranmış olur. Hiç bir günahkâr da başkasının günahını yüklenmez. Biz de elçi göndermedikçe kimseyi incit-, meyiz [13],
Gerçek şudur ki: Kendisine, cenneti müjdeleyen ve cehennem" azabından korkutan bir elçi gönderilmemiş hiç bir kavim yoktur.
İşte Adem (as) çocuklarına ve torunlarına tevhidi [14] öğretiyor, onlara Allah'ın davetini tebliğ ediyordu. Şit ve Idris (as) peygamberler gönderilinceye kadar böyle devam etti. Onlardan sonra da ilahi mesajı Nuh (as) iletti.
İşte böylece insanlığın başlangıcından beri Allah'ın gösterdiği doğru yola davet eden ve hidayet için rehberlik yapan peygamberler, mesajlar ve bunların usul ve yolları, giyim-kuşam, örtünme, araç ve gereç, insanların davet edildiği toplantılar, söz ve tartışmalar daima var olagelmiştir. Bununla birlikte Allah'ın hidayetine mazhar olmuş, peygamberlerin davetim kabul etmiş, onların öğretilerine uymuş ve gösterdikleri yoldan yürümüş cemaatler vardır ki yeryüzüne hakim olmuş, belli devirler boyu yeryüzünü imar etmiş, zenginlik kaynaklarından kazançlar elde etmiş ve hazinelerinden yararlanmışlardır. Ta ki bir gün gelmiş Allah'ın gösterdiği yoldan sapmaya başlamışlardır.
Yine öyle topluluklar yaşamıştır ki daha baştan beri dalalete sapmış, sapık bir yol izlemişlerdir. Allah Teala da onlar için mutsuzluk takdir buyurmuş, dünya ve ahiretle ilgili emeklerini boşa çıkarmış, öyleki kendilerine yardım edecek hiç bir güç bulamamışlar, bilgisizliğin çukuruna yuvarlanıp gitmişler, Allah teala'nın davetini reddetmişlerdir. Bu suretle Allah (cc), onlara ızdırapların en şiddetlisini çektiren, onları diyar diyar kovalayıp darmadağın eden, kaçtıkça onları sürekli olarak izleyen, peşlerinden denizleri ovalan ve dağlan aşarak kendilerini kovalayan düşmanları musallat etmiştir. Nihayet bu kavimler meçhul mekanlara, yerleşime elverişli olmayan pek uzak bölgelere girip oralarda kalmış, kuşakları buralarda parçalanıp dağılmış, böylece işledikleri vebal ve günahların acısını tatmış ve hüsrana uğramışlardır. Çünkü Allah Teala onlar için şiddetli bir azap vadetmiştir.
Bu insanlar, daha sonra intikal ettikleri bölgelerde temel ihtiyaç maddeleri olan yiyecek, giyecek ve mesken gibi zaruri şeyler bulunmayınca artık o çevrenin ancak verebildiği şeylerden faydalanmak zorunda kaldılar. Mesela bunlardan sıcak bölgelere yerleşenler, giyinme ihtiyacını duymadıkları için çıplak yaşamaya başladılar; sadece avret yerlerini ağaç Meriyle ve yapraklarla örtmeye çalıştılar. Soğuk bölgelerde yaşayanlar ise, o mıntıkada yaşayan hayvanların postundan elbiseler edindiler, aynı zamanda o çevrenin ürünlerinden de giyim eşyası olarak istifade ettiler.
Keza yiyecek ve mesken temininde de çevre şartlarından yararlandılar. Yine örnek olarak sıcak bölgelerde yaşayan insan, hayatını meyva, çeşitli bitkiler ve bitki kökleri toplayarak yemekle devam ettirdi. Ağaç kovuklarında ve dallar üzerinde yaşadı, ağaçların dayanıklı uzantıları üzerinde kütüklerden kulübeler bina etti. Soğuk bölgelerde yaşayan insan ise hayatını hayvan eti yemek üzerinde kurdu. Kemiklerinden de kendine, muhtaç olduğu araçları yaptı. Buzdan, kışın barınacak kulübeler kurdu. Yazlan ise hayvanların derisinden çadırlar yaparak hem içinde barındı, hem de avladıklarım getirip içinde sakladı.
Bu insan toplulukları daha sonra intikal ettikleri bölgelerde, alışık olduklarından daha başka çeşit ağaçlar görünce,, yeni yeni bitki çeşitlerini tanıyınca, bununla birlikte vaktiyle görmemiş oldukları daha başka hayvanların saldırısına maruz kalınca, bu toplulukların her kuşağı işte bu yeni görmekte oldukları şeylere özel birtakım isimler vermeye başladılar ki diğerlerince bu isimler meçhul kaldı. Bu sebepledirki kuşakların bazısı diğerine ait dili bilmez oldu. Bilakis nesillerin her tabakası kendi yalnızlığı içinde yaşadı ve bilinmezliği içinde sapıp durdu.
Dağılmış ve kaybolmuş bu insan topluluklarının fertleri, genellikle anne, baba ve çocuklardan ibaret olan küçük bir aile olarak tek başlarına yaşadıkları, aile fertlerinden her biri yiyecek temin etmek maksadıyla yine tek başlarına meçhul yönlere doğru giderek dolaştıkları için gerek bitki olarak, gerekse hayvan olarak birçok yeni yeni cins şeylere rastlıyor ve bunlara özel bir takım nitelikler veriyorlardı ya da bunların her birine belli isimler takıyorlardı. Bunu bizzat yapandan başkaları ise bu isim ve nitelikleri bilmezdi. Dolayısıyla kişi gördüklerini ailesine ancak işaretlerle anlatır veya onları nitelikleriyle tanıtmaya çalışırdı. Bu durum öyle bir yere vardı ki insanların anlaşma dili ortadan yok oldu, yerine işaretler, sesler veya tek tük kelimelerle kullanılan bir anlatım tarzı hakim oldu. Bunu da ancak kabilenin bir kuşağı bilirdi. Tüm kabilenin aynı dili bildiği çok azdı.
İşte bu ilkel kabilelerin medeni dünyadan kopukluk hali, milletlerden, cemiyetlerden uzak bölgelerde yalnızlık içinde kalmışlığı zamanımıza kadar sürüp gelmiş, bu sebeple de kendilerine has bir yaşayış tarzı, bir takım örf ve adetler oluşmuştur. Bazı insanlar günümüzde bu topluluklara ait hayat tarzını, Örf ve adetlerini ileri derecede geri kalmışlığın belirtisi olan basitlikle vasıflandırmakta, hatta onların civarında yaşamakta olan hayvanlara benzetmektedirler veya aralarında şöyle bir mukayese yapmaktadırlar: Her iki cinsin de barınakları birbirine benzemektedir. Aynı alan içerisinde, birbirleri ile mücadele ederek hayat savaşı vermekte, her iki cins de ağaç dalları üzerinde tünem ekte diri er. Hangisi daha becerikli ise diğerine saldırarak onu parçalamakta, hangisi daha atak, daha çabuk davranabiliyorsa diğerini parçalayıp onu iştahla yemekte ve bazan karnını onun etiyle öyle tikabasa doldurmaktadır ki yürürken zorluk çekmektedir. Çünkü bir sonraki öğün için malzeme oluşturacak ikinci bir avı, ne zaman elde edeceğini tahmin edememektedir. Zira bazan uzun bir süre geçtikten sonra ancak yeni bir av ele geçirebilmektedir.
Barınakları, giyimleri, gelenek ve yiyecekleri bakımından basit bir yaşayış tarzı içinde olduklarından dolayı bu toplulukları ilkellikle vasıflandırıyorlar. Halbuki bugün medeni ortamda yaşadıkları halde öyle topluluklar vardır ki zihniyet ve düşünce planında diğerlerine nazaran çok çok daha geridirler. Çünkü bunlar medeni insanların ancak kullandığı en pahalı elbiselerden bile giyseler, medeni insanların adetleri üzere çeşitli gıdalarla beslenseler ve en meşhur mimarların projeleriyle hazırlanmış saltanatlı saraylarda otursalar bile, gerçek şudur ki: Zihniyet bakımından ilkel olmak, hayat tarzı bakımından ilkel olmaktan çok daha korkunçtur. Nitekim bizim gibi giyinip kuşanan, bizim gibi yiyip içen, oturduğumuz modern binalar gibi meskenlerde oturan öyle kimseler vardır ki, bu sayılan şeylerin çemberi dışına çıkmazlar. Küçük bir çocukla haşir neşir olurlar, çocuk elindeki bir sopayla her şeyi karıştırıp oynar. Biri gelip onlara bir yol açmcaya kadar ya da bir işaret verinceye kadar zihniyetleri doğrultusunda bulundukları yerlerde çakılıp kalırlar. İşte bunlar medeni elbiseler içinde görünseler bile yine de en geri insanlardır. Bunlardan öyle topluluklar vardır ki hurafeler ve efsanelerle karışık birçok inançlarım hala korumaktadırlar. Nitekim hala bazı hayvanları ve özellikle sığırları kutsal sayan, onların pislikleriyle kendilerini kutsayan, sidiklerini vücutlarına süren insanlar mevcuttur. Hatta hayvan yolun ortasında durduğu zaman, trafik de o anda duruverir.
Bunun da ötesinde bu insanların inancına göre bütün yaratıklar kutsaldır. Sözde, varlıkların ruhunda kutsallığın özü ve cevheri vardır. Doğuran ve üreten organlar (yani cinsel organlar) ise bu kutsallığın birer kaynağıdır. Dolayısıyla bunlar için özel tapınaklar bile yapılmıştır. İçinde bu organlar mücessem olarak temsil edilmektedir.
Bu kitleler, diğer ilkel topluluklar gibi sayıca ve işgal ettikleri yer bakımından az, küçük bir bölgede yalnız ve dünya milletleri arasında meçhul kalmış bir avuç insandan ibaret de değil, bilakis sayıları yüzmilyonlan bulan, yeryüzünün geniş topraklarını ve önemli bölgelerini işgal etmekte olan ve devletler arasında kayda değer mevkiye sahip bulunan insan yığınlarıdır. Bu toplumlar arasında vaktiyle müslüman iken aralarında çıkan ihtilaf sonunda taraflardan birini destekleyen ve desteklediği fraksiyonun liderine çok aşırı bir sevgiyle bağlanan gruplar olmuştur ki destekledikleri ve bağlandıkları bu liderin ay veya güneşle birleştiğine bile inanmışlardır.
Bazı topluluklar daha vardır ki, bunların inanışları ve dinleri yahudilikten, İran mecusiliğinden, Yunan mitolojisinden, çeşitli felsefe ve nazariyelerden kaynağım alan birtakım batini hurafelerden ibarettir. Bu topluluklar daha sonra kendi içinde konsantre olmuşlar, ancak mensup bulundukları miller arasında ise, içlerinde gizledikleri inancın tam tersine müslüman gibi görünmeye çalışmaktadırlar. Bunlar, Allah'ın haram kıldığı (kendileriyle evlenmeyi yasakladığı) kadınlarla evlenmeyi ise helal saymaktadırlar. Çünkü kadının'bir dini olmadığına, onun alınıp satılabilecek, sunulup hediye edilecek, bir ticaret malı olarak kullanılabilecek, amaca ulaşmak için sömürülecek bir araçtan başka bir şey olmadığına inanmaktadırlar. Bunlar da az değildir. Zira sayıları'bugün bir milyonu aşmaktadır. [15] Ve dağlık bölgelerde daha çok yerleşmiş bulunurlar.
Yine bunlara benzer bazı topluluklar daha vardır ki bir şahsa tapmaktadırlar. İnanışlarına felsefi görüşler de sokmuşlar, kendilerine has bir düzen oluşturmuşlar ve istediklerini bu düzenin ölçüleriyle meşrulaştırarak yapmaktadırlar. [16] Bunlar artık bir yeniliği de kabul etmiyorlar. (Yani Allah tarafından gönderilen yeni mesajı da kabullenmiyorlar.) Çünkü onlara göre artık Allah'ın insanoğluna hitap etmesi son bulmuş ve kapı kapanmıştır. Bir kitle daha vardır ki, kendisini Allah tarafından seçilmiş bir millet olarak kabul etmekte, cahillere karşı üzerimizde bir sorumluluk yoktur demekte [17] kendilerinden olmayan toplumlara karşı yapacakları tecavüzlerden dolayı asla mesul olmayacaklarını, dinlerinin yalnızca kendi ırklarına mahsus olduğunu ileri sürmektedirler. [18]
İşte bütün bu toplumlar, bu cemaatler aslında zihniyet açısından ilkeldirler. Ne var ki materyalistler onları ilkellikle vasıflandır -mamaktadırlar. Çünkü gerçek dinden uzak kalmışlığın bir sonucu olan cahiliyette onlarla birleşmektedirler. Keza materyalistlerin, hak yoldan sapmış ve dejenere olmuş olmak, çirkin fiiller işlemek gibi hususlarda bunlarla birçok ortak noktalan vardır. Bu gerçek ise materyalistlerin halen cahiliyet devrini yaşamakta olduklarım kanıtlamaktadır. Çünkü maddeciler mesken ve giyim gibi konularda ilkel olanları ilkellikle vasıflandırma noktasında, düşünce planında ilkel olan topluluklarla zihniyette birleşmektedirler. Ve çünkü materyalistlerle ilkel hayat tarzı içinde yaşayanlar ahlaksızlık noktasında birbirlerine benzememektedirler. Zira ilkel hayat tarzı sürdürenler yalnız başlarına yaşamakta ve onlardan uzak bulunmaktadırlar.
İşte gerek kendilerini medeni addeden bu materyalistler ve onlarla hemfikir olan zihniyetçe ilkel topluluklar, gerekse tenha bölgelerde vahşi bir hayat sürdürmekte olan kabileler olsun, Allah her iki tarafı da batıl inançlarından ötürü yüzüstü kılmıştır. Sözde kendilerini medeni sanan bu insanlar çarpık düşünceleri yüzünden, diğerleri ise çevre şartlarına bağlı olarak doğru yoldan sapmış kaybolmuşlardır.
Bunları da Öbürlerini de Allah (cc), çarpık inanış ve düşünceleri sebebiyle perişan etmiş, hakka baş kaldıranlara uymaları, insana tapmaları, onu il anlaştırın alan ya da hayvana taparak ona kutsallık atfetmeleri ve onu bir ilah mevkiinde görmeleri yüzünden dalalete sürüklemiştir.
O halde b^ıgün dünya üzerinde ilkel topluluklar olarak iki örnek bulunmaktadır. Bunlardan birinci kısma girenler uzak bölgelerde ve kopuk vaziyette tdış görünüş itibariyle) ilkel bir hayat sürdüren topluluklardır. İkincisi ise (sosyal açıdan medeni göründükleri halde) zihniyetçe ilkel olanlardır ki bu yığınlar, materyalistlerle haşir neşir olmakta, onlarla işbirliği etmekte, birçok ülkeleri sömürmelerine yardımcı olmakta, bu sömürülerinden istifade etmeye çalışmakta ve nihayet cahiliyet düzenini onlarla beraber uygulamaya çalışmaktadırlar. [19]
İnsanlık Tarihinin Ana Anahtarı
Adem (as) büyük bir ihtimalle, güneybatı Asya'da ve Arap yarımadasında varoldu. Onun, her ne kadar Hindistan'da vücuda geldiğine veya başlangıçta Irak'ın kuzeyinde bulunduğuna dair çeşitli kanaatler var ise de genellikle görüşler bu merkezdedir.
Böylece insanoğlu ilk yaratılmış olduğu bölgede üremeye ve hızla çoğalmaya, buradan da başka bölgelere göçmeye başladı. İlk insanın ilk vatanı olarak sayacak olursak, insan evvela Arap yarımadasının yatan bölgelerim imar etti. Bu gelişme ile çeşitli milletler meydana geldi. Bu milletlerin yetişmiş olduğu ortama bağlı olarak değişik diller oluştu. Elbette ilahi hikmet, her millete, kendi çocukları arasından bir elçinin gönderilmesini, Allah'ın mesajlarını onlara iletmesini, onları terbiye etmesini, dinin emirlerini kendilerine öğretmesini gerektirdi. İlahi daveti kolayca iletebilmek için, her peygamber kendi kavminin diliyle konuşuyordu. Kimi iman etti, kimileri de inkara sapü. Bu suretle çeşitli gruplar oluştu ve ayrılıklar doğdu.
İlk yerleşim merkezleri Arap yarımadası ve dolaylarında oluştuğu için peygamberler de bu bölgelerde ortaya çıkmışlardır. Çünkü buralarda yaşayan insanlara bu peygamberler gönderilmişlerdir. Bundan dolayı, bakıyoruz ki tanıdığımız peygamberler bu bölgelerin dışında ortaya çıkmamışlardır. Özellikle diğer bölgelere nazaran nüfus bakımından daha kalabalık olan mesela Irak, Filistin, Mısır ve Arap yarımadasında zuhur etmişlerdir. Diğer mıntıkalara gelince" [20] buralar henüz insan tarafından imar edilmemiş, bu bölgelere henüz insanoğlu yerleşmemişti ki Allah (cc)da buralara elçi göndermeyi irade buyursun.
Şayet bu bölgelerde çok küçük azınlıklar halinde insan toplulukları bulunmuş ise de bunlar esasen daha önce sözünü ettiğimiz geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin devamı idiler. Bu sebeple de ilahi davet kendi peygamberleri vasıtasıyla elbette ki kendilerine ilk vatanlarında ve henüz kaçıp çıkmadan iletilmiştir. Dolayısıyla bunlar da hesaba çekileceklerdir ve madem ki Allah (cc) onlara elçi göndermiştir, o halde bunların da günahkarları cezaya müstehak olacaklardır. Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Biz peygamber göndermedikçe kimseyi incitmeyiz."
Allah (cc) tarafından elçilikle görevlendirilmeleri bir yana, vazifeleri sırf insanları doğru yola sevketmek olan peygamberler için de aynı şey sözkonusudur. Bu peygamberlerin sayısı oldukça büyüktür. Biz ise az sayıdaki bir kısmı hariç, geriye kalanlar hakkında bilgi sahibi değiliz. Birden fazla peygamber aynı devirde ve aynı bölgede yaşamış da olabilir. Sonuncuları olan Hz. Muhammed (sav)'den başka diğer peygamber ve elçilerin görevleri yalnızca kendi milletleri veya milletlerinin sadece bazı cemaatleriyle sınırlıydı. Elçilikleri sadece bu kavimlerle ilgiliydi.
Bilindiği üzere Allah (cc) tarafından genel bir mesaj indirildiği zaman öncekileri yürürlükten kaldırır. İşte tüm beşeriyetin efendisi olan Hz. Muhammed (sav)'in elçiliğinin bir özelliği de budur. Dolayısıyla Öncekileri yürürlükten kaldırmıştır. Sınırlı bölgelerde ve sınırlı bazı dönemlerin dışındaki zamanın tümünde cahiliyet geçerli olmuştur. Çünkü peygamberlere mensup cemaat ve milletlerin içinden küçük azınlıklar hariç onların davetine kimse inanmamıştır. Bu durumdan da çeşitli sonuçlar doğmuştur. Şöyle ki: Davete uymayan bu insanların bir kısmı sulara gömülmüş, boğulmuşlar, kimilerini yer yarılarak yutmuş, bazılarının diyarını kasır.-galar altüst etmiş, bir kısmının ise üzerlerine gökten yakıcı çamurla karışık yağmurlar yağmış onları helak etmiştir. Bu sapmış kavimlerden sonra da yine başka milletler gelmiş, onlara da elçiler gönderilmiş, ancak öncekilerin yaptıklarının aynısını yapınca aynı akibete uğramışlar ve devran böyle devam etmiştir.
Bazı elçilerin eğer siyasi rolü sınırlı ise, (böyle takdir edilmiş ise) kendi milletlerinden başkasını ilgilendiren siyaset, hukuk ve kanuna ilişkin ayetler onlara inmezdi. Bu sebepledir ki peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (sav)'e kadar gelmiş geçmiş peygamberlerin mesajlarında bunlardan herhangi bir eser yoktur. Sadece Hz. Musa (as)'nın şeriatında bazı hükümler bulunmaktadır. Çünkü Hz. Musa (as) îsrailoğullarının lideri durumundaydı. Geçerli bir otoritesi vardı ve onların başındaydı. Ancak onun şeriatmdaki hükümler münhasıran İsrailoğullarına mahsustu. Zira başka milletleri de kapsayacak şekilde onları aşan bir otoriteye sahip değildi.
Krallar, nüfuz sahipleri ve diktatörler kendi milletlerini hep baskı altında tuttular, özel ve kişisel işlerinde onları zorla çalıştırdılar. Bu insanlar da zor şartlar altında onlara binalar yaptılar ve büyük projeler doğrultusunda yapılar inşa ettiler. Bu yapılar hiç bir insancıl anlam taşımadığı halde bugünün çağdaşları bu yapıların kalıntılarını bir takım medeniyetlerden saymaktadırlar. Halbuki kitleleri, bu yapıları inşa etmeye zorlayan, hükümdarların zulmü ve diktatörlerin istibdadı idi. Bu sebeple her binanın yapılışı sırasında sırf bir zorbaya hizmet veya bir diktatöre itaat uğrunda binlerce insan kurban gitti.
Krallar ve hükümdarlar milletlerinin idaresini yürütmek maksadıyla birtakım kanunlar koydular. Aslında bu kanunlar yöneticilerin amacından başka bir şeye hizmet etmiyordu. Dolayısıyla, sürekli olarak değişiyordu. Hükümdarlar değiştikçe bu kanunlar da değişikliğe uğruyordu. îşte insan eliyle yazılan kanunların durumu daima böyledir. Bu tür kanunlar için ne bir süreklilik vardır, ne de kendi dönemlerinde bu kanunları koyanlardan başkasının çıkarlarına hizmet edecek niteliktedirler. Dolayısıyla ne kadar üstün bir düşünceyi temsil ederse etsin, bu kanunları asla onların medeni yanlarından sayamayız. Çünkü idare edilenlere ve onların menfaatlerine hizmet ettiği söylense de aslında onlar için değil, bilakis hükümdarlar için bu kanunlar konmuştur.
İşbaşına gelenler kendi milletlerini hep aşağıladılar. Onlar da başlarında bulunanların önünde dize geldiler, Allah'tan başka onlara taptılar. Geniş muhit edinenler genellikle, halka siyasi ve ekonomik baskılar uygulayan nüfuz sahiplerinin önünde saygı gösterisinde bulunarak onlardan faydalanmaya çalışıyorlardı. Ezilmiş tabakaların da bunları taklit etmekten başka çareleri yoktu. Bu sebeple de ileri gelenlerin sözlerine uyarak siyasi ve ekonomik nüfuza sahip kimselerin ibadet ettiği şeylere inanıyorlardı. Onun için bu milletlere Allah (cc) tarafından bir elçi geldiği zaman onu yalanlamakta ve getirdiği gerçekleri inkar etmekte birleşiyorlardı.
Bu konuda Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Doğrusu Biz, Musa'yı mucizelerimizle ve apaçık bir delille Firavun'a, Haman'a ve Karun'a gönderdik. Onlar (Musa için):
- Bu bir sihirbazdır, yalancıdır dediler.
Bunun üzerine Musa, tarafımızdan onlara gerçeği iletince de şöyle dediler:
- Musa ile beraber iman edenlerin oğullarını öldürün, kadınlarını ise diri bırakın.
Ama gerçek şudur ki kafirlerin hilesi yok olmaya mahkumdur." [21]
Milletler şiddetli bir ezilmişlik içindeydiler. Hükümdarların yanında ayrıca tabiat güçlerine de tapıyorlardı. Her bölgede ayrı güçlere ibadet ediyorlardı. Güneş, ay, yıldızlar, kesif ormanlar, korkunç yöreler, yıldırım, şimşek, bulutlar... Bütün bunlar ibadet edilen güçler idi. Bunlar için tapınaklar yapılıyordu. Her bölgenin ilahları bir diğerinden ayrıydı. İşte bu suretle putlara tapınma geleneği oluştu. Bu putlara verilen isimlerin, birtakım salih kişilere ait olabileceğine dair kanaatler çoktur. Bu salih kişiler ölünce şeytanlar, onların taraftarlarına, bu zevatın oturdukları yerlere onları sembolize eden şeyler koymaları için telkinde bulundular. Dikilen heykellere onların adlarını verdiler. Böyle yaptılar ama başlangıçta o salih kimselere ait bilgiler tamamen kayboluncaya kadar bu putlara tapılmıyordu. Bu mübarek zatlar birinci derecede Hz. Nuh (as)'dan önce yaşamışlardı. Taberi, tefsirinde Hz. Adem (as) ile Hz. Nuh (as) arasında mübarek zatların yaşadığını ifade etmektedir. Bu zatların herbirinin taraftarları vardı, onların izinden giderlerdi. Bunların herbiri vefat ettikçe peşinden yürüyenler "Bu zevatı bir-şeylerle canlandırıp hatıralarını yaşatacak olursak kendilerini andıkça bizim için ibadet hususunda daha teşvik edici olur/' dediler.
Ancak ilk kuşaklar ölüp yeniler onların yerini alınca İblis bunlara vesvese verdi ve kendilerine dedi ki: "Aslında ecdadınız bunlara tapıyordu, bunların hürmetine yağmur yağması için dua ediyorlardı." Tabii ki bu yeni nesiller de aldanarak onlara tapmaya başladılar. Böylece bu putlardan her birine tapan cemaatlar oluştu. Daha önceleri birer resimden ibaret olan putları, uzun devirler geçtikçe zamanla daha kalıcı olsun diye heykel haline getirdiler. Sonra da Allah'tan başka bu putlara tapınır oldular.
Bu putlar için yapılan çeşitli ibadet şekilleri vardır. Bu ibadet şekilleri birçok devirlerde de yayılmıştır. Nitekim alimlerden birinin cemaati, onu hafızalarında canlandırmadıkça ibadetlerinde gereken huşu derecesine ulaşmanın mümkün olamayacağını tasavvur etmektedirler. Belki o alim kişi öldükten sonra da onu yine gözlerinin önünde canlandırır ve (heykelini, resmini) önlerine koyarlar. İşte putların ortaya çıkması bu şekilde olmuştur. [22]
İnsan toplulukları farklı derecelerde eziliyor ve horlanıyorlardı. Güçlü zayıfı kullanıyor, hükümdarlar kendi milletlerinin tümünü angarya işlerde çalıştırıyorlardı. Bu ister kamuya ait işlerde olsun ister hükümdarın özel işi olsun, değişmezdi ve hiç bir insan ne çalışmayı reddedebilir, ne de işten kaçabilirdi. Böyle bir şeyi aklından geçirenleri ise, istediği kadar statüsü yüksek olsun, hesaba bile çekilmeden ölüm bekliyordu. Ölümünden de kimse sorumlu tutulmazdı. Dolayısıyla halka çoğu kez hayvanlar kadar bile değer verilmiyor, insanlar eziliyor, horlanıyordu.
Keza sıradan bir şahıs, sorumlulardan birinin tutum ve davranışını kınadığı zaman halk bunu yadırgıyor, onu deli sayıyor ya da akli dengesinde bir bozukluk olduğuna inanıyordu. Çünkü böyle bir davranışın arkasında daima ölüm hayaleti bekleyip dururdu. Aynı zamanda hükümdarlar da böyle bir davranışı garipserlerdi. Çünkü daha önce kimsenin böyle bir şeye cesaret edemediğini düşünür ve hayret ederlerdi.
Yine insan toplulukları farklı seviyelerde fakirlik içindeydiler. Bir kimse kendi temel ihtiyaçlarını bile karşılayamıyordu. Hükümdar ise vatandaşlarından her birinin elde ettiği rızkın bizzat kendisi tarafından temin edildiğini, ve bunu, milletinin fertlerine bir ihsanı olduğunu sayıyordu. Yönetenlere karşı duyulan korku şu sonucu doğuruyordu:
Halk kanaat ve benzeri kavramların nesilden nesile geçmesiyle değil, (itaat için) ancak mutlak baskıya inanıyordu.
Aynı şekilde insanlar farklı derecelerde cehalet içindeydiler. îş-başında bulunanlar milletlerini bilgisizlik içinde terketmeye bilhassa gayret ediyorlardı. Ta ki onlara sundukları fikir ve öğretileri, din, inanç, düzen ve törenleri kabullensinler. Çünkü insan düşünme fırsatını bulduğu (yani okuyup aydınlandığı) zaman hurafeleri, batıl şeyleri ve zulmü elbetteki reddedecektir. Keza, belli öğretilere ve kurallara uymayı, belli bir takım dini törenlere katılmayı kabul etmeyecektir. Bu ise diktatörlerin tarih boyunca korktuğu şeydir.
İşte bu sebepledir ki tarihin geçen bütün bu devirlerine cahili-yet devri adını verdik.
Çünkü bu devirlerde insanların kişilere tapması geleneği hakimdi. Beşeri yasalar [23] yürürlükte idi ve bu kanunlara uyuluyordu. Bu kanunlar her hükümdarın döneminde onun arzusuna, çıkarlarına ve topluma olan bakış açısına göre değişirdi. Angarya düzeni işliyordu, acımasızlık, anarşi ve sefalet her tarafta egemendi. O devirlerde ve cahiliyetin hüküm sürdüğü tarihin bütün devirlerinde insanlığın hiç bir anlamı yoktu.
Sonraları Arap yarımadasında nüfus çoğaldı ve buradan çeşitli yönlere dağılmaya başladılar. Göç hareketleri aşağıda anlatılan yönlere doğru genel bir şekil aldı:
1) KUZEYDOĞU YÖNÜ: Rafideyn ülkesine doğru olan yöndür. Asya ve Amerika yönlerine doğru meydana gelen diğer göçler veya Rafideyn ülkesine varılmadan önce oluşan yığılmalar buradan başlamıştır.
2) KUZEYYÖNÜ: Şam'a doğru olan yöndür. Bu yöne doğru yapılan göçlerde belki de bazı topluluklar göç yolu üzerinde kendilerine yarayabilecek verimli topraklarda veya stratejik mevkilerde yerleştiler. Daha sonra Şam topraklarından Akdeniz kıyılarındaki bölgelere doğru ikinci bir göç dalgası başladı.
3) GÜNEY YÖNÜ: Yemen ülkesine doğru olan yöndür. Bab'ül-Mendeb Boğazı'nın bulunduğu yerde Arap yarımadasının güneybatı açısı Afrika kıtasıyla temas halindeydi. însan kitleleri buradan Afrikaya intikal ediyor veya Hindistan yönüne doğru deniz yoluyla göç ediyorlardı.
Bu üç bölgeden birinde diğer bir göç daha meydana gelmiş olabilir. Nuh tufanından sonra Irak'ın güneyinde olduğu gibi. Belki de insanlar oralardan yine ilk vatanlarına döndüler. Çünkü Nuh (as)'m çocukları tufandan sonra dağıldılar. [24]
İlk Çağlarda Rafideyn Bölgesi
Arap yarımadasında insanlar çoğalınca onlardan bir topluluk çıkarak kuzeydoğuya doğru yöneldi. Göçleri Rafideyn Bölgesinin [25] güneyinde noktalandı. Verimli bir toprağı ve bol suları bulunan bu bölgede yerleştiler ve burayı kalkındırdılar. Ziraatle uğraştılar. Çok geçmeden de kendilerine birtakım putlar yapıp -Allah'tan başka- bunlara tapmaya, bunlardan medet ummaya, sözde kötülüklerinden korunmaya çalıştılar.
Allah (cc) onlara elçi olarak Nuh (as)'ı gönderdi ve kendilerini, eşi ve benzeri bulunmayan bir tek Allah (cc)a ibadet etmeye, herhangi bir heykele, puta ya da şeytana tapmamaya, Allah (cc)m bir olduğu gerçeğim dile getirmeye, O'ndan başka bir ilah, başka bir Rabb bulunmadığına inanmaya davet etti. Ancak başarılı olamadı. Uzun yıllar yaşamış olmasına rağmen kavminden sadece küçük bir azınlıktan başka kendisine inanan olmadı. Bilindiği üzere Nuh (as) dokuzyüzelli yıl yaşamıştır. Hz. Nuh (as)'in hayatında nesiller birbirini izledikçe, bir Öncekiler bir sonrakilere peygamberlerine inanmamalarını vasiyet ediyorlardı. Öyle ki uzun zamanlar durum böyle devam etti, taraflar arasındaki mücadeleler sürüp gitti.
Hz. Nuh (as)'m kavmi kendisine şöyle dediler:
- Ey Nuh! Gerçek şu ki: bizimle mücadele ettin, bizimle olan mücadelede de çok ileri gittin. Eğer doğru söyleyenlerden biriysen bizi korkutup durduğun cezayı getir de görelim!" Nuh da şöyle cevap verdi:
- Dileyecek olursa Allah o cezayı size verebilir ve sizi cezalandırmaktan O'nu aciz bırakamazsınız. [26]
Hz. Nuh (as), kavminin iman etmesinden ümidini kesince bu sefer onlara beddua etti: "Dedi ki: Ey rabbim! Kafirlerden hiç kimseyi yeryüzünde bırakma, çünkü eğer onları bırakırsan, kullarını saptırırlar ve ancak nankör tacirlerden başkasını doğurmazlar." [27]
Bundan sonra Allah Teala O'na, gemiyi yapmasını vahyetti. Ta ki müminleri onunla kurtarsın ve gerideki iman etmemiş olanları da sulara gömsün.
"Nuh'a şöyle vahyolundu:
- Haberin olsun! Önceden iman etmiş bulunanlardan başka, kavminden hiç bir kimse iman etmeyecektir. O halde yaptıkları şeylerden dolayı üzülme.
Gözetimimiz altında ve vahyimiz gereğince gemiyi yap. Hem o zulmedenleri afetmem için sakın bana hitap etme, çünkü onlar kesinlikle boğulacaklardır.!
Nuh gemiyi inşa ettiği sıralarda, kavminden bazı guruplar yanından geçtikçe O'nunla alay ediyorlardı. Nuh onlara:
- Şimdi bizimle alay edip eğleniyorsunuz, ancak (zamanı gelince) bizimle alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz.
Pek yakında perişan edecek azabın kime geleceğini ve sürekli bir azabın kimin başına kopacağını öğreneceksiniz. [28]
Geminin yapım işi bittikten ve Hz.Nuh (as) 'a iman edenler gemiye bindikten sonra Allah Teala bulutları harekete geçirdi, gökten yağmurlar indi, yerden kaynaklar fışkırdı. Bugünkü Arap Körfezi civarında deniz coştu. Akdeniz'in suları da yükseldi. Öyle ki bu sular birbirlerine kavuştu. Bütün bölge sular altında kaldı ve buralardan etrafa taştı. Gemi kuzeye doğru hareket etti ve bugünkü Türkiye'nin doğusunda bulunan Cudi veya Ararat diye adlandırılan dağın üzerinde durdu. Çünkü bu engebeler deniz seviyesinden daha yüksekti.
Sonra deniz çekildi, yağmurlar dindi, sular kayboldu, pınarlar kurudu ve gemideki yolcular inerek bölgeye yerleştiler. Böylece yerleşik insanlar bu kez Rafideyn bölgesinden kuzeydeki dağlık bölgeye taşınarak orayı yurt edindiler ve ikinci kez yeryüzündeki insan sayısı yeniden artmaya başladı. Hz. Nuh (as) ile gemiye binen çocukları da çoğalmaya başladılar.
Hz. Nuh (as)'m Sam adındaki oğlu, çocuklarıyla birlikte güneybatı yönündeki Arap Yarımadasına doğru göç edip oralara dağıldılar. Ham ve çocukları da güneye doğru çıktılar. Onlardan bir kitle tekrar Irak'ın güneyine gelerek burada yerleştiler. Yeryüzü artık kurumuş, yeşillikler yeniden ortaya çıkmıştı. Hz. Nuh (as) 'm diğer çocukları da bunları izlediler ve dağıldılar. Bir kısmı güneydoğu yönünde ilerliyerek Hindistan'a, bazıları ise güneybatı istikametine yönelerek Bab'ül-mendeb Boğazı boyunca göçü sürdürüp Afrika'ya geçtiler, ya da Afrika kıtası Arap Yarımadasına yapışıktı, oradan da kuzeye ve geriye kalan bölgelere doğru yöneldiler. Yerleşip oraları bayındır hale getirdiler.
Hz. Nuh (as) 'in üçüncü oğlu Yafes' e gelince O, çocuklarıyla birlikte doğuya hareket etti. Ancak aralarında batıya göç edenler de oldu.
Kuzeyden gelen cemaat, kardeşleriyle birlikte Şangar veya Sencer Ovası olarak bilinen bölgeye yerleştiler. Bu cemaat Sümerler adını aldı. Bu bölge verimli ve suları bol olduğu için halk tarımla uğraştı ve bu işin erbabı oldular; Barajlar kurdular, kanallar yaptılar ve çivi yazısı kullandılar. Aynı devirde bir kitle de Arap Yarıma-dasından tekrar geri dönerek Sümerlerin civarına yerleştiler. Kurdukları şehrin adını alarak Akadlar diye tanındılar. Onlarla çağdaş oldular ve komşularından ziraati öğrendiler. Bölgede halk çoğalınca kitleler buradan da göçmeye başladı.
Bunların bir kısmı bu bölgenin doğusundaki engebelere yerleştiler. Burada Susa şehrini kurdular ve burayı kendilerine merkez haline getirdiler. Bunlara Elamlılar adı verildi.
Akadlar, kendilerine egemen oluncaya kadar bölgenin en büyük gücü Sümerler idi. Fırat nehrinin güney cephesinde bulunan Ur şehri Sümerlerin ünlü merkezlerinden biriydi. Buradan, bugün Hur'ul-Hımar adıyla bilinen yere kadar deniz uzuyor ve Fırat'a kavuşuyordu.
Bu kavimler putlara taptılar ve sapıklıklarında ısrar ettiler. Bunun üzerine AllahTeala sevgili elçisi Hz. İbrahim (as)'ı onlara gönderdi. Hz. İbrahim (as) yukarıda sözü edilen Ur şehrinde yetişmişti. Bu şehrin halkı putlara taptıkları gibi yıldızlara da tapıyorlardı. Hz. İbrahim (as) onlarla münakaşalarda bulundu onlarla mücadele etti. Aynı zamanda krallarıyla da münakaşalarda bulundu ve sonunda onlara karşı üstünlük kazandı. Ancak kafirlerle yapılan münakaşa ve mücadeleler pek sonuç vermez. Çünkü gerçeği yalnız bir defaya mahsus olmak üzere görülür. Hem sonra münakaşada yenilmek çok zor bir şeydir. Sonucu kabullenmek güçtür. O bakımdan küfür ve inatlarında ısrar edip dururlar. Üstelik kendilerini yenen kimseyle bu sefer alay edip eylenirler. İfadelerinin basit olduğunu, içinde aşağılık ve hurafe şeyler bulunduğunu ileri sürerler. Bu gibi şeyler [29] söyleyen bir kimsenin deli olması, sözlerine asla itibar edilmemesi gerektiğini anlatırlar.
Hz. İbrahim (as) kavmini çeşitli metodlarla imana davet etmeye başladı. Allah Teala bu konuda şöyle buyuruyor:
"Elbette ki biz İbrahim'i önceden de rüştüne erdirmiştik ve buna ehil olduğunu biliyorduk. Vaktiyle babasına ve kavmine şöyle demişti:
- Tapmakta olduğunuz şu heykeller nedir? Onlar da:
- Biz atalarımızı bunlara ibadet ediyor bulduk, dediler. (Hz. İbrahim onlara) dedi ki:
- Andolsun, siz de, atalarınız da fahiş bir sapıklık içindesiniz.
Onlar:
- Sen bize doğruyu mu söylüyorsun yoksa bizimle eğleniyor musun, dedier. İbrahim şöyle cevap verdi:
- Gerçek şudur ki Rabbiniz hem göklerin hem de yerin Rab-bidir. Bunları yaratan O'dur. Ve ben de bütün bunlara şahadet edenlerdenim. Allah'a yemin ederim ki, arkanızı dönüp gittikten sonra mutlak surette putlarınıza bir iş yapacağım. Nitekim onları parçaladı, yalnız onların büyüğüne dokunmadı. Belki dönüp (hadiseyi sorar) gerçeği öğrenirler diye bıraktı.
(Kafirler döndükten sonra):
- Bunu bizim ilahlarımıza kim yaptı? Muhakkak O, zalimlerden biridir, dediler. (Bunun üzerine onlardan bir kısım kafirler) şöyle dediler:
- Bir delikanlının, bunları kötülediğini işittik. Adına İbrahim diyorlar.
(Kral Nemrud ve vezirleri şöyle) dediler:
- Onu getirin de halk kendisini görsün bakalım. (Hz. İbrahim huzura getirilince):
- Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim, diye sordular. İbrahim (cevaben) şöyle dedi:
- Belki de putların büyüğü bunu yapmıştır. Eğer konuşabiliyorlarsa onlara hele bir sorun bakalım? Bunun üzerine nefislerine rücu ederek (kendi kendilerine düşünerek, putlarını koruyamadıkları için vicdanlarım suçladılar.) ve (ilahları böyle sahipsiz bıraktınız diye birbirlerine): Siz varsınız ya, zalimler güruhusunuz! dediler.
(Sonra) başlarını önlerine eğerek, İbrahim'e:
- Gerçekten biliyorsun ki, bu putlar konuşamazlar, dediler. İbrahim de onlara:
- (Peki gerçek bu olduğu halde) Size ne fayda, ne de zarar verecek şeylere mi tapıyorsunuz, diye sordu. Ve:
-Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Hâlâ mı akıllanmayacaksınız! dedi.
(Bunun üzerine Nemrud ve uyduları) şöyle dediler:
- Onu (derhal) yakın da ilahlarınızın öcünü alın, eğer yapacağınız bir şey varsa (yapın.)
(Kudret sahibi olan) Biz, (İbrahim ateşe atılınca ateşe emrederek), dedik ki:
- Ey ateş İbrahim'e karşı serin ve selamet ol!
İbrahim'e bir tuzak kurmak istediler. Fakat biz onları daha ziyade hüsrana düşürdük.[30]
İbrahim Aleyhisselam, yıldızlara tapmalarına karşı da kavmiy-le mücadele etti. Allah Teala bu hususta da şöyle buyuruyor:
"Vaktiyle İbrahim, atası Azere:
- Sen putları kendine tanrılar mı ediniyorsun? Şurası bir gerçek ki seni ve kavmini fahiş bir sapıklık içinde görüyorum, demişti.
Biz (İbrahim'e atasının ve kavminin sapıklığını gösterdiğimiz gibi) göklerin ve yerin sırlarını ve güzelliklerini de O'na gösteri-yorduk ki, köklü bir şekilde iman edenlerden olsun.
İbrahim'in üzerine gece karanlığı çökünce, bir yıldız gördü:
- Bu mu benim Rabbim, dedi. Derken yıldız batıverince:
- Ben öyle batan (kaybolup yok olan) fani şeyleri sevmem, dedi. Sonra ayı doğarken görünce (yine) Rabbim bu mudur, dedi.
Fakat o da batıp kaybolunca:
- Yemin ederim ki eğer Rabbim beni hidayete erdirmeseydi muhakkak sapıklar topluluğundan olacaktım, dedi. Daha sonra güneşi doğar halde görünce (yine) acaba Rabbim bu mudur? Bu gördüklerimden daha büyük ve parlak, dedi. Ancak batınca:
- Ey kavmim! (Şu gördüklerinizin hepsi fanidir ve yok olmaya mahkumdur.) Ben (ise) sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden berîyim (uzağım, onlarla ilişkim yoktur.)
Ben sadece ve sadece yüzümü hanif olarak (ortak koşmadan) gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a çevirmiş bulunuyorum; O'na ortak konuşanlardan değilim, dedi.[31]
Hz. İbrahim (as) milletine zulmeden, onlara köle muamelesi yapan ve gözlerinin önünde tanrılık iddiasında bulunan Kral Nemrud'la da münakaşalar yapmıştır.
Allah Teala bu konuda da şöyle buyurmaktadır:
"Allah kendisine saltanat verdi diye (azarak) İbrahim ile, Rab-bi konusunda mücadele eden Nemrud'dan haberin var mı? İbrahim O'na:
- Benim Rabbim (kudretiyle) hem diriltir, hem Öldürür, dediği zaman O, (Nemrud):
- Ben de diriltir, ben de öldürürüm, diye cevap verdi. (Bu kez) İbrahim O'na:
- Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de onu batıdan getir bakalım! deyince (Allah'ı) inkar eden Nemrud şaşırıp dili tutuldu. Allah (işte böyle) zalimleri muvaffak etmez.[32]
Bütün bu münakaşalardan, mücadelelerden ve yapılan imana davetten sonra bunca insan arasından Hz. İbrahim (as)'in kardeşi oğlu Lut ve Hz. İbrahim'in eşi ve aynı zamanda amcasının kızı Sa-ra'dan başka kimse iman etmedi. Ancak son bir kez daha babasına yönelerek onu yine davet etti ve kendisine nazikçe hitab etti. Allah Teala bu konuda da şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammedi) Kur'an'da İbrahim'i de (İbrahim'le ilgili malumatı da ümmetine ) anlat. Çünkü O çok doğru bir peygamberdi. O bir vakit babasına şöyle dedi:
- Babacığım! İşitmez, görmez ve sana hiç faydası dokunmaz şeylere neden tapıyorsun?
Babacığım! Şu bir gerçektir ki bana gelmiş olan ilim sana gelmemiştir. (Bildiklerimi sen bilmiyorsun. Çünkü ben Allah'ı tanıdım.) O halde bana uy da seni doğru yola ileteyim.
Babacığım! Şeytana tapma. Çünkü Şeytan Rahman'a lah'a) karşı geldi.
Al-Babacığım! Doğrusu korkarım ki sana Rahman'dan bir azab dokunur da Şeytanla dost olursun.
İbrahim'e babası dedi ki:
- Ey İbrahim! Benim ilahlarımdan (taptığım putlardan) yüz mü çeviriyorsun? Yemin ederim ki eğer (onlara hakaret etmekten) vazgeçmezsen seni muhakkak taşlar (öldürürüm.) Uzun bir süre benden ayrıl git! İbrahim şöyle dedi:
- (Benden sana fenalık gelmez) Güven içinde ol, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana çok lutufkâr-dır. Ben, sizden ve Allah'tan başka taptıklarınız (putlar) dan uzaklaşıyorum ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki Rabbime ibadet etmekle (sizin putlara yaptığınız ibadette olduğu gibi) bedbaht olmam.[33]
Hz. İbrahim (as) sırf Allah'a karşı geldikleri için kavminden, milletinden ayrılınca, henüz iman etmemiş olan kardeşi Harran ve karısı Melka, ayrıca iman etmiş olan, kardeşi oğlu Lut ve özkarısı Sara ile birlikte hicret ettiler. İbrahim (as)'m babası Azer de, duyduğu özlem ve babalık hisleriyle O'nunla birlikte yolculuğa çıktı. Seyahatin yönü Şam memleketleriydi ve yol, Fırat nehri boyunca devam ediyordu. Nihayet, bugün Buleyh Nehri'nin yatağı üzerinde, Suriyenin kuzeyine düşen Türkiye'deki Harran' [34] şehrine ulaştılar. Şehir, Hz. İbrahim (as)in kardeşi Harran'a nisbetle bu adı taşımaktadır ve babası Azer (Tarih) burada ölmüştür. İbrahim (as), burada, yıldızlara tapan bir kavme rastladı. Onlara taptıkları için bu insanlarla mücadele etti. Ancak bir faydası olmadı. Bilakis ısrar ettiler, küstahlık yaptılar ve sapıklıklarını sürdürdüler. Bu sebeple İbrahim (as)da onları terketti. Öyle görünüyor ki bu topluluk, Hz. Nuh (as) 'in, sonradan bu bölgeye gelip yerleşmiş bulunan oğlu Ya-fes'in torunları ve soyundan gelenler idiler. Hz. İbrahim (as) buradan Beyt'ül Makdis'e [35] doğru yön tuttu. Yolu, Katîna Gölü ve Dımışk'a [36] uğruyordu. Barza'ya da uğramış ve burada namaz kılmıştır. Namazgahı, O'nun bir makamı olarak hâlâ durmaktadır. Kimileri de O'nun burada dünyaya geldiğini ileri sürerler.
O devirde bazı kavimler Şam dolaylarına dağılmış bulunuyorlardı. Bunların bir kısmı, Arap Yarımadasından, tek tük cemaatler de Irak'tan gelmişlerdi ki çoğalıp etrafa yayılıncaya kadar pek tanınmıyorlardı. Bunlardan Yafes'in torunları olan bir kısmı da Kuzey'den gelmişlerdi. Bu cemaatlerin çoğu yıldızlara tapıyorlardı. İbadetlerinde de, kutup yıldızı yönünde, Kuzey Kutbuna yüzlerini çevirirlerdi. Dımışk surlarının eski kapılarının üzerinde bu yıldızların her birine ait semboller bulunurdu. Hz. İbrahim (as)'in yolculuğu Beyt'ül Makdis doğusunda son buldu. Daha sonra, -günümüzde- Halil Kenti olarak bilinen Şehre gitti ve orada yerleşti. Sonra kıtlık yılları geldi. Bunun üzerine Mısır'a göçtü ve kardeşi oğlu Lut'u, sonradan Lut Gölü adını alan Ölü Deniz'in (Bahr'ul-Mey-yit'in) güneyine yerleştirdi. Şimdi de Hz. İbrahim (as) ile ilgili anlatımın devamına, ileride işliyeceğimiz Şam Memleketleri konusuna kadar burada ara verelim.
Ran'deyn diyarının güneyinde yerleşmiş olup, Hz. İbrahim (as)'in kendilerine elçi olarak gönderildiği kavimlere gelince, bunlar, sapıklıklarında ısrar ettiler. Allah'ın gösterdiği yoldan saptılar, birbirlerine zulmettiler. Allah (cc) da onlara tıpkı kendileri gibi zalim kitleleri musallat eti. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"İşte böylece biz, zalimlerin bir kısmını diğerlerine çıkarları yüzünden hakim kılarız, (onları birbirlerine ezdiririz.) [37]
İşte bu sebeplerden dolayı, başkalarının zulmüne uğradıkları için kaçan ancak Allah Teala'ya karşı başkaldırmakta ve kendi peygamberlerini yalanlamakta hep birlikte ortaklaşa hareket etmiş olan cemaatler güneybatıdan geldiler. Bunların ya sayıları Öyle çoğaldı ki bulundukları bölgeye artık sığmaz oldular; Otlaklar kendilerine yetmez oldu. Bu sebeple de başka bir yurt aramaya çıktılar; veya kuraklık başgösterdi. Bunlar da yurt edinmek üzere yeşillik bulabilecekleri verimli topraklar aramaya çıktılar ve nihayet Hz. İbrahim Halil (as)'in eski milleti olan Sümerlerin diyarına ulaştılar. Onlarla savaşıp üstünlük kazandılar ve yurtlarım işgal ettiler. Merkezleri Babil şehri idi. Onun için kurdukları devlet bu şehrin adını alarak Babil devleti adıyla tanındı. Bu ülke ziraatçilikle ün kazanmıştır. Hükümdarlarının en meşhur olanı da kanunlarıyla tanınan Hammurabi'dir ki bu kanunlar Hammurabi Şeriatı olarak bilinmektedir. Hammurabi'nin bu kanunlardan amacı devlet üzerinde hakimiyet sağlamak ve bu suretle ülkeyi kalkındırmaktı. Ancak pek iyi bilinmelidir ki bu tür bir otoritenin devam etmesi asla mümkün değildir. Çünkü insan eliyle yazılmış olan kanunlar ancak yazıldıkları devirde uygulanabilirler ve o döneme ancak hizmet edebilecek niteliktedirler. Bu nedenle çok sürmeden Hammurabi'nin yerine geçenler yeni yeni kanunlar çıkardılar. Gerek eski yurtlarındaki gelenekleri, gerekse geçmiş kavimlerden Hz. İbrahim (as)'m milletinden kaptıkları ve bu yüzden hem kendi başlarına, hem de eskilerin başına gelen belalardan bir türlü ibret almadıkları, dönüş yapıp bir türlü vicdanlarını temizlemedikleri ve gönderilen elçilerden Allah (cc)m davetini kabul etmedikleri için, Allah Teala bunların da üzerine başka kavimleri musallat kıldı. Bunların çoğu kuzeyden gelip oralara dağıldılar.
Bazıları daHz. Nuh(as)'m oğluYafes'in soyundan idiler. Yerleştikleri bölgeye, kökenlerine veya mensup oldukları ailelere göre çeşitli adlar alıp çoğaldılar. İşte Hititler, Mitanniler ve Asurlular bunlardandır. Sonunda egemenlik Irak'ın kuzeyinde Asurlulara geçti. Ninova'yı kendilerine merkez edindiler. Şehir, bugünkü Musul kentine yakın bir yerde bulunmakta idi. Ninova zengin bir kütüphaneye sahipti. Asurlular Irak'ın güneyini, Şam dolaylarını nüfuzları altına almayı ve Mısırlılara saldırmayı becerdiler. Kralları arasında III. Salmanassar ve Asurbanipal büyük bir ün kazandılar. Asurlular da heykellere ve yıldızlara tapmakta eskileri izlediler. Bu batıl inanç ve ibadetleri eski kavimlerden miras aldılar ve onları devam ettirdiler. Ne derin düşündüler, ne kafalarını çalıştırdılar, ne eskilerin başına gelen belalardan ders aldılar, ne de onların peygamberleri vasıtasıyla gelmiş olan ilahi mesajları kabul ettiler.
Sonunda Allah Teala onlara Yunus Bin Metta Aleyhisselamı elçi olarak gönderdi. Yunus (as) onları Allaha iman etmeye çağırdı. Fakat iman etmediler. Yunus (as) bu sebeple büyük bir sıkıntı duyduğu için öfkelenerek ayrıldı ve Dicle üzerinde seyreden bir gemiye binerek onları terketmek istedi. Dicle o devirde çok daha geniş, suları çok daha bol ve çok daha derindi. Gemi bir ara yalpa yapmaya başladı ve yolcuları sarstı. Yükü ağırdı. Baktılar ki üzerindeki yükle gemi devam edecek olursa batmaları kaçınılmaz olacaktır. Korktukları için geminin yükünü hafifletmek maksadıyla kur'a ile aralarından bazılarını denize atmayı kararlaştırdılar. Hep birden batıp bogulmaktansa bu şekilde davranmanın daha hayırlı olacağı görüşünde birleştiler ve hemen kur'a çektiler. Kur'a Allah'ın elçisi Yunus Aleyhisselam'a da isabet etti. Kur'ayı üç kez tekrar ettiler, üçünde de kendisine isabet etti. Denize atılınca da O'nu hemen büyük bir balık yuttu. Öyle görünüyor ki balığın karnı delikti. Sonra çok geçmeden bu dev balık nehirden çıktı ve Yunus'u kusarak kıyıya attı. Çünkü balık da O'nu karnında taşırken bir sıkıntı içindeydi. Onu parçalayıp hazmedemedi.
Allah Teala bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz Yunus da gönderilen peygamberlerdendir.
Hani o, (kavmine vadettiği ve onları korkuttuğu ceza Allah tarafından icra edilmeyince) yüklü gemiye kaçmıştı ya!
Kur'aya iştirak etti de mağluplardan oldu. Suçluluk duygusu içindeyken balık onu yutuverdi.
Eğer Allah'ı, yakışmadığı sıfatlardan çokça tenzih etmemiş olsaydı Canlıların yeniden diriltilecekler! güne (kıyamet kopun-caya) kadar onun karnında kalırdı. Onu hemen sahile attık. Hasta idi.
Üzerine (gölge yapması için) kabak cinsinden bir ağaç bitirdik. Biz, O'nu, yüzbin kişiye veya (sayıca biraz daha) fazla bir kitleye elçi olarak gönderdik.
Nihayet (Yunus dönünceye kadar cezalandırdığımız kavmi) ona iman ettiler. Biz de onları bir süre (hayattan) faydalandırdık." [38]
Yine Allah Teala şöyle buyuruyor:
"(Ey Muhammed') Zü'nûn'u (Yunus'u)da hatırla. Hani O, öfkelenerek gitmişti de, kendisini hiç bir zaman sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Derken (yutulduğu balığın karnındaki) karanlıklar içinde:
Senden başka hiç bir ilah yoktur, seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Gerçekten ben, haksızlık edenlerden oldum, diye dua etmişti."[39]
Hz. Yunus (as) ondan sonra kavmine döndü ve yeniden onlara öğüt verdi, kendilerine yol gösterdi. Onları Allah'ın yoluna davet etti. Kavmi daha önce O'nun davetini reddetmişlerdi. Ancak üzüldüklerini sonradan gösterdiler. Özellikle Hz. Yunus (as) inatları ve zulümleri yüzünden büyük cezalara çarptırılacaklarını haber vermişti. Ancak duydukları pişmanlığın bir sonucu olarak Allah Teala bu cezayı bir zamana kadar erteledi.
Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:
"Ceza inmeden önce, iman edip de bu imanları kendilerine fayda vermiş bir memleket halkı bulunsaydı ya! Yunus'un kavmi hariç. Çünkü onlar iman edince dünya hayatındaki o perişanlıklarını Jbertaraf ettik ve bir müddete kadar onları faydalandırdık."[40]
Ne varki bu pişmanlığa salih bir amel ve peygamberin emirlerine bağlılık gibi bir tutum eşlik etmedi. O bakımdan kendilerine vadedilen ceza, sadece dünya hayatındaki pişmanlık süresi kadara ertelenecekti. Ahiret hayatına gelince, işledikleri günahlar yüzünden müstehak oldukları azabı elbette ki göreceklerdir.
Bu kavim de aradan uzun zaman geçince pişman oldukları günahlarını unuttular. Yeniden zulme, sapıklığa, cürüm ve cinayet işlemeye ve putlara tapmaya başlayınca Allah (cc) ceza olarak onların arasından bazı toplulukları işbaşında bulunanların üzerine saldırttı. Halbuki bu saldıranlar daha önceleri baştakilere karşı boyun eğiyor ve onlara taraftarlıkta bulunuyorlardı. Ne varki bu sefer silkinip onlara karşı direnişe geçtiler, onlarla savaştılar ve nihayet Hicretten 1234 yıl önce Ninova şehri yeni savaşçıların eline geçti. Bu kez bölgeye hükmedenler Keldaniler [41] olarak isim yaptılar. Bunlar da yine Babili merkez edindiler. O bakımdan bunların kurduğu devlet, İkinci Babil Devleti olarak bilinmektedir. Bu devletin başına kralların en ünlüsü Şam memleketlerini istila eder, Kudüs'ü ele geçirip ordusuna burada (mal, can, ırz ve namus gibi) her şeyi serbest sayan Buhtunassar [42] dır.
Buhtunassar Kudüs'ü ele geçirince halkını esir alarak onları kendi merkezine getirdi. Bu olay Babil Esareti olarak bilinmektedir. Yahudiler yetmiş yıl kadar Babil'de esir kaldılar. Yine Buhtunassar Hicretten 1227 yıl önce Mısır'a saldırdı. Meşhur Babil Kulesini inşa ettiren Buhtunassar'dır.
Bu devlet Hicretten 1161 yıl önce Perslerin saldırısına uğrayıp ortadan kaldırılıncaya kadar devam etti.
Mezopotamya'da insanlar çoğalınca bir kısmı doğuya doğru göç edip uygun bölgelere yerleşmeye başladılar. Göç sebebi olarak çoğalmaya ilaveten sık sık tekrar eden savaşlar ve siyasi mücadeleler halkı vatanlarından ayrılmaya, savaş ve akın bölgelerinden uzak yerler aramaya zorluyordu. Gayeleri, buralarda daha rahat ve sakin yaşamaktı. İşte bu sonuç Pers memleketlerinin göç eden insan kalabalüdarıyla şenlenmesine yol açtı. Burada insanlar çoğalınca bir devlet oluşturup Keldanilere karşı savaş düzenlediler ve Hicretten 1161 yıl önce de ülkelerini işgal ettiler. Aynı zamanda Mısır'a da saldırdılar, Mısır'ı egemenlikleri altına aldılar ve Make-donya'lı Büyük İskender gelip burayı işgal edinceye kadar da orada kaldılar.
Pers memleketlerinden de kaçarak yine doğuya göç eden topluluklar oldu. Bunlar da Asya ortalarına ve bozkırlarına yerleştiler. Zamanla bünyesi soğuk çöllerin ikliminden etkilenerek orada Moğol unsuru peyda olmaya başladı. Bu insan tipi oraların özelliklerini aldı. Orada güven sükunet içerisinde yaşadılar. Allah Teala da onlara mal, zenginlik ve çocuk verdi. Sür'atle çoğaldılar. Adeta başlarına zenginlik yağdı. Bu sefer de sayılarının çokluğu gözlerini büyülemeye başladı. Nimet de onları azdırdı. Artık zenginlikleri kendilerine bir zarar kaynağı oldu. Çünkü zannettiler ki güç, üstünlük ve dokunulmazlık sadece kendilerine mahsustur ve kimse kendilerine asla galip olamayacaktır.
Nitekim Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah (cc) da işlediklerinden dolayı onlara açlık ve korkunun acısını tattırdı, üzerlerine acımasız ve güçlü ordular saldırttı. Batı yönünden üzerlerine yürüdüler. Etrafı araştırıp halkı öldürmeye başladılar. Yerliler evlerini terkederek kaçtılar. Çarpıldıkları belanın ve başlarına inen darbenin şiddetinden hiç bir şeye sahip çıkmaya fırsat bulamadılar. Onlardan bazıları güneye doğru yönelip Malayu yarımadasına ulaştılar. Bazıları da kuzeye doğru göçüp Asya'nın kuzeyindeki soğuk sahralarda dağıldılar. Düşmanlarının ayak sesleri artık buralarda kesildi. Ancak ne varki bu sefer de uçsuz bucaksız çöllerin genişliği ve şiddetli soğuğu içinde kaybolup gittiler. Bu kabilelerden, günümüze kadar hâlâ oralarda bulunanlar vardır. Bunlardan bazıları da oldukları yerde kaldılar. Onlar kaçıp göçecek güçte olmayan zayıf azınlıklar idi.
Ne varki bu felaket o asî milletleri hizaya getiremedi ve düşündürmeye yetmedi. Bilakis sapıklıklarında devam ettiler. İnkarlarında ve Allah' a karşı bulundukları küstahça tutumlarında daha da ileri gittiler. Aynı şekilde, vatanlarını işgal eden düşmanları da onların bu yoldaki gidişatlarını izledi. Allah (cc) bu kez de bunları birbirleriyle çarpıştırdı, bir kısmını diğerine musallat etti. Böylece aynı olaylar tekrar edip durdu.
Hicretler, göçler yeniden ve daha başka türlü baskıların bir sonucu olarak sürüp gitti. Malayu sakinleri adalara dağıldılar. Avustralya'ya, Tasmanya ve Büyük Okyanus adalarına ulaştılar. Bir kısmı da Bering Boğazı yoluyla (Bu boğaz o gün için mevcut olsun veya olmasın) buradan Amerika'ya girdiler ve orada dağıldılar. Bunların bir kısmı da yorulup bitkin düşünceye kadar, göç sebebiyle iyice perişan oluncaya kadar yollarına devam ettiler. Ta ki Amerika kıtasının en güney ucuna varıp yerleşinceye kadar. Bunlardan bir kısmı da Ekvator ormanlarında yerleşip buraları kendilerine yurt edindiler, ıssız ve tenha ortamına sığındılar.
Bunların bir diğer kısmı da Kuzey Amerika'nın, iklimi yumuşak bölgelerindeki arazilerde yaşadılar. Geriye kalanlar da Amerika'nın en kuzeyindeki soğuk bölgelerde kaldılar.
Gerek Malayu, gerek Asya yerlileri ve gerekse Amerika'da yerleşen bütün bu milletler bir tek kökene dayanmaktadırlar, bir tek ırkta birleşirler. O da Moğol cinsi olarak bilinen sarı ırktır. Bu ırk orijinal vasıflarını Asya'daki Mongolya sahralarında almıştır. îşte bu göçleri, gidiş yollarını ve intikal hattını belirleyen kanıtlar, söz-konusu insan topluluklarının ortak vasıfları ve onların köken birliğidir. [43]
İlk Çağlarda Şam (Suriye) [44] Bölgesi
İnsanlar tarihin ilk devirlerinde Şam'a küçük topluluklar şeklinde ulaşmışlardı. Bu toplulukların en büyükleri daha çok Rafi-deyn (Mezopotamya topraklarına benzeyen Dımışk Havzası) diğer küçük havzalar, sahiller ve nehir kıyıları gibi verimli bölgelere yerleştiler. Buralarda küçük köyler inşa ettiler. Onun için nüfuzları geniş topraklar üzerine yayılmış devletler bu bölgede kurulmadı. Sadece bu köyleri ve küçük şehirleri kapsayan devletçikler kuruldu.
Hz. İbrahim (as) memleketinden ayrıldıktan sonra Şam bölgesine varıp Halil denen yerde yerleşince buralarda yıllarca açlık ve kıtlık başgösterdi. Hz. İbrahim (as) da beraberinde zevcesi Sara olduğu halde Mısır'a göç etti. Bu diyarın hükümdarı Sara'yı görünce ona göz koydu. Kral zalimlerden biriydi. Sara'mn, huzuruna getirilmesini istedi. Ne kendisi ne de kocası Hz. İbrahim (as) O'na karşı gelemediler ve emrini yerine getirmekten başka çareleri yoktu. Hz. ibrahim Sara'ya, kral sorarsa: kendisinin kardeşi, olduğunu söylemesini istedi. Bundaki yorumu, Allah yolunda yoldaş bulunmalarıydı. Gayesi de, Sara'nın kocası olduğunu kraldan gizlemek suretiyle (Sara'yı zorla alma ihtimali ile hareket edecek olan) kralın hışmına uğrayıp öldürülmekten kurtulmaktı. Sara Kralın huzuruna girip Kral da beraberindekinin kim olduğunu sorunca şu cevabı verdi:
O benim kardeşimdir. Bununla birlikte Sara kraldan korunmaya da çalıştı. Kral olayın gerçek yüzünü öğrenince Sara'dan vazgeçti. Ona hizmet etmek üzere bir de Hacer isimli bir cariye hediye etti. Ancak bununla beraber Ona ve kocasına, ülkesini terket-meleri için emir verdi.
Hz. İbrahim (as) beraberinde hanımı Sara ve cariyesi Hacer olduğu halde ilk bölgesine (Halil)'e geldiler. Orada yerleştiler. Hz. îb-rahim (as)'ın kardeşi oğlu Hz. Lut Aleyhisselam da Bahr'ül-Meyyit (Ölü Deniz)in güneyinde Ğur bölgesindeki Sodom şehrinde bulunuyordu. Burada zorba bir grup Hz. Lut (as)'a saldırarak onu esir etmişler, hayvanlarını ve mallarım elinden almışlar, O'nu Dımışk'a doğru götürmüşlerdi. Hz. İbrahim (as) onları takip etti, cemaatiy-le birlikte Dımışk'ın kuzeyindeki Barza bölgesinde onların üzerine yürüyerek üstünlük sağladı ve kardeşinin oğluyla dönüp her biri eski yerlerine çekilerek yerleştiler.
Hz. İbrahim (as), hanımı Sara ile birlikte yirmi yıl yaşadı. Sara kısırdı, çocuk doğurmuyordu. Bir gün kocasına şöyle dedi:
- Hacer'le evlenmeni istiyorum. Belki Allah bize ondan bir çocuk verir. Hz. İbrahim (as)da O'nun isteğini yerine getirdi. Bunun üzerine Hacer hamile kaldı ve Hz. İsmail'i dünyaya getirdi. Ne var ki çok sürmeden Sara'da kıskanma emareleri görünmeye başladı. Öyle ki ne Hacer'i ne de Hz. İsmail'i görmek istemiyordu. Buna mukabil Hacer de hanımefendisine karşı büyüklük ediyordu. Bu sebeple Sara kocasından Hacer ve İsmail'i gözünün önünden uzaklaştırmasını istedi.
Hz. İbrahim için Allah (cc)m kaderine boyun eğmekten başka çare yoktu. İkisini yanma alarak güneye doğru yola çıktı, ta ki Mek-ke-i Mükerremeye vasıl oldu. Onları orada bırakıp döndü. Hz. İsmail henüz emzikteydi. Hz. İbrahim (as) ayrılmadan önce Hacer O'na şunu sordu:
- Böyle davranmanı sana Allah mı emretti? Hz. İbrahim de:
- Evet, diye cevap verdi. Bu sefer Hacer şöyle dedi:
- Öyle ise O, bizi buralarda kaybettirmeye çektir.
Hz. İbrahim (as), artık onların kendisini göremiyeceği kadar uzaklaşıp Seniyye'ye varınca [45] yüzünü Kabe'nin mekanına (yapılacak yere) çevirerek şu duada bulundu:
- Ey Rabbim! Ben evladımdan bir kısmını senin mukaddes olan evinin (Kabe'nin) yanında, ekin bitmez bir vadide yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Namazı gereği üzere kılsınlar diye...Artık insanlardan bir kısmının kalplerini onlara meylettir. (Arzulayarak yanlarına varıp Kabe'yi ziyaret etsinler.) şükretmeleri için de O belde halkını bazı meyvalarla rızıklandır [46]
Hacer Hz İbrahim (as)in kendisine bıraktığı yiyecek ve içeceğin hepsini tüketti. Kısa bir süre sonra da susadığı için Safa ve Merve arasını dolaşarak su aramaya başladı. Ta ki Zemzem kuyusunun bulunduğu yeri keşfetti. Kuyudan su fışkırmaya başladı. Hem Hacer hem de bebeği bu sudan kana kana içtiler. Sonra da bu suyun cazibesiyle yaklaşmış bulunan bir kabileye, kendileriyle avunmak için, o civarda yerleşme izni verdi. İsmail (as) bu kabilenin içinde yetişti ve onlardan Arapçayı öğrendi.
Hz. İbrahim (as) Sara'nın yanma, karısı Hacer'le oğlu İsmail'i bırakmış olduğu Hicaz'dan döndü. O'nunla birlikte Halil mıntıkasında ikinci defa yerleşti. Kardeşi oğlu Hz. Lut (as) ise, hâlâ Gur bölgesindeki Sodom şehrinde oturuyordu. Fuhuşla haşir neşir olan bir kavme Allah tarafından elçi olarak gönderilmişti. Bu millet, dünyanın en günahkar, en inkarcı ve en çirkin fiiller işleyen kimseleri olarak biliniyorlardı. Yol keser, toplandıkları yerlerde kötü işler yapar, birbirlerini de bu kötülüklerden menetmezlerdi. İnsanoğlunun daha önce işlemediği çok çirkin bir fiili işlemeye başladılar: Kadınları bırakarak genel bir şekilde erkek erkeğe birbirleriyle cinsel ilişkide bulundular [47] Hz. Lut (as) onları, Allah'ın bir, eşsiz ve ortaksız olduğuna inanmaya ve yalnızca O'na ibadet etmeye davet etti. Onları işlemekte oldukları çirkin fiilden ve günahlardan sakmdırmaya çalıştı. Ne varki dalaletlerinde ısrar ettiler, sapık davranışlarında devam ettiler. Allah Teala da onları, hiç tahmin edemedikleri bir şekilde cezalandırdı. Yüce Allah bu olayı şöyle açıklamaktadır:
"Lut'u da elçi olarak gönderdik. Bir vakit kavmine şöyle dedi:
- Sizden Önce hiç bir milletin yapmadığı rezaleti mi işliyorsunuz? Kadınları bırakıp erkeklere mi iştahlanarak varıyor (erkeklerle mi cinsel ilişkide bulunuyor sunuz?) Gerçek şu ki siz çok ileri gitmiş, azmış (sapık) bir topluluksunuz. O'nun bu sözüne karşı kavminin cevabı şu oldu: (birbirlerine şöyle dediler)
- Lut'u ve O'na bağlı olanları memleketinizden çıkarın. Çünkü bunlar, eteklerini çok temiz tutan (Eşcinsellikten sakınan) insanlardır. Biz de Lut (as) ile ailesini ve bağlılarım kurtardık; yalnız karısı (içinde gizlediği küfrü sebebiyle) yere geçenlerden oldu. Üzerlerine bir (ceza) yağmuru yağdırdık. İşte bak, peygamberleri inkar eden mücrimlerin sonu nasıl oldu! [48]
Sodom şehri ise Ölü Deniz'in, yaklaşık on metre kadar derinliklerinde hâlâ yatmaktadır.
Hz. İsmail (as)'ın doğumundan yaklaşık onüçyıl sonra Hz. Halil İbrahim (as), eşi Sara'dan doğan bir erkek çocukla müjdelendi. Bu müjde ise O'na, Hz. Lut (as)'in kavmini yok etmek üzere yola çıkan melekler tarafından iletildi.
Allah Teala bu olayı şöyle izah buyuruyor;
"Elçilerimiz İbrahim'e müjde ile gelip '-selam olsun' dediler. O da onlara: '-Size de selam olsun' dedi ve hemen gitti (onlara) kızartılmış bir buzağı getirdi.
Ellerinin bu yemeğe uzanmadığını görünce onlardan ürktü ve kendilerine karşı bir korku duymaya başladı, onlar İbrahime.:
- Korkma, çünkü biz (yemez içmez melekleriz. Günahkarları cezalandırmak üzere) Lût kavmine gönderildik, dediler.
İbrahim'in hanımı hizmette bulunurken, bu söylenenleri duyunca güldü. Bunun üzerine, biz de O'na İshak'ı ve İshak'ın ardından (torunu) Yakub'u müjdeledik.
(İbrahim'in hanımı) şöyle dedi:
- Ay! Ben yaşlı bir kadın ve bu kocam da yaşlı bir adam iken (bu yaştan sonramı) nasıl doğuracağım? Doğrusu bu çok şaşılacak bir şey!" (Melekler ona) dediler ki:
- Sen Allah'ın emrine mi şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun, ey ehli beyt... Şüphesiz ki Allah hamdedil-meye layık ve pek yücedir.
İbrahim'den o korku gidince ve kendisine (bir çocuğu olacağına dair) müjde gelince, Lût kavmi hakkında (elçilerimiz olan meleklerle cezanın kaldırılması konusunda) mücadeleye başladı.
Çünkü İbrahim gerçekten halim (hoşgörülü) yufka yürekli ve Allah'a samimiyetle bağlı bir kimseydi.
Melekler (ona):
- Ey İbrahim! Bu mücadelenden vazgeç. Çünkü Rabbinin emri geldi. Muhakkak surette onlara geri çevirilmesi imkansız bir ceza gelecektir, dediler.
Elçi meleklerimiz, Lût'a varınca (kavmi bu güzel giyimli elçilere bir fenalık ederler diye) endişe etmeye ve tedirgin olmaya başladı.
- Bu, çok zor bir gün, dedi.
Lût'un kavmi koşarak kendisine geldiler; Onlar önceden çirkin fiiller işliyorlardı. (Misafir olan elçi meleklere bir fenalık yapmasınlar diye) Lût şöyle dedi:
- Ey halkını! İşte şunlar kızlarım, (onlarla meşru bir şekilde evlenin, elçilere dokunmayın.) Onlar sizin için daha temizdir. Artık Allah'tan korkun, beni misafirlerime karşı rezil etmeyin. Hiç aranızda aklı başında bir adam yok mu? Dediler ki:
- Kızlarında hiç bir hakkımız olmadığını elbette bilmişsindir. Sen bizim, aslında ne istediğimizi bilirsin. Lût:
- Keşke size karşı bir gücüm, yahut dayanacağım bir topluluk olsaydı! (Elçi melekler) şöyle dediler:
- Ey Lût Gerçekten biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar asla sana dokunamazlar. Gecenin bir vaktinde ev halkınla çık git ve içinizden hiç biri geri dönüp bakmasın. Ancak karın müstesna. Çünkü kavmine verilecek ceza ona da verilecektir. Onların (helak olması için) cezaya çarptırılacakları zaman sabah vaktidir. (Neden o kadar sabırsızlanıyorsun) Sabah yakın değil mi? Onlara azab emrimiz gelince, o memleketin üstünü altına getirdik. Ve üzerlerine arka arkaya ateşte pişirilmiş çamurdan taşlar yağdırdık. Çünkü onlar Rabbinin katında mimlenmişlerdi. Bu taşlar (senin ümmetinin içinden çıkabilecek) zalimlerden (de) uzak değildir."[49]
îshak (as) Halil bölgesinde yetişip büyüdü, orada evlendi ve bir çocuğu oldu. Yakub diye adlandırıldı. Bir adı da İsrail'dir.
Hz. îshak (as) da babası Hz. İbrahim (as)'m, insanları imana davet görevini devam ettirmek üzere Allah tarafından elçi olarak gönderildi. Oğlu Yakup (as) ise, Şam memleketlerinin kuzeyinde bulunan Harran şehrine göçetmek ve bir süre orada oturmak mecburiyetinde kaldı. Burada dayısının kızıyla evlendi ve daha sonra ailesiyle birlikte memleketine döndü. Harran'da oturduğu sıralarda, birkaç hanımdan on tane erkek çocuğu olmuştu. Kutsal topraklara döndükten sonra da iki çocuğu daha olmuştu. Bunlardan biri, Yusuf (as)'m, ana-baba bir öz kardeşi Bünyamin'dir. Annesi Rahil doğum esnasında vefat etmiş ve Beytlaham [50] da defne-dilmiştir.
Keza Yakub (as)da, babası îshak ve dedesi ibrahim (as)'in, insanları tevhid dinine davet ederek yaptıkları görevi devam ettirmek üzere Allah (cc) tarafından elçi olarak gönderildi. Anneleri Rahil vefat ettiği için, O'nun anısına küçük oğulları Yusuf ve Bün-yamin'i diğer çocuklarından daha çok seviyordu. Daha sonra başına, meşhur Yusuf olayı geldi. Hadisenin özeti de şudur:
Kardeşleri, babalan, Yusuf (as)'ı, kendilerinden daha çok sevdiği için O'na karşı bir kıskançlık psikozu içine girdiler. Bu sebeple de O'ndan kurtulmak için fikir birliği ettiler ve O'nu kuyuya atmayı kararlaştırdılar. Babalarını ikna ederek Yusuf'un da oyundan nasibini alması ve teselli olması için kendileriyle birlikte ava çıkması konusunda müsaade etmesini istediler. O da muvafakat etti. Sabahleyin kardeşlerini alıp birlikte çıktılar. Ancak akşam ağlayarak O'nsuz döndüler. Aslında kardeşlerini kuyuya atmışlardı fakat babalarına O'nu bir kurtun yediğini ileri sürdüler.
Öte yandan, Şam'dan Mısır'a doğru gitmekte olan bir kafile o civardan geçiyordu. Kafile için su aramakta olan biri kuyuya uğrayınca Yusuf'u buldu. Köle niyetine, değeri, kafiledeki adamların hepsine ait olmak üzere Mısır'da satıldı. O'nu Mısır Azizi [51] satın aldı. Çocuğu yoktu. Kendisinden faydalanırlar veya evlatlık edinirler diye, O'nunla ilgilenmesi için hanımına emretti.
îşte Yusuf burada yetişip delikanlılık çağma geldi. Fiziği çok güzeldi. Vezirin karısı O'nu yoldan çıkarmaya çalıştı. Ancak O hep reddetti. Ne var ki O'nun doğru olduğuna, kadının ise yalan söylediğine herkes inandığı halde Vezir onları birlikte gördüğü zaman,kadın, Yusuf'un kendisine saldırdığını ileri sürmüş, bunun üzerine de Yusuf'u hapse atmışlardı. Yusuf (as) birkaç yıl hapiste kaldı. Daha sonra O'nun suçsuzluğu ve bununla birlikte yönetme ve gelecek için proje yapma yeteneğine sahip olduğu herkesçe anlaşılınca salıverilerek çıktı. Devletin mali idaresinin başına geçti ve dışarıya mal satma işlerinin programcısı oldu. Civar ülkelere satılan buğdayın dağıtım işlerini yönetiyordu. Mısır'ın bolluk ve refah içinde olduğu o yıllarda civar memleketlerde kıtlık yaşanıyordu.
Şam memleketlerinden bazı kafileler, hububat almak ve takas ticareti yapmak üzere Mısır'a gelmişlerdi. Bu kafilelerden birini de Yusuf(as)'m kardeşleri oluşturuyordu. Yusuf (as) onları hemen tamdı. Çünkü kendilerinden ayrılırken biraderleri büyük idiler. Dolayısıyla fizik yapılarında pek büyük bir değişiklik olmamıştı. Onlardan bir kısmını da diğerleri vasıtalarıyla tanıyabildi. Fakat kendisi onlardan ayrılıp kuyuya atıldıktan sonra Mısır'a geldiğinde yaşı henüz küçüktü. Büyüyünce de bir hayli değişmişti. Bu sebeple de onu' tanıyamadılar. Onların her birine bir deve yükü buğday verdikten sonra, gelecek sefere, şayet (sözünü ettikleri) baba bir, küçük kardeşlerini de beraberinde getirecek olurlarsa kendilerine fazladan bir deve yükü buğday daha verebileceğini söyledi. Kardeşlerini getirmedikleri takdirde, kendilerine en ufak bir miktar biie verilmeyeceğini vurguladı.
Çocuklar seyahatten döndüler ve babalarına olup bitenleri anlattılar. Sonra da kardeşleri Bünyamin'in kendilerine refakat etmesi konusunda izin vermesini talep ettiler. Önceleri oğullarının teklifini reddedip bir ara direndikten sonra kendisini nihayet ikna ettiler. Babaları, isteklerini reddederken, kardeşleri Yusuf (as)'a neler yaptıklarını onlara hatırlattı. Oğlunun diğer kardeşleriyle birlikte gitmesine muvafakat ettikten sonra onlara bazı Öğütlerde bulundu. Sonra da kendilerini uğurladı ve yola çıktılar.
Yusuf (as)'m kardeşleri kendisine ulaştılar. O da isteklerini yerine getirdi. Ancak dönmek üzere yola çıkıp kısa bir mesafe aldıktan sonra durmalarını emretti. Çünkü buğday ölçmekte kullanılan ölçek kabı kaybolmuştu. Bunun üzerine yükleri arandı ve ölçek kabı Bünyamin'in yükü içinde bulundu. Bu sebeple yükün sahibi alıkonarak Yusuf (as)'a teslim edildi. Aslında Yusuf (as) bir ara gizli olarak kendini Bünyamin'e tanıtmış ve bu olay önceden hazırlanmıştı. Bu gayeyle ölçek kabı Bünyamin'in yükü içine konmuştu. Ta ki istedikleri yerine gelmiş olsun. Yakub (as)'ın oğullan bu durumda, babalarına verdikleri sözü yerine getirmemiş olmaktan dolayı içlerinden korkuya düştüler. Biraderlerin büyüğü, Allah bir kapı açıncaya kadar, orada kalacağı ve kardeşleriyle birlikte dönmeyeceği konusunda çaba sarfetti. Diğer biraderler babalarının yanma döndüler. Başlarına gelen hadiseyi kendisine anlattılar. O da çok etkilendi ve duyduğu üzüntünün şiddetinden gözlerini kaybetti. Sonra da Yusuf ve kardeşini aramak üzere tekrar dönmelerini istedi.
Yakub (as)'ın oğulları yeniden Mısır'a döndüler ve Yusuf (as) ile tanıştılar. Hz. Yusuf kendilerini affetti ve yaptıklarından dolayı onları bağışladı. Böylelikle Allah'ın Hz. Yusuf (as)'ı kendilerinden üstün kıldığına artık inandılar. Hz. Yusuf (as) onlardan, memleketlerine dönmelerini ve ailelerinin tamamım birlikte getirmelerini emretti. Onlar da bunu yaptılar. Böylece İsrailoğulları Mısır'a intikal edip bir süre orada kaldılar. Hz. Yakup (as) orada vefat etti. Ancak naşı Halil'e nakledilerek defnedildi. Sonra Yusuf (as) vefat etti. Mumyalanarak tabuta kondu ve Hz. Musa (as)'m devrine kadar Mısır'da kaldı. Hz. Musa (as) Israiloğullarıyla birlikte Mısır'dan çıkınca Hz. Yusuf'un tabutunu da oradan beraberinde nakletti.
îsrailoğulları'nm durumu Hz. Yusuf (as) dan sonra zayıfladı. Mısır'da çoğalmışlardı. Halbuki Mısır'a ilk girdikleri zaman sayıları yüzü geçmiyordu. Firavunlar, inançlarından dolayı onlara baskı yapıyorlardı. Özellikle İsrailliler, soylarından gelecek birinin bir gün kendilerini Firavun'un zulmünden kurtaracağına, anneleri Sara'yı Hz. İbrahim (as) den zorla almak isteyen selefinin yaptığı zorbalığın öcü olmak üzere Firavun'u öldüreceğine dair ortaya bir şayia çıkarmışlardı. Bunun için Firavun İsrailoğulları arasından doğacak erkek çocukların öldürülmesi ve kız çocuklarına doku-nulmaması konusunda emir verdi. Ne varki durdurulamayacak olan ancak Allah'ın emridir. Bu arada Hz. Musa (as) doğdu. Annesi O'nu bir sandık içine koyarak Nü Nehrine bıraktı. Firavun tarafindan aldırıldı ve sarayında O'nu büyütüp yetiştirdi. Çünkü çocuğu olmuyordu. Hz. Musa (as) büyüyünce Firavun'u eşsiz olan Allah'a ibadet etmeye çağırdı. Bu konuda O'nunla çok münakaşalar yaptı, mücadeleler verdi.
Fakat Firavun inanmadı. îsrailoğullarıyla Kıptlar [52] arasında da böylece açık bir şekilde ayrılık çıkmaya başladı. O sıralarda taraflara mensup iki kişi arasında bir kavga çıktı. İsrailli olan şahıs yakınlarından geçmekte olan Hz. Musa (as)'dan, düşmanına karşı imdat istedi. Hz. Musa (as) da ona bir yumruk vurarak ölümüne sebep oldu. Bu olay nerdeyse tekerrür eder oldu. Bu bakımdan halk arasında Hz. Musa (as)nm güçlü bir kimse olduğu şayiası yayıldı. Bundan huylanan Kıpt'lar O'nu öldürmeyi düşündüler. Bunun üzerine Hz. Musa (as) hayatından endişelendi ve Medain [53] ülkesine kaçtı. Orada yaklaşık on sene kadar kaldı. Bu arada evlendi ve ailesiyle birlikte Mısır'a döndü. Dönüşü esnasında Allah Te-ala O'na Sina'da vasıtasız olarak hitap buyurdu. Onu Firavun'a ve halkına elçi olarak gönderdi. Keza kardeşi Harun (as) 'ı da, kendisine destek olsun diye elçi olarak gönderdi.
Hz. Musa (as) Mısır'a girdi ve kardeşi Harun (as) ile birlikte Firavun'a gidip O'nu, her şeyi dize getirebilecek güce sahip olan Allah Teala'ya kulluk etmek için çağrıda bulundular. Ancak Firavun yüz çevirip kibirlendi. Sihirbazlarını çağırıp bunların yardımıyla karşı mücadeleye geçmek istediyse de sihirbazlar iman ettiler. Firavun milletini Hz. Musa (as) dan uzak tutmaya çalıştı. Fakat yine de onların bir kısmı iman ettiler. Ancak imanlarını gizli tuttular. Bu durum, Firavun'un inkarcılığını ve yeryüzünde Allah'a karşı takındığı küstahlık ve şımarıklığını daha da artırdı. Firavun, taraflar arasında, yani îsrailoğulları ile Kıpt'lar arasında gelecekte savaş çıkacağını tahmin ediyordu. Bu sebeple, gelecekte bir azınlık olarak kalmaları ve eğer Kıpt'larla savaşmayı düşünecek olurlarsa buna güçleri etmesin diye yeniden îsrailoğulları arasında doğacak erkek çocukların öldürülmesini emretti. Böylece, taraflar arasında şayet bir savaş çıkacak olursa düşmanın az sayıda kalması ve yenilmesi temin edilmiş olacaktı. Ne var ki Firavun ve kavmi şu dünya hayatında rezilce bir cezaya uğradılar. Bu duruma düşünce, şayet Allah (cc) kendilerini kurtaracak olursa Hz. Musa (as)'a inanacaklarına ve İsrailoğullarını O'nunla birlikte istedikleri yere gitmek için serbest bırakacaklarına dair yemin edip söz verdiler. Allah (cc) da bu cezayı onlardan bertaraf etti.
Ancak çok geçmeden yine eski küstahlıklarına ve şımarık tutumlarına döndüler. Kendilerine Allah tarafından gösterilen gerçeklerden yüz çevirdiler, mucizelerden ders ve ibret almadılar. Allah Teala bu kez onların üzerine tekrar gazabım yolladı. Tekrar dönüş yaptılar. Böylece bu durum defalarca tekerrür etti.
Sonra Hz. Musa (as) Firavun ve milletine bedduada bulundu ve bir bayram şenliği düzenlemek üzere İsrail oğullarıyla birlikte memleketin dışına çıkmak için Firavun'dan izin istedi. Bu sadece bir bahane idi. îsrailoğulları emanet olarak Kıptlardan bir miktar da zinet eşyası alarak Şam'a doğru yola çıktılar. Firavun bu durumu haber alınca ordusuyla birlikte peşlerine düşerek, güneşin doğuşu esnasında onlara yetişti. İki taraf da birbirlerini görmeye başladılar. Artık savaşın an meselesi olduğuna inandılar. Hz. Musa (as)'ın arkadaşları az oldukları için korktular ve yakalanacaklarına kanaat getirdiler.
Firavun ve ordusu yaklaşmcaya kadar İsrail oğulları denizin kıyısında tedirgin bir şekilde beklemeye başladılar. Bu sırada Allah Teala Elçisi Hz. Musa'ya asasıyla denize vurmasını vahyetti. Hz. Musa (as) asayı vurunca deniz ikiye ayrıldı. Yarılan denizin iki yanı kocaman birer dağ gibiydi. İsrailoğulları (Kızıldenizin) bir kıyısından öbürüne dek açılan bu kanaldan karşıya yürümeye başladılar. Firavun da ordusuyla birlikte onları izlemeye koyuldu. îsrailoğulları karşı kıyıya çıktıkları sırada Firavun ve ordusunun tamamı henüz-yarılmış sudan oluşan- kanalın içindeydiler. İşte bu sırada sular tekrar birbirine kavuşarak boş mekanı yemden doldurdu. Firavun ve beraberindekilerin hepsi boğuldular. Onlardan hiç kimse kurtulamadı. Firavun'dan başka diğerlerine ait bütün cesetler suyun dibine battı. Sadece Firavun'un cesedi su üzerinde kaldı. Sonrakilere ibret olsun diye (Allah'ın takdiriyle) bu ceset alınıp mumyalandı.
Bu deniz, şimdiki Süveyş Kanalının devamı olan Kızıldeniz'dir.
: îsrailoğullarma gelince, öbür kıyıya çıktılar. Yani artık Sina Yarımadasında veya Şam topraklarmdaydılar.
Israüoğulları Mısır'a, ataları Hz. Yakub (İsrail)la beraber girmişlerdi. O sırada sayılan yüzü geçmiyordu. Mısır'dan Hz. Musa (as) ile beraber çıktılar. Bu sırada ise çocuklardan ve kadınlardan başka, sayıları binaltıyüzün üzerindeydi. Mısır'da yaklaşık beşyüz-yıl kaldılar.
İsrailoğullan denizden çıkıp, Firavun ve ordusu da boğulunca artık güven içinde olduklarım ve hürriyetlerine kavuşmuş bulunduklarını hissederek bu kez de Allah'a karşı küstah ve şımarık bir tavır takınmaya başladılar.
Peygamberleri olan Hz. Musa (as)'dan öyle isteklerde bulunmaya başladılar ki onların bu tutumu, eskiden ne vaziyette olduklarını adeta unutup bilmezlikten geldiklerini gösteriyordu. Sayesinde Firavun'un şerrinden kurtulmuş bulundukları ve düşmanlarını yenmiş oldukları inançlarını unuttular.
Allah Teala bu olay hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Biz İsrailoğullarını denizden geçirdik, {bu sırada) Putlara tapan bir topluluğa uğradılar, (içlerinden bazı cahil kimseler Hz. Musa'ya şöyle) dediler:
- Ey Musa! Bunların taptıkları tanrılar gibi bize de bir tanrı
Musa onlara (cevaben şöyle) dedi:
- Siz gerçekten cahillik eden bir milletsiniz! Çünkü şu gördügünüz puta tapanların içinde bulundukları din yok olmaya mahkumdur ve yapmakta oldukları ameller de boşunadır."[54]
O devirde Şam toprakları birçok kabilelerin göç ve nakilleriy-le adeta bir arenaya dönüşmüştü. Bu kabilelerden bazıları Irak yoluyla, bazıları ise doğrudan doğruya Arap Yarım adası'n dan buraya göç etmiş ve verimli bölgelere dağılmışlardı.
Bunlardan kuzeyde yerleşenler Ammuriler, sahilde yerleşenler ise Fenikeliler adıyla tanındılar, güney yönlerinde yerleşenlere de Ken'anüer denildi.
Bu yeni gelen topluluklar, eskiden gelip buralara yerleşmiş bulunan gerek Şam'ın güneyindeki sahil ve ovaları yurt edinmiş Filistinlilerle, gerekse azınlık halinde bölgeye dağılmış bulunan dev yapılı kavimlerle birlikte yerleştiler.
Bu cemaatlerin hepsi Allah'a ortak koşmuş, Allahtan başkasına tapmış ve kendilerine birtakım putlar yaparak bunlara bağlanıp inanmışlardır.
Allah Teala bu milletlere, inananlar için cennet ve mükafatı müjdeleyen, inkarcılar için de cehennem ve cezayı haber veren elçiler ve peygamberler gönderdi. Lakin onlar daveti reddettiler, bilmezlikten geldiler ve yanlış yollara girdiler. Allah Teala Hz. Ey-yub'(as)'ı Havran [55] bölgesinde bulunan cemaatlere elçi olarak gönderdi. Aralarında yetmiş yıl yaşadı. Küçük bir azınlık hariç kimse O'na inanmadı. Sonra onsekiz yıl kadar bir süre Allah Teala O'nu bir hastalıkla mübtela kıldı. O ise durumunu Allah'a havale ederek sabretti. Allah (cc) onu yeniden şifaya kavuşturdu. Hz. Ey-yub (as) bundan sonra yetmiş yıl daha yaşadı. Bu süre içerisinde, atası Hz. İbrahim (as)'in tevhid dini üzerinde, insanları doğru yola çağırmak için Suriye'nin kuzeyinde dolaşıp durdu. Ancak insanlar Hz. İbrahim (as) dan sonra onun getirdiği dini, değişikliğe uğratmışlardı. Keza allah Teaia Hz. Elyasa'ı da o bölgenin halkına Hz. Yesen'i de Antakya halkına elçi olarak gönderdi. Allah (cc) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"{Ey Resulüm) Mekke halkına, o şehir halkının (Antakya'lıla-rın) durumunu örnek göster. Hani oraya elçiler gelmişti. O vakit kendilerine iki elçi göndermiştik de bunları yalanlamışlardı. Biz de bir üçüncü elçiyle bu ikisini desteklemiştik. Elçiler şöyle demişlerdi:
- Gerçekten biz size gönderilmiş elçileriz. Onlar da dediler ki:
- Siz ancak bizim gibi birer insansınız. Hem sonra Rahman (Allah) bir şey (bir kitap) indirmemiştir ki...Siz sırf yalan söylüyorsunuz.
(Elçiler onlara şöyle) dediler:
- Rabbimiz biliyor ki, biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bize düşen görev (emredileni) açıkça bildirmektir.
(Onlar elçilere) dediler ki:
- Doğrusu (nu sorarsanız) bize uğursuzluk getirdiniz. Eğer (bu davranışınızdan) vazgeçmezseniz, muhakkak sizi taşa tutar,
(öldürürüz.)
(Elçiler) Dediler ki:
- (Aslında ) Uğursuzluk sizdedir. Size öğüt verildiğinde mi (bunu uğursuzluk sayıyor ve bizi tehdit ediyorsunuz)? Bilakis haddini aşan topluluk sizsiniz.
- (O esnada Allah'a inanan ve ibadet etmekte olan) Bir adam, şehrin ta öbür ucundan koşarak geldi ve şöyle dedi:
- Ey kavmim! Uyun bu gönderilen elçilere![56]
Kur'an-ı Kerim'deki bu açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki Allah'ın bu kavimlere gönderdiği elçilerin sayısı çoktur. Fakat bunlardan ancak bazıları hakkında bilgimiz vardır. Onlar da Kur'an-ı Kerim'in sözünü ettiği peygamberlerdir. Keza peygamberleri doğrulayan ve getirdikleri ilahi mesajlara inanan müminlerin sayısı da az idi. Mesela Allah Teala Hz. İlyas (as)'ı, Baalbek [57] halkına elçi olarak göndermişti. Bunlar Baal adıyla anılan kocaman bir puta tapıyorlardı. Hz. İlyas (as) Kuzey El-Bekaa mıntıkasında yaşayan cemaatlere gönderilmiş olan elçiydi. Onlara Baal putuna ibadet etmekten vazgeçmek ve yalnızca kendilerini yaratmış bulunan Allah'a kulluk etmeye yönelmek için çağrıda bulundu. Onu yalanladılar. Allah (cc) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Elbette İlyas da gönderilmiş olan elçilerdendir. Kavmine şöyle demişti:
- Hiç Allah'tan korkmuyor musunuz?
- Baal'a tapıyor da Allah'tan yüz mü çeviriyorsunuz?
O Allah ki sizin de Rabbinizdir, evvelki atalarınızın da Rabbi-dir. Fakat onlar İlyas'ı yalanladılar. (Bu sebeple) Elbette ki (hesap günü) yakalanıp getirileceklerdir.
(Bu durumdan) Ancak Allah'ın (inanç sahibi) samimi kulları müstesnadır. Biz O'na sonradan gelenler içinde güzel bir hatıra bıraktık. Bizden İlyas'a selam olsun.
Biz, güzel amel işleyenleri işte böyle mükafatlandırırız. Doğrusu O, mümin kullanmizdandı. [58]
Hz. Musa (as)'m, îsrailoğullan safında, Şam bölgesinde bulunan kavimlere karşı savaşması gerekiyordu. Madem ki milletinin tek lideri ve söz sahibi önderiydi o halde savaşmak, Allah'ın hükümlerini uygulayarak egemen kılmak ve ilahi davete direnenlerle müşriklere karşı mücadele etmek O'na vacipti.
Bunu halkına anlattı. Korktular, namertlik ettiler ve savaşa karşı isteksizlik gösterdiler.
Allah Teala bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Musa kavmine:
- Ey halkım! Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Zira içinizden size peygamber gönderdi ve sizleri hükümdar kıldı. Alemlerden (milletlerden) hiç birine vermediği şeyi size verdi.
Ey halkım! Allah'ın sizin için takdir buyurduğu kutsal yere girin ve düşmandan kaçıp arkanızı dönmeyin ki, hüsrana uğrama-yasınız, dediği zaman, İsrailoğulları (kendisine cevaben):
- Ey Musa! O mukaddes yerde zalimler topluluğu var. Onlar oradan çıkmadıkça biz asla oraya giremeyiz. Eğer oradan çıkar-
'Iarsa o zaman biz de gireriz, dediler. Allah tan korkanlar arasında, . Allah'ın, kendilerine ihsanda bulunduğu iki adam şöyle dedi(ler):
- Şehrin kapısından onların üzerine girin. Oraya girer girmez artık galipsiniz. Eğer gerçek müminlerseniz artık Allah'a tevekkül ediniz. İsrailoğulları şöyle dediler:
- Ey Musa! Onlar (düşmanlar) orada bulundukları müddetçe biz hiç bir zaman oraya giremeyiz. Artık sen ve Rabbin beraber gidin de ikiniz savaşın. İşte biz burada oturuyoruz, (buradan ayrılmayacağız)
Musa:
- Ya Rabbi! Ben kendimle kardeşimden başkasına sahip değilim. Diğerlerine söz geçiremiyorum. Bizimle bu günahkar topluluğun arasını sen ayır, dedi.
(Bunun üzerine) Allah şöyle buyurdu:
- Artık orası (kutsal topraklar) onlara kırk yıl yasaklanmıştır. Oldukları yerde, şaşkın şaşkın dolacaklardır. Öyle ise (bu) günahkar topluluk için üzülme." [59]
Hz. Musa Aleyhisselam, tayin edilen vakitte ve yerde Rabbiyle mülakat ve münacatta bulunmak üzere ayrılınca İsrailoğulları arkasından hemen sapıtıp buzağıya tapmaya başladılar.
Allah (cc) bu konuda da şöyle buyurmaktadır:
"Ilır (dağın) a çıkan Musa'nın arkasından, geride kalan kavmi kendi süs eşyaların (in yapıldığı altın) dan bir buzağı heykeli yapıp onu tanrı edindiler ki onun bir de böğürmesi vardı. Buzağının kendileriyle konuşamayacağını, onlara bir yol gösteremeyeceğini görmediler mi de onu tanrı edindiler? Böylece zalimlerden oldular.
Ne zaman ki buzağıya taptıklarından dolayı şiddetle pişman oldular ve kesin olarak sapmış bulunduklarını gördüler, şöyle dediler:
- Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa mutlak surette hüsrana uğrayacağız.
Musa kavmine öfkeli ve kederli dönünce şöyle dedi:
- Benden sonra ne de çirkin işler yaptınız! Rabbinizin emrinde (O'nun ne irade edeceği konusunda) acele ettiniz de buzağıya mı taptınız? Öfkesinden elindeki Tevrat levhalarını yere bırakıp kardeşi Harun'un başından (saç-sakalından) tutup kendine doğru çekmeye başladı. Harun (O'na) şöyle dedi:
- Anacığımın oğlu! Esasında bu topluluk beni çiğnedi, ner-deyse beni öldüreceklerdi. Bari sen bana karşı düşmanları sevindirecek harekette bulunma ve beni bu zalimlerle bir tutma.
Musa:
- Ey Rabbim beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine dahil kıl. Sen şefkatlilerin en şefkatlisisin, dedi.
Elbette buzağıyı tanrı edinenlere (ceza olarak) Allah tarafından bir gazap gelecek, dünya hayatında da zillete uğrayacaklardır. İşte biz, Allah'a iftira edenleri böyle cezalandırırız.
O kötü amelleri işleyip de sonra ardından tevbekar olarak iman edenlere gelince; doğrusu tevbe ve imanlarından sonra, Rabbin muhakkak onları bağışlayıcıdır, onlara merhamet edicidir.'" [60]
Hz. Musa (as), onlara daima Allah (cc)ın nimetlerini hatırlatıyordu. Allah'ın kendilerine ne kadar nimetler ihsan ettiğini dile getiriyordu. Onlar ise boyuna kendisinden mucizeler gerçekleştirmesini talep ediyor, çeşitli istekler ileri sürüyorlardı. Allah Teala da sürekli olarak cahilliklerini bağışlıyor, ziyadesiyle nimetler ihsan ederek onlara fırsatlar tanıyordu. Onlar ise bütün bunlara nankörlükle karşılık veriyor ve Allah'a karşı samimi olmayı reddediyorlardı. Onların bu tavır ve tutumlarından dolayı, şüphesiz ki Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun (as) şiddetle etkileniyor ve üzülüyorlardı.
Hz. Harun (as) vefat ettiği zaman Israiloğulları başıboşluk içinde idiler. Çok geçmeden biraderi Hz. Musa (as) da vefat etti. Ancak O'nun kavmi hala şaşkınlık içinde bocalıyordu. Onlardan sonra Sina'da Israiloğulları'ndan geriye kalmış olanlar Nun oğlu Hz. Yuşa (as) ile birlikte çıktılar.
Hz. Yuşa (as) onlarla birlikte Tih Sahrası'ndan çıkarak Beyt'ül Makdis (Kudüs) e doğru yürüdü. Ordusu, mensub oldukları Hz.Ya-kub'un oniki oğlunun soylarına göre oniki kısma ayrılmıştı. Güzergahı, nehir boyu Ürdün civarından geçiyordu. Bu sırada Eriha' [61] şehrini kuşattı. Kuşatma altı ay kadar sürdükten sonra şehri fethedebildi. Arkasından da Beyt'ül-Makdis'e doğru yürüdü ve şehre girdi. Bunun üzerine ordusundan, kendilerine bu büyük fethi müyesser kıldığı için Allah Teala'ya secde etmelerini emretti. Aralarında bir çeyrek asır daha yaşadıktan sonra vefat etti. Bundan sonra İsrailoğulları gerek peygamberler tarafından kendilerine anlatılan gerçekleri, gerekse Allah (cc)ın indirmiş bulunduğu mesajları değiştirdiler. Allah (cc) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"(îsrailoğullarma bir zamanlar) şu Kudüs şehrine girin de ni-metlerinden dilediğiniz kadarını bol bol yiyin; kapısından secdeederek girin ve (ey Rabbimiz) günahlarımızı affet deyin ki, günahlarınızı affedelim. Biz iyi bir davranış içinde olanların mükafatını daha da arttıracağız, dedik.
Ancak o nefislerine zulmedenler emrolundukları sözü değiştirdiler. Biz de o zalimlere işledikleri günahların karşılığı olmak üzere (başlarına) gökten bir bela yağdırdık." [62]
îşte tarihin bu döneminde, Arap Yarımadası'ndan Aramiler adıyla bilmen başka kavimler daha gelip El-Hilarül-Hasıyb mıntıkasında bir süre göçebe olarak dolaştılar, sonra da Suriye'de yerleşerek birçok şehirler inşa ettiler. Arami'lerden her topluluk ayrı bir yöreye yerleştiği için bu şehirler oluştu. Bu şehirlerin en ünlüleri: Dımışk (Bugünkü Şam kenti), Hama ve Suriye'nin kuzey taraflarında bulunan Samal şehirleridir. Halen, El-Kalemun1 [63] bölgesindeki bazı köylerde konuşulmakta olan Süryani dili işte bu Arami dilinin günümüze kadar kalmış olan devamıdır. Bunların din ve inanışları da eskilerinkinden pek farklı değildi. Nitekim her şehrin bir tanrısı vardı. Ortasında bir heykel bulunan üstü açık bir meydanda bu tanrıya kurbanlar ve hediyeler sunulurdu. Önündeki mezbahada kurbanlar kesilirdi.
Bunların taptıkları en ünlü putlar Astar ve Adonis'tir.
Nun oğlu Yuşa'dan sonra Israiloğulları'nın başına, Bozi oğul Hazkil1 [64] geçti. Fakat onlarla beraberliği uzun sürmedi ve O'ndan sonra da Israiloğulları hemen dağıldılar, zayıf düştüler. Çünkü Allah'ın elçilerini öldürüyorlardı. Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Yahudilere: Allah'ın indirmiş bulunduğu İncil'e ve Kur'an'a da inanın denildiği zaman;
- Biz, ancak bize indirilen Tevrata inanırız, derler ve ondan başkasını inkar ederler. Halbuki o (Kur'an) onlarda bulunan (gerçek Tevrat)ı doğrulayan hak (bir kitap)tır. (Ey Muhammedi) onlara şöyle de:
- Madem ki Tevrata inanıyorsunuz, o halde neden daha önceleri gelen Allah'ın elçilerini öldürüyordunuz?1 [65]
Allah Teala bu kez de îsrailoğuları'na içerden birtakım düşmanlar musallat etti. Onlara vaktiyle göndermiş bulunduğu şefkatli peygamberlerin yerine bu sefer haksız yere kanlarını döken, sırf çiğneyip onları dize getirmek için işkence yapan zorba kralları ve diktatörleri onların başına bela etti. Keza Allah (cc) onlara dışarıdan da düşmanlar saldırttı. Gazze ve Askalan halkı onlara üstün geldiler ve ellerinden Tabut [66] u aldılar. Onlardan birçoğunu öldürüp büyük sayıdakilerini de esir ettiler. Artık aralarından peygamber çıkmaz oldu, devletleri parçalandı ve bu durum yaklaşık dört-yüzyıl kadar devam etti.
Ondan sonra Allah Teala onlara yeniden Şamuel (as) 'ı elçi olarak gönderdi. Ondan, düşmanlarıyla sasvaşmak için izin vermesini ve emrinde savaşa gitmek üzere başlarına bir kral tayin etmesini istediler. Ancak tayin edince emrinde savaşa gitmeyi reddettiler. Allah Teala bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammedi) Musa'dan sonra İsrailoğullarından, ileri gelen bir topluluğun, (aralarında neyi) tartıştıklarından haberin var mı? Hani peygamberlerine:
- Bize bir hükümdar gönder, (başımıza bir kral tayin et), Allah yolunda düşmanlarımıza karşı savaşalım, demişlerdi. O da:
- Ya üzerinize bir savaş farz kılınır da savaşa gitmez olursanız? demişti. Onlar da (cevaben):
- Niçin Allah yolunda savaşmayalım? Yurtlarımızdan çıkarıldık, çocuklarımızdan uzak bırakıldık, demişlerdi. Ne zaman ki üzerlerine savaş farz kılındı, içlerinden pek az kimseler müstesna, diğerleri savaştan yüz çevirdiler. Allah (hak yolunda cihad etmekten kaçman) zalimlerden pek ala haberdardır.
İsrailoğullarmın peygamberi onlara şöyle dedi:
- Allah Talût'u size hükümdar (olarak) gönderdi. Onlar ise:
- Biz hükümdar olmaya ondan daha çok hak sahibiyken ve O'na mal (ve zenginlik) verilmemişken, (O bizden daha çok varlıklı değilken) O nasıl (başımıza) hükümdar olabilir? dediler.
(Peygamber) onlara şu cevabı verdi:
- Allah O'nu beğenip başınıza seçmiş ve O'na bilgi ile vücut kuvveti bakımından bir üstünlük vermiştir. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah'ın rahmet ve ihsanı geniştir. Her şeyi kemaliyle bilendir.
Peygamberleri onlara şunu da söylemişti:
- (Vaktiyle îsraüoğullarındayken ellerinden alman, Tevrat levhalarının içinde bulunduğu) sandık (şayet Talut tarafından tekrar ele geçirilip) size ulaşacak olursa, bu Talut'un (size) hükümdar (lık için ehil) olduğuna dair alamettir. O sandıkta size manevi bir güç ve Musa ailesiyle Harun ailesinin arkaya bıraktıkları Tevrat levhalarından geriye kalanlar vardır. Melekler onu taşıyacaktır. Eğer inananlardan iseniz şüphesiz ki bu sandığın elinize geçmesi (peygamberin sözünün doğru olduğuna dair büyük bir ) delildir. Talut (savaşa gitmek üzere Kudüs'ten) ordusuyla birlikte ayrılınca (askerlerine) şöyle dedi:
- Bakın! Allah sizi bir nehirle imtihan edecektir; Kim ondan içecek olursa benden değildir. Kim de ondan içmezse o benden (bana bağlı olanlardan) dır. Ancak bir avuç alıp içenler müstesnadır, (bu kadar içmelerine izin vardır. Ne var ki nehire varır varmaz) askerlerden pek azı müstesna ondan (kana kana) içtiler.
Talut ile beraberindeki müminler nehri geçince (beri tarafta kalıp nehri geçemeyenler):
- Bugün bizim Calut'a' [67] ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yoktur, dediler. Ahirette Allah'ın rahmetine kavuşacaklarına inanan (Talut'a bağlı olan) lar ise şu cevabı verdiler:
- Allah'ın izniyle nice az bir topluluk, daha büyük bir topluluğa üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.
(Talut'a bağlı bulunan müminler) Calut ve O'nun askerlerine karşı çarpışmak üzere ortaya çıktıkları zaman şöyle dua ettiler:
- Ey Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır dök, ayaklarımıza kuvvet ve sebat ver ve bizi kafirler kavmi üzerine muzaffer kıl.
Nihayet Allah'ın izniyle onları (Calut'un komutasındaki düşman ordusunu) bozguna uğrattılar. (Müminler safında bulunan) Davut (as) da Calut'u Öldürdü. Allah Davud'a hükümdarlık ve peygamberlik verdi ve ona dilediği şeyleri de öğretti.
(Şu bir gerçektir ki:) Eğer Allah bazı insanları(n şerrini) diğer bazısı ile defetmeyecek olursa yeryüzü fesad (ve fitne kargaşasında boğulur.Fakat Allah alemlere karşı merhamet sahibidir. [68]
Bütün bunlara rağmen îsrailoğullari, görevlerini daima geciktirip ertelemeyi, fuzuli yere, peygamberlere çokça soru yöneltmeyi, sorumluluktan daima kaçmayı, uyulması istenen kural ve kaidelere uymamayı ve buna rıza göstermemeyi adet haline getirdiler. Peygamberleri onlardan (komutan olarak tayin ettiği) Talut'un emrine girmelerini isteyince gocundular. Çünkü Talut'un hali vaktinin iyi olmadığım gördüler. O'na perva etmediler. Onlar daima her şeyi maddiyatla Ölçerler. Hiç bir zaman bilgiye ve güzel davranışlara bakmaz, Önem vermezler. Halbuki mal fanidir, geçicidir. İs-railoğullarında peygamberlik Lavi sülalesinde, hükümdarlık ise, Yehuda hanedanında devam ediyordu. Bu kez Talut Bünyamin'in soyundan olduğu için O'nu yadırgadılar ve kendisini kabul etmediler. Aslına bakılırsa bu konu onların arasında pek önemli bir sorun olmadığı halde sırf adetleri olduğu üzere, reddetmiş olmak ve inad etmek için böyle davrandılar.
İsrailoğullarıyla Calut komutasındaki ordu arasında yapılan savaş, Dımışk'ın güneyinde, Dımışk ile Havran arasında düşen Merc'us-Suffar mevkiinde cereyan etti. Davud burada Calut'u öldürmeyi başardı ve halkı arasında şöhret kazandı. Bu sebeple Talut, Hz, Davud lehine krallıktan feragat etmek zorunda kaldı. Allah Teala hükümdarlık sıfatına ilaveten Hz. Davud (as)'a peygamberliği de nasip etti. Hz. Davud(as), Allah yolunda gayret sarfeden bir mücahit idi. Allah düşmanlarına karşı amansız mücadeleler veriyor, çokça ibadet ve taatte bulunuyordu. Vefat edince yerine, peygamberlik sıfatına mazhar olan oğlu Hz. Süleyman (as) geçti. O da babası gibi hem hükümdar, hem de Allah'ın elçisiydi.
Hz. Süleyman (as) da cihadı sürdürdü ve Dımışk'a kadar ulaşmayı başardı. Aynı zamanda Yemen'i dize getirmeyi, Sahalılardan olan hükümdarlarına boyun eğdirmeyi, kraliçeleri Belkıs'la evlenmeyi de başardı. Kendisiyle evlendikten sonra O'nu yine Yemen tahtında hükümdar olarak bıraktı. Halkının çoğu da iman ettiler. Daha önce yıldızlara güneşe ve aya tapıyorlardı. İshak oğlu Ya-kub'un veya babası Hz.îshak (as)'m inşa etmiş olduğu Mescid'ül-; Aksa'yı yemden yaptıran O'dur. İbrahim (as) 'm Mekke'de bina ettiği Beyt'ül-Haram ile oğlu Hz. îshak'm Kudus'de bina ettiği Beyt'ül-Makdis'in yapılışları arasında kırk yıllık bir süre vardır. Hz.Süley-man yirmi yıl kadar hükümdarlık yapmıştı. Vefatından sonra yerine oğlu Rahbaam geçti. Ondan sonra İsrailoğulları parçalandılar ve zayıf düştüler.
Bu sıralarda Keldaniler (Babilli'ler) Mezopotamya'da güçlenmişlerdi. Bu yüzden Şam bölgelerine saldırdılar. Kralları Sanharip doğruca Beyt'ül-Makdis üzerine yürüdü. Fakat şehre girmeyi başaramadı. Ne varki İsrailoğulları hala ibret ve ders almış, Allah'a asi olmaktan vazgeçmiş değillerdi. Toplum arasında cereyan eden çirkin ilişkilerden de birbirlerini vazgeçirmeye çahşmıyorlardı.Al-lah Teala bu konuda da şöyle buyurmaktadır: .
"İsrailoğullarından küfre (imansızlığa) sapanlara, hem Davud'un, hem de Meryem Oğlu İsa'nın diliyle lanet olundu. Bunun sebebi, isyan etmeleri ve Hakkın sınırını aşmış olmalarıydı.
"Onlar, yaptıkları fenalıktan birbirlerini alıkoymazlardı. Gerçekten ne çirkin işler yapıyorlardı!
Kitap ehlinden (Yahudi ve Hristiyanlardan) çoğunu görürsün ki müminlere olan kinlerinden ötürü müşriklerle (Putlara tapan Mekke'îi kafirlerle) dostluk ederler. Nefislerinin kendileri için (ahiret hesabına) ileri sürdüğü şeyler ne kötü! Allah onlara öfkeyle muamele etti ve onlar devamlı olarak işkence içerisinde kalacaklardır.[69]
Keldaniler, kralları Nabukodonossor komutasında ikinci bir defa daha gelerek etrafı incelediler ve Beyt'ül-Makdis'i kuşattılar. Kuşatma uzun sürünce İsrailoğulları daha fazla dayanamadılar ve Nabukodonossor'a boyun eğdiler. Şehri ele geçiren kral onların üçte birini öldürdü, üçte birini esir aldı, geriye kalan üçte birini bıraktı ki bunlar yaşlı ve güçsüzlerden ibaretti. Ayrıca Beyt'ül-Makdis'i (Mescid-i Aksa'yı), surları, müstahkem yerleri ve ibadethaneleri yıktırdı,Tevrat'ı yaktı ve aldığı ganimetlerle geri döndü; önüne, kadınları, esirleri ve çocukları da katarak ülkesine gitti. Beraber alıp götürdükleri arasında israiloğulları peygamberlerinden Hz. Danyal (as) ve Hz.Uzeyir (as) da vardı.
Daha önce de anlattığımız gibi, Pers'ler gelip Keldani Devle-ti'ne son verdiler, Şam'a ve Mısır'a da girip birçok bölgeleri ellerine geçirdiler. Yaklaşık ikîyüzyıl kadar bir süre egemenlik bunların elinde kaldı.
Halk, özellikle Fenikeliler, deniz yoluyla Şam bölgesinden Akdeniz sahillerinin başka kesimlerine de taşınıyorlardı. Yerleştikleri bu bölgelerde ve bilhassa güney yörelerinde kendilerine birçok merkezler kurmuşlardı.Aynı zamanda kara yoluyla da başka bölgelere intikal ediyorlardı. Bununla beraber Yafes'in oğulları ve torunları da batı yönlerine doğru hareket ediyorlardı. Bu göçler, bu sirkülasyonlar, Anadolu yönlerine, Güney Avrupa'ya ve özellikle ılıman ve mutedil bir iklime sahip olan Akdeniz kıyılarına hakim bölgelere doğru devam ediyordu. Bu sebeple Kuzey Avrupa uzun devirler boyu tenha bir halde iken güney bölgeleri insanlarla şen ve kurulu bir görünüm kazanmıştı. Daha sonraki devirlerde buralara, Volga havzasından ve Kafkasların kuzeyinden kabileler göç edip yerleştiler.
Şunu iyi biliyoruz ki: Hicri 114 yılında müslümanlar Balat'uş-Şühedâ savaşında Şarl Martel[70] komutasındaki Avrupalılarla çarpıştıkları sırada Şarl Martel'in saflarında savaşan kabileler vardı. Bunlar, hala ilkel vaziyetteydiler. Çünkü vücutları çıplaktı ve henüz elbiseyi tanımıyorlardı. İşte -anlatıldığı üzere- böylece Avru-panın güneyi kurulu ve bayındır haldeyken kuzey bölgeleri uzun devirler boyu hemen hemen boştu. Güney Avrupa'da en gelişmiş bölgeler, güneye doğru uzanan sahillerdi. Balkan Yarımadası ve İtalya yarımadası bu bölgeler arasında yer alıyordu ve yerleşik halk buralarda çoğalmıştı. Bunlar devletler kurup güçlendiler. Balkan Yarımadasının yerleşik halkı olan Grekler (Yunanlılar) açılmaya ve önlerinde duran güçlerle savaşarak genişlemeye başladılar. Başlarına Makedonyalı Büyük İskender geçerek Doğu üzerine yürüdü.
Anadolu ve Mısır'dan sonra Şam'a (Suriyeye), Rafideyne (Mezopotamya'ya) ve Pers ülkesini ele geçirerek, Vadi's-Sind'e [71] kadar ulaştı. Ancak ölüm O'nu oralarda yakaladı. Bunun üzerine, komutanları O'nun fethettiği yerleri aralarında paylaştılar. Ptolemeler (Ptolemaiss'lar) Mısır'ı aldılar; Merkezleri İskenderiye idi. Selefki-ler (Sleukeia'lar) ise Suriye'ye hakim oldular. Bunların ise merkezleri Antakya idi. Bu olay Hicretten 955 yıl önce cereyan etmiştir.
Sonraları Roma Devleti güçlendi. Merkezi, günümüz İtalya'sının başkenti olan Roma şehriydi. Nüfuzları altına aldıkları bölgelerde Yunanlılara varis oldular. Böylece Akdeniz sahillerine hakim oldular. Aynı zamanda Yunanlıların yıldızı söndükten sonra Pers-ler de istiklallerine ve eski güçlerine yeniden kavuşmuşlardı. Bu sebeple Romalılarla sürekli bir çekişme içine girdiler.
Hicretten yaklaşık oniki asır Önce Arap yarımadasından bir göç dalgası daha geldi. Bunlar Suriye'nin güneyinde, Akabe körfezine hakim bölgede ve Vadi'I-Urba mevkiinde yerleştiler. Sonraları aynı bölgede bulunan Ken'ani'Iere ve Aramiîere ait devletçiklere karşı üstünlük kazanmayı başardılar. Nabatiler olarak bilinen bir de devlet kurdular. Başkentleri Batra (Petra) idi. Çobanlıktan sonra ticareti de meslek haline getirdiler. Bu da onların ekonomik ve siyasi güçlerini arttırdı. Stratejik konumlan sebebiyle, Mısır'da egemen olan Yunan asıllı Ptolemeler'le, Antakya'daki Selefldler arasında bir denge unsuru oldular. Romalılar Suriye'ye girmeyi başaramayınca, Hicretten 728 yıl önce bu bölgeyi de topraklarına kattılar. Bunun üzerine Nabatiler zayıf düştüler. Nabatiler de diğer kavimler gibi putlara ve tabiat güçlerine taptılar. Aram yazısını kullandılar. Daha sonraları bundan Nabat yazısı gelişerek eski Arapça şeklini aldı.
Sahranın ortasındaki Tedmür vahasında da bir devlet kuruldu. Bu da Romalılarla Persler arasında denge unsuru olarak rol oynadı. Transit ticaret yolan Tedmür'den geçtiği için bu özellik ülkeyi etkiledi. Buralarda binalar ve saraylar inşa edildi. Fakat sonunda Romalılar bunlara üstün geldiler ve kraliçeleri Zennube'yi esir aldılar. Böylece o devirde siyasi alanda büyük bir rol oynamış bulunan bu devlet ortadan kalkmış oldu.
Hicretten Önce yedinci asırda Me'rib Barajı'mn yıkılmasından sonra araziyi basan Seyrül-Arim selinin bir sonucu olarak Ye-men'den kaçan Beni Gassan kabileleri Suriye'nin güneyine ulaştılar ve Havran'daki Bi'r Gassan mevkiinde yerleştiler. Artık çobanlığı bıraktılar ve köşklerde oturmaya başladılar. Gassaniler, Bizanslılar hesabına çalışıyor, bedevi akınlarına ve Perslerin yandaşı olan beni Munzir kabilelerinin saldırılarına karşı Bizans sınırlarını koruyorlardı.
Gassani'lerin belli bir başkentleri yoktu.Çünkü önceleri Basra'da idiler, sonra Cabiye'ye intikal ettiler. Bu iki yer de Havran mıntıkasında bulunmaktadır. Sonraları çölün etrafında kuzeye doğru nüfuzları yayıldı. Bunun üzerine efendileri olan Bizanslıların başkenti Dımışk'a yakın Cılhk adındaki bir yeri kendileri için karargah haline getirdiler. Bu yer Dımışk'ın dokuz km. Güneyinde bulunan ve bugün Haresta olarak bilinen mevkideydi. Gassaniler, eğer ilk iki merkezlerinde bazı izler bırakmış olmalarına karşın, son üsleri olan Cıllık'ta onlardan herhangi bir esere rastlanamıyor-sa bu sonuç, önceki yerlerinin kayalık, bu son merkezlerinin ise toprak zeminden oluştuğu sebebine dayanmaktadır.
Gassaniler burada civar yörelere günümüze kadar değişmeyen: Balat, Hadayık, En-Nehr'ul-Garbi gibi adlar vermişlerse de (ki bu nehri, köşkleri arada kalsın ve suyundan faydalansın diye ikiye bölmüşlerdi.) Dımışk gelişip Cıllık Mevkiine kadar genişleyince bu semtin adı Dımışk'ın tümüne verilmeye başlandı. Böylece Cılhk ile Dımışk kelimeleri aynı anlamda kullanılır oldu. Şairler onları bu saraylarında ziyaret ederlerdi. En'Nabiğatüz-Zübyani ve Hassan Bin Sabit bunlardandır. Ünlü şair Hassan Bin Sabit bir be-yitinde onlardan şöyle söz etmektedir:
Bir zamanlar Cıllık'ta bir grup dostum vardı, Oturur konuşurduk. Ne iyi insanlardı!
Bunların arasında Hristiyanlık yayıldı. İslam fetihleri başlayıncaya kadar Romalılara destek olmaya devam ettiler. Hatta müslü-manlara karşı Romalı efendilerinin safında çarpıştılar. Aralarında, fetihler esnasında müslümanlara yardımcı olmuş bazı kimseler olduysa da tutumları böyleydi.
îsrailoğullarına gelince Nabukodonosor öldükten ve Keldani-ler zayıf düştükten sonra Babil'den döndüler. Esarette yetmiş yıl kadar kalmışlardı.
Tekrar Beyt'ül Makdis'e döndüler ve onu yeniden inşa ettiler. Ancak artık kendilerine gelemediler.Çünkü peygamberleri haksız yere Öldürüyor, onları yalanlıyor ve birbirlerini çirkin fiillerden sakındırmıyorlardı. Bu tutum ve davranışları onların daima zillet içinde kalmalarına sebep oldu. Sonra Perslere boyun eğdiler. Yunanlılar karşısında dize geldiler ve Romalılar onları egemenlikleri altına aldılar. Son devirlerin d eki ünlü peygamberlerinden biri de Hz. Zekeriya'dır. Hz. Zekeriya (as) onları Allah'a ibadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak ve zekat vermek için davet etti. Onları çirkin fiillerden el-etek çekmek için gayreti endir meye çalıştı. O'nun bu hayırlı önderliği, arzularına uymuş çıkarcı krallarına dokundu gözdağı vermek için önce Hz. Yahya Aleyhisselam'm şehid edilmesi emrini verdiler, daha sonra da babası Hz. Zekeriya (as)'ı şehid ettiler.
Hikmetinin bir gereği olarak Allah Teala, geçmişteki nimet, lütuf ve ihsanlarını kendilerine yeniden hatırlatmak, maddenin aşırı bir şekilde verdiği şımarıklığı bertaraf etmek üzere onlara maneviyatı da tanıtmak, Allah'ın üstün gücünü ve bu gücün her şeyin üzerinde bulunduğu gerçeği hakkında düşündürmek maksadıyla İsrailoğullarma onların arasından bir peygamber daha gönderdi. Allah (cc) bu peygamberin, iç ve dış temizlik ile üstün bir ahlak örneği olarak yetişebilmesi için gerekli ortamı ilahi hikmetiyle hazırladı. Çünkü Onu doğuracak olan anne, Allahın elçilerinden biri ve aynı zamanda halasının eşi olan Hz.Zekeriya (as)'in fazilet dolu evinde ve bir ibadet mekanında dünyaya geldi. Yetişince, namus, temizlik üstün ahlak ve ibadetiyle tanındı.
Allah (cc) O'nu şöyle anlatmaktadır:
"İmran'ın hanımı (Meryemin annesi, Allaha yakararak) şöyle demişti:
- Ey Rabbim! Karnımdaki çocuğu, (tüm dünya meşguliyetlerinden uzak,) sırf sana ibadet etmek üzere sana adadım. Böylece adağımı kabul buyur. (Sen ne dediğimi) hakkıyla işiten ve kemaliyle bilensin. İmran'ın Hanımı doğurunca, Allah O'nun ne doğurduğunu daha iyi bildiği halde,
- Ey Rabbim! onu kız doğurdum, (kiliseye hizmet etmek için) erkek, kız gibi değildir. Bununla beraber adını MERYEM koydum. İşte O'nu ve zürriyetini koğulmuş şeytanın şerrinden sana ısmarlıyorum, dedi. Bunun üzerine Rabbi, Meryem'i güzel bir karşıhkla kabul buyurdu ve O'nu güzel bir şekilde yetiştirip Zekeriya (Peygamber)i de O'na kefil kıldı. Zekeriya ne zaman Meryem'in bulunduğu mihraba girse, O'nun yanında bir yiyecek bulurdu.
- Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor? derdi. O da:
- Allah tarafından... Şüphe yok ki Allah dilediğini hesapsız olarak nzıklandırır, diye cevap verirdi.[72]
Bu olağanüstü büyüklükteki olay için Allah (cc) işte bu genç kızı seçti. Onun yaşayacağı hadise, kendisi için hiç beklenmedik bir sürpriz, pek garip, korkunç ve dehşet verici idi.Halbuki O, hiç bir erkekle düşüp kalkmamıştı, başından böyle bir hadisenin geçeceğini tasavvur bile etmiyordu. Bu olay, keza O'nun halkı için de yine bir sürpriz olacaktı. Çünkü onların arasına hiç beklenmedik bir vukuatla çıktı. Halbuki O, aralarında paklığı ile tanınmakta, na-musluluğuyla şöhret kazanmış bulunmaktaydı. Bu olay meydana gelince, O'nu suçladılar. Garipsenen olay böyle bir suçlama için iddia konusu oldu.
Fakat her şeye vakıf olan Allah Teala suçlamalarını reddeden ve sözlerini yalanlayan bir mucizeyle onları karşı karşıya getirmek istedi. Onlara kudretini gösterdi; Allah'dan başkasına ibadet etmemeleri konusunda kavmini davet etmek üzere ilahi elçiliği üstlenmesi için hazırlanmakta olan bu yeni doğmuş bebeğin bizzat diliyle meydana çıkan mucizelerini onlara göstermek istedi.
Bu bebek ki örnek yaşantısıyla maddesel hayatı bir kenara bıraktı, ona tenezzül etmedi.
Halkı, Meryem'e işlediği hakkında bilgi isteyince bebeğini kucağına alıp geldi. Sonrasını Allah {cc) şöyle anlatıyor:
"Onu kucağına alıp halk (m huzurun) a getirdi. Kendisine de-dilerki:
- Ey Meryem! Sen (korkunç) büyük bir suç işledin!
- Ey Harun'un kız kardeşi! Baban kötü bir adam değildi, annen de iffetsiz bir kadın değildi.[73]
Meryem ne cevap verecekti? Hadise çok garip ve beklenmedik mahiyetteydi. Bebeğe işaret etmekten başka çaresi yoktu. Ama bir de ne görsünler, kundaktaki yeni doğmuş bebek konuşmaya başladı. Bu olay daha çarpıcıydı.[74] Yeni doğmuş bir bebek mükemmel bir mantıkla ve gayet açık bir dille konuşuyordu. Bu hadise derhal onları susturdu.
Allah Celle Şanuhu olayın devamını şöyle izah buyuruyor:
; "Bunun üzerine Meryem, (kendilerine cevap vermesi için) çocuğa işaret etti. Onlar:
- Biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz, dediler.
(Allah'ın bir mucizesi olarak îsa) dedi ki:
- Ben gerçekten Allah'ın kuluyum, bana kitap verdi ve beni peygamber kıldı.
- Beni her nerede olursam (olayım güzeli ve doğruyu gösteren) mübarek (bir insan) kıldı ve sağ bulunduğum müddetçe bana namazı ve zekatı emretti.
- Beni anneme ihsankar kıldı ve beni azgın bir zorba yapmadı.
- Hem doğduğum gün, hem öleceğim gün, hem (yeniden) diriltileceğim gün (Allah'ın) selam(ı, rahmeti) benim üzerimdedir.[75]
Kundaktaki bebeğin dile gelmesi karşısında îsrailoğullarmm dehşetten artık söyleyecek bir sözleri bulunmamasına rağmen yine de gerek O'nun, gerekse annesinin hakkında çokça ileri geri konuştular. Hz. İsa'ya (haşa) Fahişenin Çocuğu adını veriyorlardı. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Bir de o yahudilerin, İsa'yı inkar etmeleri (peygamberliğine inanmamaları) Meryem'i zina ile suçlamaları, O'na büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle... kendilerini lanetledik [76]
Hz. Isa (as) daha bebekken -ilahi bir mucize olarak- dile gelip konuştuktan sonra tekrar sustu. Normal bir süre sonra, yaklaşık bir yıl sonra yeniden, ancak çocuklar gibi konuşmaya başladı. Bu sıralarda Yahudilerin kralı Hirodes'in bir fenalığı dokunabilir endişesiyle Mısır'a kaçırıldı. Yaklaşık onüç yaşlarındayken tekrar geri getirildi. Ailesiyle birlikte Nasıra [77] da oturdular. Otuz yaşındayken de peygamberlikle görevlendirildi. Ürdün Suyu'nda vaftiz [78] edildi. İsrailoğulları ile çok mücadeleler yaptı. Kendisine rastlayan herkese öğüt verdi. Allah'ın izniyle hastaları şifaya kavuşturuyor, doğuştan ama olanların gözlerini açıyor, abraş hastalığına yakalanmış olanları iyileştiriyor ve ölüleri diriltiyordu.
İnsanlara yönelttiği davetinde ona havariler eşlik ediyorlardı. Hz. İsa (as)'m oniki havarisi vardı. Yetmiş kişi daha seçip bunlarla birlikte, hidayet ve Allah'a kulluk için İsrailoğullarma çağrıda bulunmak üzere Filistin'in batısında bulunan El-Celil bölgesine gönderdi. İsrail Kralı, idarenin nerdeyse elinden çıkacağını sezince O'ndan kurtulmaya çalıştı.
İsrailoğulları da onunla birlik olup Hz. İsa (as)'a karşı komplo kurdular. O'nu, Roma'nm Filistin Eyalet Valisi Pilatos'a haksız yere şikayet ettiler. Hakkında yalan uydurdular, sonra da yakalatıp Roma'lı despota teslim ettiler. O da çarmıha gerilmek üzere Hz. İsa (as) hakkında idam emri verdi. Ancak yahudiler bu infazı yerine getirmeyi başaramadılar. Çünkü Allah Teala bir başkasını O'nun şekline dönüştürdü. Bunu astılar. Hz. îsa {as} ise yalnızca Allah Te-ala'nın bildiği bir makama ref edildi.
Hz. Isa (as) şu yeryüzünden, kendisi için tahsis edilen makama yükseldikten sonra O'nun taraftarlarının başına çeşitli belalar ve musibetler geldi. Onlara uygulanan baskı ve zulümler yüzünden dinlerini ve inançlarım gizliyorlardı. Bazan kaçıp gizleniyor, bazan da yakalanıp şehid ediliyorlardı. Durumları böyleydi. Ne kendilerini, ne de dinlerini koruyabilecek güçleri ve siyasi varlıkları yoktu.
Roma İmparatorları ise, Hz. Isa (as)'ya iman edenleri topluca öldürmekten çekinmiyor, vicdanen rahatsız olmuyorlardı. Özellikle Tiberius'dan sonra gelen ve Hz. İsa Mesih ile çağdaş olan iki imparator böyle idiler. Bunlardan ikincisinin döneminde Metta incili Habeşistan'da İbrani veya Süryani diliyle yazıldı. Metta Hicretten 552 yıl önce orada öldü. Sonra İncil Yunancaya tercüme edildi. Hristiyanlara sadece Romalılar tarafından değil, Yahudiler tarafından da baskı yapılıyordu. Hatta Yahudiler onlara daha çok eziyet yapıyorlardı. Çünkü birlikte ve içice yaşıyorlardı; bu bakımdan Yahudiler onları iyice tanıyor ve niyetlerini biliyordu.
Hristiyanların vicdanı üzerinde yapılan baskı ve eziyetler Hicretten 558 yıl önce Neron devrinde daha çok arttı. Neron onları Roma'yı, yakmakla suçlamıştı. Bu sebeple onlara çeşitli işkenceler yaptı. Markos Hicretten 561 yıl önce O'nun devrinde İncil'ini yazdı. Markos Mısır'da idi. Luka da bu devirde incilini kaleme aldı. Neron devrinin sonlarına doğru da Yuhanna incilini yazdı. Bu süre içerisinde Yahudilerin bir kısmı Suriye dolaylarından çıkarılarak Vadi'l-Kura [79] Yesrib, [80] Hayber, Fedekve Hicaz'da yerleştirildiler.
Hristiyanlar gerek İmparator Trajan, gerekse diğer imparatorların hemen hepsinin devirlerinde büyük eziyetlere maruz kaldılar. Bunlardan bazıları diğerlerine oranla onlara karşı her ne kadar az sert davranmış ise de genelde zulümleri çok büyük oldu. Bunların arasında Hristiyanlara karşı en sert muamelede bulunan imparator Diocletianus'tur. [81] Diocletianus Mısır'a gitti ve orada birçoklarını öldürdü, kiliseleri yıktı, kitapları yaktı ve piskoposları hapse attırdı. Bu olaylar Hicretten 374 yıl önce cereyan etmiştir.
Hristiyanlara yapılan bu zulümler sebebiyle onlardan birçoğu Roma Devleti'nin her yerinde dış görünüşleriyle putperest gözükmek ve Hristiyanlığı da içlerinde gizlemek zorunda kaldılar. Bu durum ise o vakitler Tevhid dini olan Hristiyanlığm zamanla putperestlik ve şirk inançlarıyla karışmasına yol açtı.
Bu arada dini inançlara bir disiplin kazandırmak isteyen filozoflar türedi. Bunlar bilimsel Yunan nazariyelerini din prensiplerine karıştırdılar. Böylece felsefe organik bir şekilde din ile kaynaşmış oldu. Bunun sonucu olarak da kilise tebaası arasında çeşitli görüş ayrılıkları meydana çıktı. Bunun üzerine İmparator Kons-tantin, Hicretten 297 yıl önce İznik'te bu değişik görüşlüler arasında bir konsil düzenledi. Konstantin'in kendisi henüz Hristiyanlığı kabul etmemiş bir putperestti. Konsil esnasında taraflar arasında büyük görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Bu sırada Konstantin, tarafları az olmasına rağmen kendi kanaatine yakın olan görüşün kabul edilip onaylanmasını mecbur kıldı. Böylece kilise parçalandı.
Yahudiler Arap memleketlerinin güneyinde dar bir bölge içine yayılmışlardı. Onlardan bir kısmı Hicaz ve Yesrip köylerinde, bir diğer kısmı da doğu Avrupa'ya göçüp Hazar memleketlerinde yerleşmişlerdi. Hristiyanlar ise Mısır'a, Habeşistan'a yayılmış, oradan da Arap yarımadasının Necran gibi bazı bölgelerine, Suriye'ye Filistin'e ve Mezopotamyaya dağılmışlardı. Hristiyanlık daha sonra Roma Devleti'nin resmi dini haline geldi. Yeryüzünün geriye kalan bölgelerinde ise putperestlik hakimdi ve inançlar, her bölgede zaman zaman ortaya çıkmış ünlü kişilerin kanaatlarma göre değişiklik arzediyordu. Bu ünlü kişiler vaktiyle yaşamış peygamberler olup, izleri silindikten sonra peşlerinden gelen nesiller, onlara tapmak, putlarını yapmak ve getirdikleri ilahi mesajları yozlaştırmakla bu sonuçlar ortaya çıkmış olabilir. Mesela Hindistan'da Brahma, daha sonra da Buda, Çin'de Konfuçyüs ve Fars ülkesinde Zerdüşt ortaya çıktı. Keza birçok memleketlerde bunlara benzer kimseler de ortaya çıktı, çeşitli inanç şekilleri yayıldı. Bu durum, müs-lüman fatihler gelinceye kadar Suriye'de de devam etti.
HARİTA: Suriye'de önemli güzergahlar üzerinde bulunan hanlar[82]
İlk Çağlarda Mısır Ve Afrika
Nuh Tufanı'ndan sonra, Hz. Nuh (as)'m oğlu Sam ile çocuklarının bir kısmı ve diğer oğlu Ham ile çocuklarından bazılarının, güneye doğru yöneldiklerini daha önce zikretmiştik. Şam'ın çocuklarıyla torunlarının bir kısmı ise Mezopotamya'nın güneyinde, tufandan önceki vatanları olan yerde kaldılar ve Arap Yarımadasında dağıldılar.
Aralarında güneye doğru devam edip El-Ahkaf ta yerleşenler olduğu gibi, yollarına devam edip Yemen'e ulaşarak orayı kendilerine vatan edinenler de oldu. Aynı zamanda aralarında bazı cemaatler, Irak'ın güneyinden dosdoğru batıya göç ettiler. Hicaz'ın kuzey bölgelerine ulaşınca oralarda yerleştiler. Hz. Nuh (as)'m oğlu Ham'a gelince, kendisi çocuklarıyla birlikte, tufanın meydana geldiği memleketlerden uzaklaşarak yollarına devam ettiler, göçlerini sürdürdüler.
Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi onlardan bir kısmı Hindistan'a Bab'ül-Mendeb Boğazı o zaman mevcut olmuş olsa da olmasa da bir diğer kısmı da Afrika'ya göç ettiler. Bu cemaatler Afrika'ya ulaşınca, (kendilerine peygamberler geldikten ve yaptıkları davetlere karşı çıktıktan sonra) kıtanın çeşitli bölgelerine dağıldılar.
Allah'a karşı olan inkarcılıklarındaki inatta ve küstahlıkta ısrar ettiler. Bunlardan Boşimanlar güneybatıya doğru yöneldiler. Ho-tantolar da arkadan izleyip ulaşarak onlarla savaştılar. Allah bunları diğerlerinin başına bela etti; öncekilere, sonrakilerin eliyle yapılan zulüm ve işkencenin acılarını tattırdı. Hotantolarm peşinden de Bantolar itilip onları öldürdüler, geriye kalanları da kovalayıp dağıttılar. Bu son topluluk da din ve inanç bakımından evvelki iki topluluktan farklı değildi.
Buna rağmen Allah'a yeryüzünde asi oldukları için, birbirlerinin eliyle onlara şiddet ve zulmün acısını tattırdı. Fizikî açıdan da birbirlerinden pek farklı olmamakla beraber ikinci topluluk vücutça biraz daha güçlü idiler, zulümleri de (o nisbette) daha fazla oldu. Günümüzde bile bu ırklar arasındaki bünye farkını görmek mümkündür. Boşimanlar Hotantolar'dan daha kısa, Hotantolar ise Bantolara nisbetle vücutça daha az gelişkindirler. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Nice memleketlerin halkı Rablerinin ve peygamberlerinin emirlerine karşı gelip azdılar da, biz onları şiddetli bir hesaba çektik ve görülmedik bir işkenceyle kendilerini cezalandırdık.
Öylece inkarcı olmalarının cezasını tattılar ve sonları hüsran oldu. Allah (Ahirette) onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. O halde Allah'tan korkun (O'na karşı gelmekten sakının) Ey akıl sahipleri!...Ey iman edenler, işte Allah, size bir zikir (size doğruyu gösteren Kur'an'ı) indirdi.
Aynı sebeplerle diğer insan toplulukları da başka yönlere doğru göç ettiler, ta ki Ekvator ormanlarına girip oralarda gizlendiler ve peşlerinden kendilerini kovalayandan kaçarak bu bölgedeki meçhullerde izleri kayboldu. Bu cüce yapılı insanlar, peygamberlerinin davetlerini reddettikleri devirden beri şimdiye kadar bu çevrede yaşamaktadırlar.
Allah Teala Banto zencilerini işte bunlara saldırttı. Bantolar bunları öldürüp işkence ettiler. Öyle ki bu meçhul bölgelere sığınmak mecburiyetinde kaldılar ve buralarda kayboldular. Bunlardan önceki kavimler de Kalahari Çölü'nde kayıplara karışmışlardı.
Afrika'nın doğusuna inen topluluklardan bazı cemaatler kuzeybatıya doğru yeniden bir çıkış yaptılar. Aynı zamanda diğer bir cemaat de Nil boyu kuzeye doğru yürüdü ve aşağısında bulunan bir vadide mekan tuttu. Eski Mısır yerlileri bunlardan idiler.
Bunlardan her cemaatin, içinde yaşadığı çevre şartları kendileri üzerinde zamanla öyle etkiler yaptı, beden ve simalarına öyle belirgin özellikler verdi ve sosyal hayatta onlara öyle değişik vasıflar kazandırdı ki, devirler sonra her birinin başka bir kökten geldiği izlenimini veren değişik özelliklerle bu toplulukların biri diğerinden farklı bir biçim ve görünüm aldı.toplulukların her biri ayrıca kendi özelliklerini taşıyan ve onra kendisinden üreyip çoğalıp dallanan birçok kabilele tası oldu
Bu daha sonra rin de atası oldu
Ta insanlığın vücut bulduğu ilk devirlerden beri ve henüz ilk vatanlarından ayrılmadan önce, kendilerine apaçık gerçeklerle gelen peygamberlerine karşı gösterdikleri direnişin, Allah (cc) tarafından gelen nur ve hidayetten kaçışlarının ve eski batıl inançlarına bağlılıklarının bir sonucu olarak bu cemaatler putperestlikte devam ettiler; bununla birlikte gerek çevreden gerekse inanış bakımından kendilerine benzeyen komşu kabilelerden görüp aldıkları batıl düşüncelerden, her cemaat için özel bir din oluştu. Her ne kadar hepsi, Allah'a ortak koşmak suretiyle nefislerine zulmetmekte birleşiyor idiyseler de, bir taraftan da böylesine bir ayrılığın içindeydiler.
Nil'in taşıdığı bol sular sayesinde ve topraktaki verimliliğin bir sonucu olarak Mısır'da yerleşen halk diğer bölgelere kıyasla daha fazla çoğaldılar. Önceleri nehrin kıyılarında kabileler şeklinde yaşıyorlardı. O devirlerde Nil deltası, içinde sazlıkların bulunduğu bir bataklık durumundaydı. Her kabilenin kendine mahsus arazi çevresi, reisleri, putları ve birtakım ayin ve ibadet şekilleri vardı.
Zaman zaman akarsuların önüne engeller kurup bir çeşit baraj yapmak veya kanal açmak gibi işbirliği isteyen genel hizmetler sebebiyle birçok kabileleri bünyesinde toplayan küçük devletçikler ve siteler meydana geldi. Bu sitelerin her birine mahsus belli putları ve bir de ordusu vardı. Böylece aralarında çeşitli alanlarda rekabetler görünmeye başladı.
Biri diğerinin toprağına ve komşusunun bol ürünlerine göz dikmeye, ya da putlarına hakaret edilmemesi için onları korumak üzere tedbir almaya başladı. Böylece bu ilk küçük devletçikler arasında savaşlar başgösterdi. Bunun neticesi olarak da bu kabileler, biri, başkenti Menfis (Memphis) olmak üzere kuzeyde, diğeri ise merkezi Tıyba'da bulunan, güneyde iki devletin bünyesinde birleştiler. Daha sonraları bu iki devlet Menes vasıtasıyla bir tek devlet haline geldi.
Mısır hükümdarlarına Firavun deniliyordu. Bu unvan, Mısır krallarının tümüne de veriliyordu. Hükümdarlık verasetle, babadan oğula intikal ederdi.
Firavun (Fir'avn) mutlak bir yetki sahibiydi, tanrı olduğu iddi-asmdaydı, milletini köle gibi angaryada kullanıyor, istediği şekilde tasarrufta bulunuyor, hiç bir hesap vermeden istediğini öldürebi-liyordu. îlk Firavunlar kendilerine ait piramitlerin inşaatında halkı zorla çalıştırdılar. Bu piramitleri yaptırmakla da anılarını ebedi-leştirip zorbalıklarını da tarihe böylece işlemiş oldular. Bu piramitler onların o devirlerde insanlara reva gördükleri zulme hâlâ şahitlik etmekte ve halkın sırtıyla taşman ve insanların kafatasları üzerinde kurulan bu binalar onlara lanet yağdırmakta ve adeta şöyle seslenmektedir:
"Zulüm ve zorbalık temelleri üzerinde kurulan hiç bir yapı medeniyet adını taşıyamaz. Çünkü onun yapılışı sırasında hiç bir kimse mutluluk duymamıştır. İstedikleri kadar birer eser olarak, eski devirlerin bayındırlık alanındaki kanıtları olarak bu güne kadar ayakta kalmış olsunlar, mademki kuruluşları sırasında insanlar mutluluk ve güven duymamışlardır, o halde bu yapıların uygarlıkla hiç bir alakalan yoktur."
İşte bu devirdir ki Hz. İbrahim (as) hanımı Sara ile birlikte Mısır'a gitti ve Firavun Sara'yı kendisi için O'nun elinden zorla almak istedi. Fakat Allah (cc) O'nu Firavun'un şerrinden korudu. Firavun Hz. İbrahim (as) den, hanımıyla beraber Mısır'ı terk etmesini istedi. Bununla birlikte Hacer'i de hizmetçi olarak onlara hediye etti.
Zulmün, kesinlikle devam etmesine imkan yoktur. Kötü kalplilik de asla sürekli olamaz. İnsanların sabrı da günün birinde mutlaka taşar. Çünkü eziyete dayanmanın da bir sınırı vardır.
İnsanlar çok kere hükümdarlarına karşı baş kaldırmışlardır, anarşi yayılmış, ülkeler yeniden parçalanmıştır. îşte bu sebepledir ki: Suriye'de bulunan çobanlar bu mıntıkaya gelmiş ve bu ülkenin kralları olmuşlardır. Heksoslar adıyla bilinenler işte bunlardır. Hz. Yusuf (as), bunların devrinde Mısır'a geldi. Sonra da babasını, kardeşlerini ve yakınlarını buraya getirtti.
Hz. Musa (as) dan sonra bu ülkeyi terkedinceye kadar burada yaşadılar. Sözü edilen bu çobanlar Hz. İbrahim'in, Hz. İshak ve Hz. Yakub'un dininden bazı şeyler biliyorlardı. Mısır hükümdarları Firavun unvanıyla tanındıkları halde Kur'an-ı Kerim bunları krallar diye zikrederek Firavunlardan ayırmaktadır.
Bu çoban krallar, kendilerinden önce hükümdarlık etmiş olanlardan daha iyi olamadılar. Çünkü zorbalığı onlardan miras aldılar. Zulmü öncekilerden devraldılar. İnsanlara köle muamelesini yapmayı, yeryüzünde Allah'a karşı küstahlık yapmayı onlardan öğrendiler. Allah Teala Hz. Yakub'un oğlu Hz. Yusuf (as)'ı onlara peygamber ve elçi olarak gönderdi. Ne var ki nefsin heva ve hevesine uymak, şahsi menfaati başkalarının menfaati üzerinde tutmak gerçeği görmelerine engel oldu. Nitekim kralın karısı Yusuf (as)'ı, kendisine tecavüz etmeye yeltenmekle suçladığı zaman Hz.Yusuf un kesinlikle suçsuz, kraliçenin ise hain ve yalancı olduğu ortaya çıktığı halde yine de O'nu haksız yere ve iftira sonucu hapse attılar. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Sonra vezir ve aile halkı Yusuf un beraatine dair bunca delilleri gördükleri halde O'nu bir süre (dedikodu kesilinceye kadar) zindana atmayı düşündüler. [83] Hz. Yusuf (as), onları doğru yola çağırıyordu. Fakat onlar bir türlü kabul etmiyorlardı. Vefat edinceye kadar onlara söylediği gerçeklerden daima şüphe ettiler. Şu var ki Hz. Yusuf (as) vefat edince vaktiyle söylediklerine dikkat eder oldular. Bu kez de şöyle demeye başladılar:
"Allah Yusuf'dan sonra birlikte uyum içinde olabileceğimiz başka bir peygamber asla göndermeyecektir."
Bunu, ileride gelebilecek bir peygambere inanmamak için bir hazırlık olsun diye söylüyorlardı. Allah Teala bu konuda da şöyle buyurmaktadır.
"Doğrusu Musa'dan önce Yusuf da size mucizelerle gelmişti. O zaman da size getirdiği gerçekler hakkında şüphe edip durmuştunuz. Nihayet vefat edince:
- Bundan sonra Allah asla peygamber göndermez dediniz.İş-te Allah haddini aşan şüpheciyi böyle saptırır.[84]
Heksos kralları da Allah'ın emirlerine boyun eğmeyip Hz. Yusuf (as)'in getirdiği gerçekleri kabul etmeyince Allah (cc) onlara, kendilerinden çok daha zalim milletleri musallat kıldı. Onlara işkencenin en acısını tattırdılar, onları aşağılık hale getirdiler, ezdiler ve erkeklerini öldürüp kadınlarının ırzına geçmeye başladılar. Bu zalimler de Nil Vadisinin asli yerlileriydi. O vakit aralarından Ahmes (Ahmosis) adında bir komutan çıkarak kuzeyli Heksoslara karşı üstünlük elde etti ve ülkeyi birleştirdi.. Halkı baskı altına aldı.
Allah Teala bunlara da, doğru yola dönüş yapabilmeleri için fırsatlar verdi, onları düşmanlarına üstün kıldı ve geniş topraklar ihsan etti. Öyle ki bunlardan Suriye'de Hititlerle savaşan III.Tuth-mes ve II.Ramses döneminde ülkelerinin sınırı Fırat Nehri'ne kadar ulaştı. Bu iki devlet arasındaki savaşlar meşhur Kadeş barışıyla son bulmuştu. Devletin bu kadar geniş topraklar üzerinde yayılmış olmasına, her taraftan mal ve servetlerin bol bol akıp gelmesine rağmen yine de Allah'a iman etmediler, ne başkalarından, ne geçmişlerinin başından geçen hadiselerden ne de düşmanlarının uğradığı musibetlerden bir türlü ders ve ibret almadılar. Bilakis bu servetler onları daha da azdırdı, nail oldukları nimetlerle küfürleri daha da arttı, kalkınma, onları daha küstahlaştırdı, sahip oldukları güç daha fazla zulmetmelerine sebep oldu. Yönetimi tekrar Heksoslara kaptırmak korkusuyla tedbir almaya başladılar. Bu sebeple de erkeklerini öldürüp kadınlarının namuslarım kirlettiler. Allah Teala bu. konuda da şöyle buyurmaktadır:
"Ta, sîn, Mîm, bu sûredeki ayetler, haram ile helali açıklayan Kur'an'm ayetleridir.
Biz sana Musa ve Firavun'un önemli haberlerinden, inanacak bir topluluk için okuyacağız.
Firavun o yerde (Mısır'da) küstahlaşmış ve ahalisini parçalara bölerek kendisine bağlamıştı. Onlardan bir topluluğu (İsrailo-ğullarını) ezerek oğullarını boğazlıyor, kadınlarının ise namusunu kirletiyordu. Şüphesiz ki O bozgunculardan biriydi.
Biz de orada ezilmekte olanlara lütfetmek istedik, onları hayırlı işlerde önder ve (Firavun'un yerine Mısır'a) mirasçı kılmayı irade buyurduk.
Bir de (o ezilmekte olan) İsrailoğullarma (Mısır ve Suriye'de) üstünlük vermeyi ve hem Firavun'a, hem veziri Haman'a ve ordularına onlardan, (Musa ve İsrailoğullarından) korktukları şeyi (tehlikeyi) kendilerine göstermeyi istedik.[85]
Hem altında ezildikleri zulüm ve baskıdan kendilerini kurtarmak, hem de sapıklık ve inatlarında ısrar ettikleri takdirde Allah'ın korkunç cezalarına çarptırılacaklarına dair onları uyarmak için, Allah (cc) Hz. Musa (as)'ı bunların hepsine birden elçi olarak gönderdi. Bütün bunların ötesinde, Hz. Musa (as) günün birinde kendilerini dize getireceği korkusuyla yaşadıkları düşmanlarından biriydi. Ne varki Hz. Musa (as), daha bebekken öldürülmekten Allah'ın izniyle kurtulmuş, hem de Firavun'un bizzat sarayında büyütülüp yetiştirilmişti. r > ^
ileride kendisine bir can düşmanı ve dert kaynağı haline gelecek olan Musa'yı, Firavun bizzat kendi gözetim ve denetiminde yetiştirmişti. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Musa'nın annesine şöyle ilham ettik:
- Onu emzir; öldürülmesinden korktuğun zaman, O'nu denize (Nil'e) bırakıver, (boğulacağından) korkma, (ayrılığından dolayı da) kederlenme. Çünkü O'nu muhakkak sana geri vereceğiz ve kendisini peygamberlerden biri yapacağız.
Firavun'un adamları O'nu aldılar. Firavun, Haman ve askerleri suçlu olduklarından O, onlara düşman ve başlarına da dert olacaktı. Firavun'un karısı, benim de senin de gözlerimiz aydın olsun! Onu öldürmeyiniz! Belki bize faydalı olur yahut O'nu evlat ediniriz, dedi. Aslında işin farkında değillerdi.
Musa'nın annesi, gönlü bomboş sabah etti. (Oğlundan başka bir şey düşünmüyordu.) Allah'ın verdiği söze iyice inanması için kalbini pekiştirmeseydik, neredeyse saraya alınan çocuğun kendi oğlu olduğunu açığa vuracaktı.
Musa'nın ablasına: O'nu izle! dedi. O da kimse farkına varmadan Musa'yı uzaktan gözetledi.
Önceden, sütannelerin memesini kabul etmemesini sağladık. Musa'nın ablası (onlara):
- Size, adınıza O'na bakacak, iyi davranacak bir aileyi size tavsiye edeyim mi? dedi.
Böylece O'nu, annesinin gözü aydın olsun, üzülmesin, Allah'ın verdiği sözün gerçek olduğunu bilsin diye O'na geri çevirdik. Fakat (insanların ) çoğu (bu gerçeği) bilmezler.[86]
Musa (as), Allah'ın izniyle güçlü bir şekilde yetişti. Kuvvetinden çekinilecek biri oldu. Daha sonra da Firavun'un ailesinden biri olmadığını, genelde Heksoslara ve Özellikle îsrailoğullarma karşı yaptıkları zulümler sebebiyle, Allah'ın takdiri neticesinde Firavun'un sarayına girmiş ve burada yetişip büyümüş olduğunu, kendisinin îsrailoğullarma mensup bulunduğunu, öldürülmesinden korktukları için O'nu Nil nehrine atmış olduklarını sonraları öğrendi. Olabilir ki bu bilgileri (dadı niyetine saraya alınan) ve O'nu emziren, henüz bebekken bakımını üstlenen annesinden almış oldu; ki zaten Firavun'un bilgisi dahilinde annesi O'nu ziyaret ediyor ve beraberinde bulunuyordu. Bununla birlikte anne-oğul oldukları hakkında Firavun'un bilgisi yoktu. Bilakis O'nun, saraya bağlı olduğunu, onlardan biri olduğuna inandığını zannediyordu. Annesiyle olan sürekli irtibatı sayesinde kendi milleti olan îsrailoğullarma karşı içinde fıtri bir meyil doğmaya başlamıştı. îsrailo-gullarından bazı kimseler de Hz.Musa ile aralarında kan bağlı bulunduğunu biliyorlardı. Mısır'ın eski yerlileriyle Heksoslar arasında anlaşmazlıklar sürüp gittiği için, (ki İsrailoğullan da Heksosla-nn yanında yer alıyorlardı) günün birinde sıcak bir temasla taraflar karşı karşıya gelebilir ve aralarında bir kıvcılcım fitneyi tutuştu-rabilirdi. Bu hassas durumu Allah Teala şöyle izah buyurmaktadır:
"Musa erginlik çağına gelip olgunlaşmca O'na hikmet ve ilim verdik. İyi davrananları böyle mükafatlandırırız.
Musa, halkının haberi olmadığı bir zamanda şehre girdi. Biri kendi adamlarından, (Israiloğullarından) diğeri de düşmanı olan (Kıptilerden) iki adamı döğüşür buldu. Kendi tarafından olan kimse, düşmanına karşı O'ndan yardım istedi. Musa onun düşmanına (Mısırlı Kıptiye) bir yumruk vurdu; ölümüne sebep oldu.
- Bu şeytanın işidir; çünkü o apaçık saptıran bir düşmandır, dedi. Musa:
- Rabbim! Doğrusu kendime yazık ettim, beni bağışla, dedi. Allah da O'nu bağışladı. O, şüphesiz bağışlayandır, merhamet edendir.
Musa:
- Rabbim! Bana verdiğin nimete and olsun ki, suçlulara asla yardımcı olmayacağım, dedi.
Şehirde korku içinde dolaşarak sabahladı. Dün kendisinden yardım isteyen kişi bağırarak ondan yine yardım istiyordu. Musa ona:
- Doğrusu sen besbelli bir azgınsın, dedi.
Musa, (aslında hem bu Mısır'lı kıptinin, hem de bizzat kendisinin yani her) ikisinin de düşmanı olan (İsrailli) adamı yakalamak isteyince (Adam):
- Ey Musa! Dün bir cana kıydığın gibi beni de mi öldürmek istiyorsun? Sen ıslah edenlerden olmak değil, bilakis yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun, dedi.
(Bu esnada) şehrin öbür ucundan (Firavun1 a mensup) bir adam koşarak geldi:
- Ey Musa! İleri gelenler seni öldürmek için aralarında görüşüyorlar. Hemen uzaklaş. Doğrusu sana öğüt veriyorum (bilgin olsun diye söylüyorum) dedi.
Musa korku içinde çevresini gözetleyerek oradan çıktı.
- Rabbim! Beni zalim milletten kurtar, dedi.
Medyen'e doğru yöneldiğinde Rabbimin bana doğru yolu göstereceğini umarım, dedi.![87]
Bu olaydan sonra Hz.Musa (as) Medyen'[88] gitti.Vardığı yerdeki kaynaktan bir grubun koyunlarını sulamakta olduklarını gördü. O sırada iki genç kızın, koyunlarıyla birlikte sıralarını beklediklerini, çobanlarla haşir neşir olmamak için koyunlarını uzak tuttuklarını gördü. Bu durumu merak etti. Yaklaşıp kızlara sorunca geride bekleyip durmalarının sebebini öğrenmiş oldu. Onlardaki bu edep ve haya duygusundan dolayı hayran kaldı. Bunun üzerine mert, gayretli ve insaflı bir kişilikle (ki Allah Ona bu gücü vermiş idi.) atılıp çobanların koyunlarını engelledi ve kuyunun ağzından kayayı kaldırdı. Bu kaya aslında bir kaç kişinin bile birlikte kaldıramayacakları kadar ağırdı. Orada bulunanlar O'nun bu hünerini hayret içinde seyrettiler.
Hz.Musa (as) kızların koyunlarını suladı ve gidecekleri yere onları uğurladı. Sonra da dönüp bir ağacın gölgesinde oturdu. Bir rahatlık hissediyor, geçmişi ve Mısır'da neleri, kimleri bıraktığını düşünüyordu. Bu memlekette ise hiç kimseyi tanımıyordu. O böyle düşünürken deminki kızlardan biri gelip, kendilerine yapmış olduğu iyiliğin bir mükafatı olarak birlikte evlerine gitmelerini, babasının kendisiyle tanışmak istediğini söyledi. Bu daveti kabul etmekten başka çaresi de yoktu. Önceleri, kızın peşisıra gitmekteyken, karşıdan gelen esinti sebebiyle bu sefer önüne geçip yürümeye devam etti. Kızın babasıyla karşılaşıp tanıştılar. Kızın babası O'nu mükemmel bir insan olarak gördü. Artık emniyetli bir yerde olduğuna dair kendisini teselli etti. Sonra da kızlarından birini O'nunla evlendirmeye karşılık yanında 8-10 yıl kadar çalışmak üzere anlaştılar. Hz. Musa bunun üzerine yanında çalışıp mukavelesini yerine getirdi. Hz. Musa ile kayınpederi olan o güzel huylu zatın üzerinde anlaştıkları süre sona erdi.
Artık Allah (cc)in takdir ettiği yerine gelsin diye Hz. Musa da gelmiş olduğu yere, Mısır'a yeniden dönmek istedi. Yoluna devam ettiği sırada Allah Teala O'nu elçilikle görevlendirip Firavun'a gitmesini emretti. Allah (cc) bu olayları şöyle izah buyurmaktadır.
"Medyen'e doğru yöneldiğinde:
- Rabbimin bana doğru yolu göstereceğini umarım, dedi.
Medyen Suyuna vardığında, davarlarını sulayan bir insan topluluğu buldu. Onlardan başka hayvanlarını sudan alıkoyan iki (de) kadın gördü. Onlara:
- Derdiniz nedir, diye sordu.
Çobanlar ayrılana kadar biz sulamayız. Babamız çok yaşlıdır onun için bu işi biz yapıyoruz, dediler.
Musa onların hayvanlarını suladı. Sonra gölgeye çekildi:
- Doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım, (bana yapacağın bir iyiliğe şimdi daha çok ihtiyacım var.) dedi.
O sırada kadınlardan biri utana çekine yürüyüp ona geldi. Babam sana sulama ücretini ödemek için seni çağırıyor, dedi. Musa O'na gelince başından geçeni anlattı. O da;
- Korkma, artık zalim milletten kurtuldun, dedi.
İki kadından biri, babacığım onu ücretli olarak tut; ücretle tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdır, dedi.
Kadınların babası:
- Bana sekiz yıl çalışmana karşılık bu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlayacak olursan, o senden bir lütuf olur. Ama sana zorluk çıkarmak istemem. Inşa-allah beni iyi kimselerden bulacaktır, dedi.
- Bu seninle benim aramdaki bir iştir. Bu iki süreden hangisini doldurabüirsem kötümsenmemeliyim. Allah söylediklerimizin şahididir, dedi.
Musa süreyi doldurunca ailesiyle birlikte yola çıktı. Tur tarafından bir ateş gördü. Ailesine:
- Durunuz, ben bir ateş gördüm; belki oradan size bir haber yahut tutuşmuş bir odun getiririm de ısınırsınız, dedi.
Oraya varınca kutlu vadinin sağ kıyısındaki ağaç yönünden:
- Ey Musa! Şüphesiz ben Alemlerin Rabbi olan ALLAH'ım, diye seslenildi.
- Değneğini at!
Musa, değneğinin yılan gibi hareketler yaptığını görünce dönüp arkasına bakmadan kaçtı.
- Ey Musa! Dön gel; korkma; şüphesiz güven içinde olanlardansın, denildi.
- Elini koynuna koy, kusursuz olarak bembeyaz çıkacaktır. Kollarını, korkudan gerildikleri zaman koltuklarına yapıştır, (heyecanın yatış acaktır.) İşte bunlar iki mucizedir ki Firavun ve erkanına karşı Rabbinin iki delilidir. Doğrusu onlar günahkar bir millettir.[89]
Hz. Musa, bu ilahi emir üzerine görevin çok zor olduğunu anladı. Mısır'da öldürüleceğinden korkuyordu. Çünkü bir adam öldürmüştü ve kendisini öldüreceklerini öğrendikten sonra da kaçmıştı. Ayrıca hafif peltek idi, fasih konuşamıyordu. Fakat her şeye rağmen görevini yerine getirmesi gerekiyordu. Bu sebeple Rabbin-den, daha açık ve net konuşma yeteneğine sahip bulunan kardeşi Harun'u kendisine destek kılması için istekte bulundu. Ailah Teala da O'nun bu duasını kabul buyurdu. Ailah (cc) bu olayı da şöyle izah buyurmaktadır:
"Musa:
- (Sence de malumdur ki) : Ben onlardan bir cana kıydım. Beni öldürmelerinden korkuyorum. Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu, beni destekleyen bir yardımcı olarak benimle gönder. Çünkü beni yalanlamalarından korkuyorum, dedi.
Allah:
- Seni kardeşinle destekleyeceğiz; ikinize bir kudret vereceğiz ki, onlar size el uzatamayacaklardır. Mucizelerimizle ikiniz ve ikinize uyanlar üstün geleceklerdir, dedi.[90]
Hz. Musa (as) Mısır'a varıncaya kadar korku içinde, etrafı gözleyerek yoluna devam etti. Eve ulaşıp kardeşi Harun'la konuş-tu.O'na da meselenin Allah (cc) tarafından vahyedilmiş olduğunu ve kendisiyle birlikte olması için görevlendirildiğim öğrendi.
Kendilerine Allah (cc) tarafından görevleri vahyedilmesine ve korkmamaları için teselli edilmiş olmalarına rağmen zorbalığından korktukları için yine de Firavun1 a gitmekten çekmiyorlardı.
Ne de olsa insan idiler. Bunun üzerine Allah Teala Hz.Musa (as)'a şöyle hitap buyurdu:
"- Firavun'a gidin, doğrusu O azmış bulunmaktadır. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya korkar.
Musa ve kardeşi:
- Rabbimiz! O'nun bize kötülük etmesinden veya azgınlığının artmasından korkuyoruz, dediler.
Allah:
- Korkmayın! Ben sizinle beraberim; görür ve duyarım. O'na gidin şöyle deyin:
"Doğrusu biz senin Rabbinin elçileriyiz. İsrailoğullarını bizimle beraber gönder. Onlara işkence yapma. Rabbinden sana bir mucize getirdik; Selam doğruya uyanların üzerine olsun, deyin, dedi."[91]
Allah Teala'mn "Korkmayın! Ben sizinle beraberim; görür ve duyarım" ifadesiyle onlara yaptığı hitap ikisinin de üzerinde şok tesiri yaptı. Hislerini ürpertti. Öyle ya, her şeye hakim olan, aynı zamanda Firavun'un ve başkalarının canına da sahip bulunan Allah (cc) istediği anda bu canları alabilirdi. O yüce Allah (cc) ikisiyle beraberdi. Gerek konuştuklarını, gerekse Firavun'un verdiği cevapları işitiyor, ne yaptıklarını görüyordu. O halde ikisine artık korkmamak düşüyordu.
Bunun üzerine Hz. Musa ve Hz. Harun (as), doğruca Firavun1 a gittiler. îlk karşılaşmalarını yine Allah'ın kitabından dinleyelim:
("Ey Firavun!) Şu kesindir ki: bizi yalanlayıp yüz çevirenin cezalandırılacağı, bize vahyolundu. (Rabbimiz tarafından bize bildirildi.) -
Firavun (küstahça):
- Ey Musa! Rabbiniz de kimdir, diye sordu.
Musa (cevaben):
- Rabbimiz her şeye ayrı bir özellik veren, sonra doğru yola eriştirendir, dedi.
Firavun (bu kez):
- Öyleyse önceki nesillerin durumu rie olacak? dedi. Musa (cevaben):
- Onların bilgisi Rabbimin katında yazılıdır. Rabbim şaşmaz ve unutmaz. Sizin için yeryüzünü döşeyen, yolları açan, gökten su indiren O'dur. Biz o su ile türlü türlü çift, çift bitkiler yetiştirdik. İster yeyin, ister hayvanlarınızı otlatın, onlarda akıl sahipleri için şüphesiz dersler vardır. Sizi yerden yarattık, oraya döndüreceğiz ve tekrar oradan çıkaracağız.
Andolsun ki Firavun'a bütün delillerimizi gösterdik de yalan sayıp kabulden çekindi."[92]
Firavun bu açık gerçekler karşısında cevap vermekten aciz kalınca bu sefer, Musa (as)ı sarayında büyütüp yetiştirdiği için minnet edip yaptıklarını basma kakmaya çalıştı. Bu konuda da Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:
"Firavun Musa'ya:
- Çocukken biz seni yanımıza alıp büyütmedik mi? Hayatının birçok yıllarım bizim aramızda geçirmedin mi? Sonunda yapacağını da yaptın. Sen nankörün birisin, dedi.
Musa (şöyle) karşılık verdi:
- O işi kasten yaptımsa sapıklardan biri sayılırım. Bu yüzden korkunca aranızdan kaçtım. Sonra Rabbim bana hikmet verip beni peygamber yaptı, israiloğullarını köleleştirdiğin için mi bu nimeti başıma kakıyorsun?! [93]
İkinci karşılaşmada ise Firavun, Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun'a gücünü göstermek, bu suretle de milletinden ona iman edecek kimselere göz dağı vermek ve Allah'ın bu elçisinin sözleriyle alay etmek için, avenelerinden, sadık bendelerinden ve İsrailoğul-larının ileri gelenlerinden oluşan büyük bir kalabalık topladı. Halk toplanınca Firavun Hz. Musa (as)'a sorular yöneltmeye başladı. Bu hadiseyi de Allah Teala yüce kitabında şöyle anlatmaktadır:
"Firavun:
- Alenîlerin Rabbi de nedir? diye sordu. Musa:
- Kesin olarak inanacaksanız, bilinki O göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan her şeyin Rabbidir, diye cevap verdi.
(Firavun) yanında bulunanlara:
- (Neler saçmaladığım) işitmiyor musunuz? dedi. Musa (as):
- (Evet) O, sizin de Rabbiniz, geçmiş atalarınızın da Rabbidir, dedi.
Musa:
- Eğer idrakiniz varsa şunu bilin ki O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların da Rabbidir, dedi.
Firavun:
- Benden başkasını tanrı edinirsen, andolsun ki seni zindan-bk ederim, dedi.
Musa:
- Sana apaçık birşey (bir mucize) getirsem de mi? diye sordu. Firavun:
- Doğru konuşanlardan ise haydi getir, dedi.
Bunun üzerine Musa değneğini attı, bir de ne görsünler onu, besbelli bir yılan...
Elini çıkarıverdi, bir de nasıl görünsün o seyredenlere, bembeyaz (parlayan eller..)
Firavun, çevresinde bulunan ileri gelenlere (seslenerek):
- Doğrusu bu, maharetli bir sihirbazdır. Sizi sihirle (korkutarak) yurdunuzdan çıkarmak istiyor; ne buyurursunuz, dedi.
(Etrafındakiler ona):
- Onu ve kardeşini alıkoy, sana bütün hünerli sihirbazları getirmeleri için adamlarını şehirlere gönder, dediler [94]
İşte kabadayıların ve zorbaların işleri böyledir. Onlara gerçekler gösterildiği zaman, bunu yapana deli derler ve tehdit yoluna başvururlar. Nitekim Hz. Musa (as), Firavun'a apaçık mucizeleri gösterdiği zaman, Firavun O'nun için sihirbazdır, dedi ve İsrailo-ğullarmın ileri gelenlerine soru yönelterek şöyle seslendi:
- O, sizi götürüp memleketinizden çıkarmak istiyor, ne buyurursunuz? Tabi onlar da şöyle diyeceklerdi:
- O halde sihirbazların büyükleriyle O'nu karşılaştırarak sihrini dene bakalım! Sihir de o devirde pek yaygındı. Bu görüş Fira-vun'un hoşuna gitti. Musa (as)'a sihirbazlar karşılaşmak üzere bir randevu verdi ki hem kendisine hem de bütün halka Musa (as)'m Mısır'dan ayrıldıktan sonra sihirbazlık öğrendiğini, bunu da İsra-iloğullarını Mısır'dan çıkarmak için kullanıyor olduğunu göstermiş olsun.
Nihayet kararlaştırılan gün gelip çattı. Sihirbazlar geldiler. Firavun da erkanıyla birlikte bulundu. Hz. Musa (as) da geldi. Sonra Firavun, toplanan kalabalığa hitabetmek için dikildi:
"Firavun milletine şöyle seslendi:
- Ey milletim! Mısır ülkesi (nin toprakları) ve memleketimde akan şu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?
- Yahut ben şu zavallı ve konuşmaktan aciz adamdan daha üstün değil miyim?
(Madem ki doğru söylüyor, peygamber olduğunu ileri sürüyor, o halde asillere takılan altın bilezik ve gerdanlıklar gibi Allah tarafından) O'nun üzerine de altın bilezikler atılıp takılsaydı ya! Ya-hud beraberinde (kendisine yardım edecek ve O'nu tasdik edecek) melekler dizilip gelse ya!
Firavun milletini küçümsedi ama onlar kendisine yine de boyun eğdiler. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir milletti. [95]
İşte cahiliyetin, her zaman ve her yerde, üzerinde varlık gösterdiği bu anlayışla insanlar maddeye değer vermekte, şahısları takdir etmekte ve sözde hakkı tanımaktadır.
Sihirbazlar bu uyuşmazlıktan faydalanmak istediler. Reisleri konuşmak üzere ayağa kalktı. Allah Teala bu sırada cereyan eden sahneyi şöyle izah buyurmaktadır:
"Sihirbazlar Firavun'a geldiler:
- (Musa'yı) yenecek olursak şüphesiz, bize bir mükafat var değil mi? dediler.
A Firavun da:
- Evet, yenerseniz gözdelerden olacaksınız, dedi. [96]
Sonra Musa (as) kalabalığa hitap etmek üzere ayağa kalktı ve sözlerini sihirbazlara yöneltti. Allah (cc) şöyle buyuruyor:
"Musa onlara:
- Size yazıklar olsun! Allah'a karşı yalan uydurmayın, yoksa sizi azapla (cezalandırarak) yok eder. Allah'a iftira eden hüsrana uğrar, dedi. [97]
Sonra sihirbazlar sözü aldılar. Büyükleri konuşurken:
"Sihirbazlar işi aralarında tartıştılar ve konuşmalarını gizli tuttular.
Musa ile Harun'u göstererek: Bu iki sihirbaz, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak, sizin en üstün dininizi ortadan kaldırmak istiyorlar. Onun için tuzaklarınızı bir araya getirin, sonra sırayla gelin. Bugün üstün gelen başarıya erecektir, dediler.
(Hz.Musa'ya meydan okuyarak):
- Ey Musa! Marifetini sen mi önce ortaya atacaksın yoksa biz midediler [98]
Musa onlara:
- Ne atacaksanız atın, dedi.
Onlar da iplerini ve değneklerini attılar ve Firavun hakkı için hiç şüphe yok ki biz üstün geleceğiz, dediler. [99]
Hz. Musa (as) gördüklerinin etkisiyle ürperdi. Onlara:
11 - Haydi atın! dedi. Bir de ne baksın, sihirlerinin etkisiyle değnekleri ve ipleri Musa'ya, sanki yürüyorlarmış gibi geldi.
Musa, bu yüzden içinde bir korku hissetti. (Ona), Korkma! Sen elbette ki daha üstünsün.
Sağ elindekini at da onların yaptıklarını yutsun. Yaptıkları sadece sihirbaz düzenidir. Sihirbaz nereden gelirse gelsin iflah olmaz, (yenilmeye mahkumdur.) dedik.
Sonunda sihirbazlar:
- Biz Musa ve Harun'un Rabbine inandık, deyip secdeye kapandılar [100]
Böylece batıl iptal oldu, geçersiz kaldı. Gerçek ise ortaya çıktı. Allah'a karşı gelenler ve hakikat düşmanları telaşlandılar. Bu arada konuşmalar çığırdan çıktı, ortalık ağız kalabalığına boğuldu. Bunun üzerine Firavun sihirbazlara hitaben:
"- Ben size izin vermeden O'na iman ettiniz ha! Size sihri öğreten büyüğünüz, kesinlikle O'dur. Yemin ederim, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim. Sizi hurma kütüklerine asacağım. Hangimizin işkencesinin daha çetin ve daha devamlı olduğunu öğreneceksiniz, dedi.[101] Sihirbazlar ise O'na cevaben:
"- Seni, gelen apaçık mucizelere ve bizi yaratana üstün tutamayız. Ne hüküm vereceksen ver. Sen ancak bu dünya hayatına hükmedebilirsin. Doğrusu biz, yanılmalarımızı ve bize zorla yaptırdığın sihri bağışlaması için rabbimize iman ettik. Allahın vereceği mükafat daha iyi ve daha devamlıdır, dediler.
"Rabbine suçlu olarak gelen bilsin ki, cehennem onun içindir. Orada ne ölür, ne yaşar.
Rabbine inanmış ve yararlı iş yaparak gelenlere, işte onlara: en üstün dereceler, içlerinden ırmaklar akan, temelli kalacakları ADN cennetleri vardır. Bu arınanların mükafatıdır." [102]
Bütün bunlara rağmen Firavun sihirbazları öldürdü, halka terör uyguladı. Ortalığı bir korku ve panik sardı. Bu sebeple Firavun ve avenelerinin korkusundan, Hz. Musa (as)'m kavmi olan îsrailo-ğulları dahil, halktan küçük bir azınlığın dışında kimse iman etmedi.
Allah şöyle buyurmaktadır:
"Firavun ve erkanının kendilerine fenalık yapmasından korktukları için milletinin bir kısım gençleri dışında kimse Musa'ya inanmadı. Çünkü Firavun o yönde hakimdi. O gerçekten aşırı gidenlerdendi [103]
Bundan sonra müminlerle kafirler arasında artık hesaplaşma başladı. Müminler birbirlerine destek olup Hz. Musa (as)'ın evini de Allahın emrine binaen karargah haline getirdiler.
'Allah (cc) şöyle buyuruyor: "Musa ve kardeşine:
- Mısır'da milletinize evler hazırlayın, evlerinizi namazgah edinin, namaz kılın diye vahyettik. (Musa'ya) insanları müjdele.(dedik.)[104]
Belki dönüş yapar da tövbe ederler diye Allah Teala Firavun'un halkına yıllarca süren bir kıtlık verdi; gelirlerini kıstı, meyvalarını azalttı. Fakat bunun onlara yararı olmadı. Bilakis iyi bir sonuç aldıkları zaman bunu kendi becerilerine ve işleri iyi programladıklarına bağladılar. Kötü bir sonuç aldıkları zaman ise bunu, Musa'nın aramızda bulunmasından sebep bu uğursuzluk başımıza geldi, şeklinde yorumladılar.
Hatta onlardan bazıları; bu olumsuzlukların, Musa'nın sihir gücünün bir neticesi zannına bile kapıldılar. Bu da bilakis onların inat ve küstahlıklarını kamçıladı. Bunun üzerine Allah (cc), belki ders alırlar diye onlara su baskını, çekirge, haşerat ve kurbağa musallat etti. Bununla da akıllanmadılar. Nitekim her defasında bir mucizeyle karşılaştıkça:
- Ey Musa! Rabbine yalvar da şu belayı başımızdan kaldırsın diye ricalarda bulundular. İsteğimiz gerçekleşirse inandığına biz de inanacağız, arzu ettiğin şekilde İsrailoğullarım seninle birlikte göndereceğiz, deyip durdular. Ne varki Allah (cc) cezalarını hafiflettikçe ahitlerini bozdular, vaatlerinin aksine davrandılar, vaktiyle söylediklerini bilmemezlikten geldiler. Böylece Allah Tealamn buyurduğu gibi oldu:
"Andolsun ki biz, Firavun ailesini ders alsınlar diye kuraklık ve kıtlıkla cezalandırdık.
Onlara bir iyilik geldiği zaman, bu bizden ötürüdür, derler. Bir fenalığa uğrayınca da Musa ve O'nunla beraber olanların uğursuzluğuna verirlerdi. Bilin ki kendilerinin uğradığı uğursuzluk Allah tarafındandır, fakat çoğu bilmezler.
Firavun ailesi (Musa'ya);
- Bizi büyülemek için ne yaparsan yap sana asla inanacak değiliz, derler.
Bunun üzerine, kudretimizin ayrı ayrı kanıtları olmak üzere: başlarına sel, (ekinlerine) çekirge, haşerat, (sularına) kan gönder-dik.yine de inat ettiler, küstahlık yaptılar. Onlar işte öyle suçlu bir millet idiler!
Üzerlerine o ceza çökünce:
- Ey Musa! (ne olursun), sana verdiği peygamberlik hürmetine (Rabbine) bizim için yalvar. Eğer bizden bu cezayı kaldırırsan and olsun ki sana iman edeceğiz ve İsrailoğullarım da seninle birlikte göndereceğiz, dediler. Nasıl olsa (tekrar) başlarına gelecek bir cezayı (yeniden) çarptırıhncaya kadar, bir süre (için) bu cezayı kaldırınca hemen caydılar."[105]
Bütün şer güçleri ve Musa (as)'in milletinden bile olsa menfa-atçüerin hepsi Firavun'un yanında, buna mukabil bütün hayır güçleri ve hatta Firavunun milletinden bile olsa iyiler Hz. Musa' nın safında yerlerini aldılar. Bütün kötülük unsurları ağ gibi birbirlerine bağlandılar. Bu arada firavun zorbalığın, Haman menfa-atçılığın, Karun bolluktan dolayı azmışlığın sembolü haline geldiler. Karun Hz.Musa (as)'in milletinden olduğu halde çıkan O'nu Firavun'nun yanında yer almasını icap ettirdi. Onunla ilgili olarak Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Karun Musa'nın milletindendi, ama onlara karşı azdı.Biz O'na anahtarlarını güçlü bir topluluğun zor taşıyabildiği hazineler vermiştik. Milleti O'na:
- Böbürlenme! Allah şüphesiz ki böbürlenenleri sevmez, dediler.[106]
Şerri temsil eden bu üç kuvvet hakkında Allah Teala şöyle buyuruyor:
"- Şu gerçektir (Bunu bilin) ki Musa'yı mucizelerimiz ve apaçık delillerle Firavun, Haman ve Karun'a göndermiştik.
Onlar:
- Bu yalancı sihirbazın biridir, demişlerdi.
Musa tarafımızdan onlara gerçeği getirince (bu sefer de):
- Onunla beraber iman etmiş kimselerin oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bırakın, dediler. Ama inkarcıların hilesi elbette boşa gider.
Firavun
- Beni bırakın da Musa'yı öldüreyim. O, Rabbine yalvara dursun. Onun, sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde bozgun çıkaracağından korkuyorum, dedi. [107]
Firavun'un taraftarlarından, iman edenlere gelince, bunlar Firavun'a karşı duydukları korku ve otoritesinden kapıldıkları dehşet sebebiyle imanlarını gizliyorlardı. Ancak halk, Firavun'un ve Musa'nın taraftarları olarak kesin şekilde ikiye ayrılınca herkes ya müminlerin ya da kafirlerin safında yerini almaya başladı. Çünkü insanlar arasında, onları birbirine bağlayan, inanç bağından başka bir bağ olamaz. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Firavun'un taraftarlarından imanını gizleyen bir adam
(inanmayanlara öğüt vererek) şöyle dedi:
- Siz, yaradanım Allah'tır, diyen bir adamı öldürürsünüz ha! Oysa ki Rabbinizden size kanıtlarla gelmiştir. Eğer yalancıysa yalanı kendisini ilgilendirir. Yok eğer doğru söylüyorsa, sizi tehdit ettiğinin hiç değilse bazıları başınıza gelebilir. Elbette ki Allah aşırı yalancıyı doğru yola erdirmez.
Ey milletim! Bugün memlekette hükümranlık sizindir. Mısır topraklarında üstün olanlar sizsiniz.Fakat Allahın cezası bize gelip çarpacak olursa ona karşı kim bize yardımcı olabilir?
Firavun:
- Ben size kendi görüşümden başkasını tavsiye etmiyorum. Ben size ancak doğru yolu gösteriyorum, dedi.
inanmış olan (O) adam dedi ki:
- Ey milletim! Doğrusu ben (Musa'yı yalanlamanızın bir sonucu onlar) sizin (vaktiyle) Nuh milletinim, Ad, Semud ve onlardan sonra gelenlerin durumu gibi (korkunç cezalara çarptırılacağınız) günler yaşayacağınızdan korkuyorum. (Yoksa günahsızları cezalandırmak suretiyle hiç bir zaman) Allah, kullarına zulmetmez.
Ey milletim! (imdat için birbirinizi yardıma çağıracağınız kıyametteki) karşılıklı feryad gününden (sizin) hesabınıza korkuyorum. Arkanızı dönüp kaçacağınız gün Allah'a karşı sizi koruyan bulunmaz. Allah'ın saptırdığı kimseyi ise doğru yola getirecek yoktur.
Şu bir gerçektir ki: Yusuf da daha önce delillerle size gelmişti. Size getirdiği şeylerden şüphelenip durmuştunuz. Sonunda Yusuf ölünce -Allah O'ndan sonra hiç bir peygamber göndermeyecek demiştiniz. Allah aşırı şüpheciyi işte böyle saptırır."[108]
Firavun gitgide küstahlaşıyor, otoritesini ve gücünü göstermeye çalışıyor ve daha çok şeyler, hatta imkansız şeyler bile gerçekleştirebileceğini kanıtlamak için uğraşıyordu.
Haman da, imkansız bile olsa Firavun'un her istediğini gerçekleştirdiğini gösteriyordu.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Firavun:
- Ey Haman! Bana bir kule yap; belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa'nın tanrısını görürüm. Doğrusu ben onu yalancı sanıyorum, dedi.
İşte bu şekilde, Firavun'a, çirkin gidişatı kendisine beğendirildi ve doğru yoldan alıkondu. Firavun'un hilesi elbette boşa gidecekti."'[109]
Gerek Firavun'un, gerekse milletinin ve erkanının zulüm ve baskıları, gittikçe arttığı, gün geçtikçe daha dejenere oldukları ve gördükleri birçok mucizelere rağmen akıllarını başlarına almadıkları için artık onlardan önceki sapmış milletlerin basma gelen felaketleri haketmiş oldular.
Durumun bu aşamasında Allah Teala Musa (as)'a, îsrailoğulla-rıyla birlikte doğu yönüne doğru yol almalarını emretti. Firavun ve ordusu arkadan izleyerek nihayet onlara ulaştı. Sonunda zalimler küfürleriyle beraber sulara gömüldüler. Musa (as) ve milleti ise kurtuldular.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır: Vakıa Musa'ya;
- Kullarımı gece yürüt, denizde onlara kuru bir yol aç. Batmaktan ve düşmanların yetişmesinden korkma, endişe etme diye vahyettik.
Firavun ordusuyla onları takip etti, deniz de onları (ansızın) yutuverdi.
Firavun milletini saptırdı, onlara doğru yolu göstermedi.[110]
Firavun ve ailesinin ölümüyle birlikte devlet de hemen zayıfladı. İdareyi ele alacak kimse kalmadı. Pers Devleti ise güçlenmişti.
Persler Mısır'a göz diktiler ve nihayet imparator Kambiz [111] komutasında ülkeye girip istila ettiler. Yunanlılar güçleninceye kadar Persler burada kaldılar.
Sonra Makedonyalı Büyük iskender Hicretten 954 yıl önce gelip Mısır'ı işgal etti. İskender'in ölümüyle birlikte O'nun halefleri olan Ptolemeler Mısır'a hakim oldular. Sonra da Romalılar buraya sahiplendiler ve Mısır Roma'mn vilayetlerinden biri haline geldi. Zamanla Hıristiyanlık Mısır'a yayıldı. Roma devlet kiliselerinden ayrı bir kiliseye sahip oldu. Bu sebeple de aralarında anlaşmazlıklar doğdu. Mısır halkı Kıbt Milleti veya Kıbtlar olarak tanındılar. İslam dini yayılıp halkı içinde bulundukları çelişkilerden kurtanncaya kadar durum bu şekilde devam etti. [112]
İlk Çağlarda Arap Yarım Adası
Babasının yaptığı gemi karaya oturduktan sonra Hz. Nuh (as)'ın oğlu Şam'ın, çocukları ve torunlarıyla birlikte dağlardan indiğini, bir süre bu yörelerde yaşadıktan sonra ilk beşikleri olan mezopotamyanm güneyine doğru yöneldiklerini ve oralarda bu sülaleden bir cemaatin yerleşerek çoğalıp daha sonraları Sümerler adını aldığını daha önce söylemiştik.
Bu sülaleden başka cemaatlar de Arap yarımadasına dağılmışlardı. Ad, Semûd, Cedis ve Âmâlık (dev yapılı insanlar) gibi kabileler bu cemaatlerden idiler. Amalık denilen iri yapılı insanların özel niteliklere sahip tiplerden oluşan bir kabile olduğu yolunda bir görüş varsa da yukarıda bahsi geçen kabilelerin hepsi esasen Amalık idiler.
Çünkü bunların cüsseleri, sonradan ortaya çıkan insan tipinden daha iriydi. Aynı zamanda bunlar daha uzun süre yaşayan insan tipleriydi.
Arap Yarımadası yerlilerinin Hicretten yaklaşık 1600 yıl Öncesine kadar bu tiplerden oluştuğunu söyleyebiliriz. Boyca onlar kadar uzun ve yaş bakımından da onlar kadar ömür sürmemiş olsalar bile soyları onlardan sonra da bu isim altında tanındılar.
Aynı hususiyetlere sahip bulunan bu bölgenin her tarafında, sonradan Arapça adı verilen dilin ilk oluşumu başladı. Çevre, bu sebeple de adını o düden aldı ve bu bölgeye Arap diyarı denildi.
Ad Kavmine gelince bu topluluk, Ahkaf Bölgesinde, bugün Hadramut denilen memlekette yerleşmiş ve denize kadar uzanmış bulunuyorlardı. İşte bu bölgede bulunan El-Mukella kentinin kuzeyine düşen El-Şahr kenti Ad kavmine ait eserlerin enkazı üzerinde kurulmuştur.
Ad Kavmi, Tufandan sonra putlara tapan ilk kabile sayılmaktadır. Bunların üç tane putları vardı. Şada, Samura ve Hera Ad halkı güçlü, sert ve acımasız idiler. Tepeler üzerinde birçok saraylar inşa ettiler. Allah Teala, onlara vadiden akan bol sular ihsan etti. Vadiyi ektiler, arazilerini suladılar. Bağ ve bahçeleri ekili ve içlerinde su pınarları vardı.
Ancak Allah'ın emirlerine karşı geldiler. Allah (cc) kendi aralarından birini onlara elçi olarak gönderdi ki O da Hz. Hud {as) dır.
Bu peygamber onları, Yüce Allah'a ibadet etmeleri için davette bulundu ise de reddettiler. Kibirleri ve günahkarlıkları onları bu davete uymaktan alıkoydu. Sahip oldukları imkanlar ve inşa ettikleri saraylar gözlerini büyüledi.
Allah Teala onlar için şöyle buyurmaktadır: "Ad Milletine de kardeşleri Hud'u gönderdik.
- Ey Milletim! Allah'a kulluk edin, O'ndan başka tanrınız yoktur. Karşı gelmekten sakınmaz mısınız, dedi.
Milletinin inkarcı ileri gelenleri:
- Biz seni bir çılgınlık içinde görüyoruz ve seni yalancılardan sanıyoruz, dediler.
(Hz.Hud (as) ise halkına hitaben:
-Ey Milletim! Bende çılgınlık (delilik) yok; ancak ben alemlerin Rabbi tarafından (size) gönderilmiş bir elçiyim, dedi.
Size Rabbinizin sözlerini bildiriyorum. Ben sizin için güvenilebilir bir eğiticiyim. Sizi uyarmak üzere aranızdan bir adam vasıtasıyla Rabbinizden bir haber gelmesine mi şaşıyorsunuz? Allah'ın sizi Nuh'un milleti yerine getirmiş olduğunu ve vücutça da onlardan üstün kıldığını hatırlayın, başarıya erişebilmeniz için Allah'ın nimetlerini anın, dedi.
(Hz. Hud'un halkı bu kez O'na şöyle seslendiler):
- (Yani) bize, yalnız Allah'a kulluk etmemizi, babalarımızın taptıklarını bırakmamızı söylemek için mi geldin? Doğru söyleyenlerden ise haydi bizi tehdit ettiğin cezaya uğrat (da görelim) dediler.
(Hz. Hud onlara şöyle cevap verdi):
- Hiç şüphesiz artık Rabbinizin cezasını ve öfkesini haketti-niz. Allah'ın haklarında hiç bir delil indirmediği, adlarını bile siz ve atalarınızın uydurduğu putlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? O halde bekleyin! Ben de sizinle beraber (sonucu) bekleyeceğim.
(Sonunda) Biz rahmetimizle Hud'u ve beraberinde bulunanları kurtardık, ayetlerimizi yalanlayarak inanmayanların kökünü kazıdık."[113]
Hicaz'da Vadi'I-Kura Bölgesinin kuzeyinde Medine-i Münevvere ile Tebuk arasındaki El-Ala yöresinde yerleşik bulunan Se-mud Kavmine gelince bunlar, Ad Kavmi yok olduktan sonra burada yaşamışlardır.
Semud'lular da Arapça konuşurlardı. Kendilerine birtakım putlar yapmış, Allah'a değil, bunlara tapıyorlardı. Allah Teala bunlara Hz. Salih'i elçi olarak gönderdi. Hz. Salih, eşi ve benzeri bulunmayan Allah'a ibadet etmeleri için onlara çağırda bulundu. Kabul etmediler ve diğer kavimler gibi bunlar da Allah'a kulluk etmeyi reddettiler.
Üstelik Hz. Salih için; deli, sihirbaz, çılgın ve daha neler neler demediler!
Semud'lular bir gün adet haline getirdikleri üzere bir yerde toplanmış bulunuyorlardı. Allah'ın elçisi Hz. Salih de oraya geldi. Onları Allah'a inanmaya davet etti, düşündürmeye ve korkutmaya çalıştı, kendilerine öğüt verdi.
Kalabalığın içinde bulunan saygısızlıklardan bir takım kimseler Hz. Salih'i, -kendisinden mucize göstermesini isteyerek- pes ettirmeye çalıştılar. O'na civarında bir devenin bulunduğu yakındaki bir kayayı göstererek ve bazı vasıflar sıralayarak şöyle seslendiler:
- Eğer sen şu kayayı şu sıfat ve şekillere sokacak olursan sana inanırız aksi halde -tek kelimeyle- seni dinleyecek halimiz yok, anladın mı şimdi ne istiyorsan onu yap! dediler.
Bunun üzerine Hz. Salih (as) caymamaları için onlardan söz aldı ve bu mucizeyi gerçekleştirmek maksadıyla Rabbine yalvarmak üzere oradan ayrıldı.
Allah Teala O'nun duasını kabul buyurdu ve (bir mucize olarak) deve (kayadan) meydana geldi.
Hz. Salih onlara şöyle dedi:
- Bakın! Allah Teala'nın kayadan yaratmış olduğu bu deve iman etmeniz için bir mucizedir. Bırakın onu, Allah'ın mülkü olan şu yeryüzünde otlasın. Ona herhangi bir kötülükle sakın dokunmayın! Fenalık edecek olursanız, büyük bir cezaya çarpılırsınız! Hem sonra şehrin pınarından, bu deve günaşırı su içecektir. Pınardan sırayla bir gün deve su içecek, ertesi gün ise halk su alacaktır. Ayrıca bu deve istediği yerde otlayabil e çektir. Bunun üzerine Hz. Salih'in milletinden bir grup O'na inandılar. Geriye kalanlar ise küfür, sapıklık ve inatlarında devam ettiler, inkarcılar bu deveye karşı büyük bir sıkıntı duyuyorlardı. Bacaklarını kesip ondan kurtulmak için sözbirliği ettiler. Bazı kadınlar da halkın ayak takımını deveyi Öldürmek üzere kışkırttılar. Bunlar dokuz kişi idiler. Allah Teala bunların hakkında şöyle buyurmaktadır:
"O şehirde, ortalıkta bozgunculuk yapan, (bilakis karışmış olan ortalığı) düzeltmeye çalışmayan dokuz kişi vardı."[114]
İşte bu dokuz kişi o mucize deveyi öldürmek için bütün kabileyi teşvik ettikleri gibi bizzat kendileri onu öldürdüler. Allah Teala bu konuda da şöyle buyurmaktadır:
"Nihayet o dişi deveyi öldürüp Rablerinin emrine karşı geldiler ve 'Ey Salih! Eğer sen peygamberlerdensen bizi tehdit edip durduğun cezaya uğrat bakalım (!)' dediler.[115]
Kendilerine Hz. Salih (as) tarafından haber verildiği üzere, Allah'ın vereceği cezayı üç gün merakla beklediler. Allah Teala bu hadiseyi de şöyle izah buyurmaktadır:
"Nihayet (devenin) bacaklarım keserek onu öldürdüler. Bunun üzerine Salih onlara şöyle dedi:
- Memleketinizde üç gün dahayaşayadurun. (Sadece üç günlük ömrünüz kaldı) işte (başınıza gelecek olan hadise) yalanlana-mayacak vadedilmiş bir cezadır.[116]
Belirlenen saatte göklerde, tam başlarının üzerinde korkunç bir gürültü koptu, yerde de şiddetli bir sarsıntı meydana geldi, insanlar evlerinde derhal cansız birer ceset oldular, yerlerde hareketsiz kaldılar. Sanki hiç yaşamamış gibi bir manzaraları vardı.
Daha önce de Hz. Salihi (as)'ı öldürmeyi düşünmüş, bu konuda suikast planlamışlardı.
Allaha Teala bunu da şöyle anlatmaktadır: "Aralarında yeminleşerek şöyle dediler:
- Salih ve ailesine bir gece baskın yapıp onları öldürelim. Sonra geride kalan akrabasına yeminle diyelim ki:
- Biz O'nun öldürülme olayını görmedik, şüphesiz doğru söyleyenlerdeniz. Onlar işte böyle bir hile düzenlemişlerdi, biz de farkettirmeden hilelerinin cezasını verdik, (onları helak ettik.)[117]
Tarihin seyri böyle devam ederken bir zamanlar Hz. İsmail (as) annesi Hacer'le birlikte Fârân Tepesi'ne yerleştiler. Bu mevki Mekke'nin bulunduğu yerdir. Burada zemzem suları fışkırmaya başladı. Bu sıralarda Curhum Kabilesi Yemen'den kuzey yönüne doğru göç etmiş, bu mıntıkaya uğramış ve suya rastlamışlardı. Bunun üzerine suya yakın biryerde konaklamak üzere Hacer'den izin istediler. O da muvafakat etti. İşte Hacer'in oğlu Hz. İsmail bunların arasında yetişti, dillerini öğrenerek Araplaştı. Annesi vefat ettikten sonra da bunlardan evlendi.
Hz. İbrahim (as) da arada bir gelip ailesini ziyaret ediyor, durumlarını sorup öğreniyor, böylece huzur duyuyordu. Oğlu Hz.İs-mail'le beraber Hicretten yaklaşık 3800 yıl önce Kabe'yi inşa etti. Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail (as), civarında yaşayan kavme Allah tarafından elçi olarak gönderildi.
Aynı zamanda Hz. İbrahim Halilullah (as) 'in, hanımı Yaktın kızı Kantura'dan olan oğlu Medyen Arap Yarımadasının kuzey-batı bölgesinde yaşıyordu. Bu bölge günümüzde de Medyen adıyla bilinmektedir. Soyundan gelen kuşaklar çoğaldıktan sonra Allah'ın gösterdiği doğru yoldan sapmaya ve kötü bir gidişat takip etmeye başladılar. Allah onlara, ilahi belirtilerini hatırlatmak üzere aralarından birini elçi olarak gönderdi ki o da Hz. Şuayb (as)'dır. Öyle belli ki bu kabilenin, Akabe körfezine ve Kızıl Denizi'nin kuzeyine doğru uzanmakta olan vadinin de içinde bulunduğu, günümüzde Şuayb Mağaraları adıyla bilinen yöreyi de kapsadığı geniş bir yerleşim alanı vardı.
Yaşadıkları bu bölgede alışverişte hileli ölçü ve tartı ile muamele ediyor, müşterileri, noksan mal tartarak aldatıyorlardı.Hal-buki kendileri için satın aldıkları zaman bol bol alıyorlardı. Bu bölge, Tebuk yöresini de içine alıyordu. Bu yörede oturanlar El-Eyke ormanının ortasında bulunan kocaman bir ağaca tapmakta idiler.
Bu, oralarda tanınmakta olan bir ormandır. Halk, ölçü ve tartıda doğru davranmamayı kınamak niyetine bunu yapıyordu. Bölge, aynı zamanda bugünün Ürdün topraklarının güneyinde bulunan Maan yöresinin bir kısmını da kapsıyordu. Allah Teala birinci topluluk hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'i gönderdik. (Şuayb) onlara şöyle dedi:
- Ey milletim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur. Ölçüyü tartıyı eksik tutmayın. Doğrusu ben sizi bolluk içinde görüyorum. (Ama hileye devam edecek olursanız) sizi (dehşetiyle) saracak bir günün belasından korkuyorum.
Ey milletim! Ölçü ve tartıda adaleti yerine getirin. (İnsanların hakkını ifa edin.) insanların mallarını eksik vermeyin ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.
Eğer inanıyorsanız, Allah'ın helal olarak bıraktığı kâr, sizin için daha hayırlıdır. (Allah'ın cezasını hakedecek olursanız) sizi koruyucu da değilim.
(Şuayb1 in milleti ise karşılık olarak) şöyle dediler:
- Ey Şuayb! Atalarımızın taptıkları putlardan vazgeçmemizi, ya da mallarımız üzerinde istediğimiz gibi tasarrufta bulunmaktan çekinmemizi sana namazın mı emrediyor? Doğrusu ne kadar da yumuşak huylu ve aklı başında birisin! (maşallah!...diyerek alay ettiler) [118]
Böylece Hz. Şuayb'in davetini reddettiler, onlara emrettiği şeyleri bümemezlikten, umursamazlıktan geldiler, yol kesicilik ve gelen geçenlere ait malların onda birini gaspetmek gibi suçlardan vazgeçmeyi de kabul etmediler. Ne zamanki Allah'a karşı başkaldı-rıcıhkta ve doğru yolu umursamazlıkta ısrar ettiler, Allah'ın emriyle kopan korkunç bir gürültü sonucu bir anda hepsi birlikte öldüler, hiç yaşamamış gibi memleketlerinin toprakları üzerinde cansız, yerlere serildiler. Allah Teala bu olay hakkında da şöyle buyurmaktadır:
"Buyurduğumuz ceza (başlarına) gelince Şuayb'ı ve beraberindeki inananları -tarafımızdan bir rahmet eseri olarak- kurtardık. Haksızlık yapanları (ise) kopan (korkunç) gürültü yakalayı-verdi, oldukları yerde devrilip öldüler.
Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Bilin ki Semûd milleti Allah'ın rahmetinden uzaklaştığı gibi medyen halkı da uzaklaştı."[119]
Keza El-Eyke civarında oturan Tebuk halkının durumu da böyle oldu. Çünkü peygamberleri olan Hz. Şuayb (as)'ı sihirbazlıkla suçladılar ve şayet doğru söylüyorsa kendilerini tehdit ettiği ilahi cezanın başlarına gelmesi için ne gerekiyorsa onu yapmasını istediler. Korkmadıklarını, Şuayb (as)'m doğru olmadığım ve doğru söylemediğini ileri sürdüler. Allah Teala onların hakkında şu ayetleri indirmiş bulunmaktadır:
"Eyke'liler de peygamberleri yalanladılar. Şuayb onlara şöyle dedi:
- Allah'tan korkmuyor musunuz? Gerçek şudur ki ben size (Allah tarafından gönderilmiş) güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin.
Ben buna karşılık sizden bir ücret (de) istemiyorum. Benim mükafatım ancak alemlerin Rabbine aittir.
Ölçüyü ve tartıyı tam yapın, (malı) eksik verip (müşteriyi aldatmayın) hak yiyenlerden olmayın.
Doğru terazi ile tartın.
İnsanların (satın aldıkları) eşyayı (mal ve emtiayı) noksan vermeyin ve yağmacılıkla ortalıkta karışıklık çıkarmayın.Sizi ve daha önceki nesilleri yaratan (Allah'dan) korkun. ;
Onlar (ise) Şuayb'a (cevaben) şöyle dediler:
- Sen ancak büyülenmişin birisin. Bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Doğrusu seni yalancılardan sanıyoruz. Eğer doğru sözlü isen üzerimize gökten bir parça düşür bakalım!
Şuayb:
- Rabbim yaptıklarınızı çok iyi bili dedi.
Ama O'nu yalanladılar. (Güneşin bunaltıcı sıcağından korunmak için farkında olmadan, ceza olarak gönderilen bulutun altına sığındıkları bir sırada mahvolup gittikleri) o (dehşetli) gölge gününün felaketi onları yakalayıverdi. Gerçekten de o, korkunç bir ceza gününün felaketi idi [120]
Gökten kopan gürültü şeklindeki ceza Hz. Şuayb (as) 'm milletinden belli bir cemaate isabet etmiş, gölge yapan bulutun yok edici etkisine ise bir diğer cemaat uğramıştı. Hz. Şuayb (as)'in, taraftarlarından oluşan bir güce sahip bulunduğu da ayrıca anlaşılmaktadır ki O'nun bu avantajı kendisini öldürmek konusunda onları korkutmuş, cesaretlerini kırmıştır. Nitekim Allah Teala'mn verdiği şu haber bu gerçeği teyit etmektedir:
"- Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyor, doğrusu seni aramızda güçsüz görüyoruz. Eğer taraftarların olmasaydı seni taşa tutardık (öldürürdük). Esasen bizim gözümüzde pek itibarın da yoktur, dediler.
{Şuayb ise cevaben) şöyle dedi:
- Ey halkım! Benim aşiretim size göre Allah'dan daha mı güçlüdür ki, (beni onların korkusundan öldüremediniz de) Allah'a sırt çevirdiniz. Vakıa, Rabbim bütün yaptıklarınızdan haberdardır [121]
Ad Kavminin soyundan gelen kabilelerden biri de Kahtan Ka-bise'dir. Bunlar Yemen'de yerleşmişlerdi. Nesilleri çoğaldı, Yemen'i imar ettiler. Çok büyük bir hızla çoğaldılar. Bu sebeple aralarından bazı cemaatlar kuzeye ve kuzeydoğuya doğru göçtüler. İşte cemaatlerden biri de Mekke'de yerleşen Curhum Kabilesi'dir ki Hz. İbrahim Halilullah'ın oğlu Hz. İsmail (as) ile akraba oldular.
Kahtaniler, Yemen'de, savaş ve denizcilikleriyle tarihte meşhur bir devlet kurmuşlardır. Bu devlet Maîn adıyla tanınmıştır. Bu devletin merkezi San'a'nın kuzeydoğusuna düşüyordu.
Bu ülkeyi uzun zaman bir sülale idare etmiş sonra başka hanedanlar yönetime gelmiş, daha sonraları ise Sebe'(Saba) adıyla bilinen bir aile işbaşına gelmiştir. Sebe' adını, Sebe' bin Yeşcib, bin Ya'rib, bin Kahtan adındaki, atalarından birinin soyundan geldikleri için almışlardır.
Kahtaniler tarıma çok önem vermiş, aralarında en ünlülerinden biri olan Me'rib Barajının bulunduğu bir çok barajlar yapmışlardır. Sebe' halkı güneşe, aya ve yıldızlara tapıyorlardı. Komşuları olan milletlerin bu yüzden başlarına gelen felaketlerden hiç ibret almadılar. Başlarındaki hükümdarların sonuncusu, sonraları Hz. Süleyman döneminde yaklaşık, Hicri 1600 yıl önce Filistin'e intikal eden Kraliçe Belkıs'tır. Ondan sonra devletin gücü zayıflamaya başladı, tarım alanındaki işler ihmal gördü, barajlara verilen önem azaldı. Bu sebeple de barajlar yıkıldı, Me'rib barajının şeddi devrildi, ülkeyi sular bastı, bu yüzden halk kaçarak bölgeyi terk etti, çeşitli yönlere doğru dağılıp gittiler. O yemyeşil bağ ve bahçelerini yarı çöle benzer bir manzara aldı. Tek tük turfa ve anber ağaçlarından başka bir şey buralarda artık bitmez oldu.
Allah Teala onların halini şöyle anlatmaktadır:
"Gerçek şu ki: Sebe' halkı için memleketlerinde (kudretimizin. belirtilerinden) bir alamet vardı. Sağlı sollu iki taraflı bahçeler...
(Peygamberleri onlara şöyle demişti):
- Rabbinizin rızkından (size ihsan ettiği bol nimetlerden) yi-; yin ve O'na şükredin. (Çünkü şu memletiniz) hoş bir ülke, Rabbi-niz de mağfireti bol bir Rab'dır.
Fakat onlar yüz çevirdiler. Biz de üzerlerine silip süpüren bir sel salıverdik ve o güzelim iki taraflı bahçelerini buruk yemişli turfalar ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan harab olmuş iki alana dönüştürdük.
İşte böylece inkarlarından ötürü onları cezalandırdık. Biz nankörlerden başkasına ceza verir miyiz? Onlarla kutlu kıldığımız (Hicaz, Filistin gibi) memleketler arasında (güzellikleriyle) göze çarpan sıra sıra şehirler var etmiş, aralarında kolayca seyahat etmeyi takdir buyurmuştuk da geceleri ve gündüzleri güven içinde gezin demiştik.
Buna karşı onlar (küstahça bazı isteklerde bulunarak):
- Ey Rabbimiz! (bulunduğumuz bu memleketle diğer ülkeler arasındaki mesafeleri uzat) yolculuk yaptığımız yerleri birbirinden uzaklaştır. Dediler ve (Allah'a karşı sarfettikleri bu edepsizce isteklerle) bizzat kendi kendilerine zulmettiler. Biz de onları (sonraki nesiller tarafından) ibretle anlatılan hikayelere konu ettik. (Başka yerlere göçe mecbur ederek) kendilerini dağıttık. Doğrusu bunlara verdiğimiz cezada çok sabırlı ve çok şükredenler için dersler vardır." [122]
Bu onların hakettiği ceza idi. Çünkü kraliçeleri Belkıs iman ettiği gibi onlar iman etmediler. Hz. Davud (as)'ın oğlu Hz.Süley-man (as)'in yaptığı çağrıyı kabul etmediler. Bilakis inatlarında ısrar ettiler ve bu suretle de bizzat kendi nefislerine zulmetmiş oldular ki Allah Teala onları bu sebeple, ahiretteki cezaya oranla daha basit sayılan bir cezaya çarptırdı.
Me'rib Barajının yıkılmasından sonra Yemenlilerin tümü ülkeyi terketmemişlerdi. Bazı azınlıklar birbirlerinden uzak ve dağınık halde kalakalmışlardı. Bu durum ülkede bir takım küçük emirliklerin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu emirliklerin her biri tarıma elverişli birer bölgede varlık gösterdiler. Bu sitelere Mahfed, yöneticilerine de Arapçada sahip demek olan Zu adı verildi. Sitelerden birkaç tanesi de aynı zamanda bir Zu'nun idaresi altına girebiliyordu. Bir tek kişi tarafından idare edilen böyle birkaç mahfedin oluşturduğu siteler topluluğuna Mihlaf, başındaki idareciye de Kayl denirdi. Dolayısıyla bu devirde Yemen birkaç Mihlafdan oluşmaktaydı. Sonradan kurulan devletin çekirdeği işte bu mihlaf-lardan oluştu. Nitekim Zıfar Bölgesinin adı yavaş yavaş duyulmaya başladı. Sebe' Devleti yıkılınca yerine işte bu Zıfar Devleti kuruldu. Sonraları Humeyr Devleti adım aldı. Bu devletin kralı: Sebe', Hadramut ve Zureydan Hükümdarı unvanıyla tanınırdı. Halbuki Maînîler zamanında sadece Melik (kral) unvanını taşırdı. Sebeiler döneminin başlarında ise bunlara Muknb denildi. Sonraları yine, (kral .demek olan) melik unvanıyla anılır oldular. Ancak Humeyr Devleti'nin son dönemlerinde krala Tebi' denildi.Bu kelimenin (Arapçada) çoğulu Tebabia'dır.
Yemenlilerin ticari faaliyetleri her dönemle gelişme kaydetti. Öyleki kuzeyde Suriye'ye kadar ulaştılar. Denizi aşarak Afrika ve Hindistan'a da geçtiler. Ancak Romalılar güçlenince ticareti ele geçirmek için Kızıl Denize hakim olmayı heves ettiler. Fakat Roma tarafından Mısır'ın başına getirilmiş olan Calos'a karşı Yemen'in direnmesi yüzünden bunu başaramadılar.
Me'rib Barajı'nm yıkılmasından sonra Yemen'de kalan kabileler şunlardı:
Muzhic, Kinde, Humeyr, Eş'arîler, Buceyle, Enmar ve sonraları Enmar kabilesinin devamı olan Hus'um.
Bu felaketin bir sonucu olarak Yemen'i terkeden kabileler ise şunlardır:
Ezd Kabilesi: Bunun bir kolu Oman taraflarına göç etti. Bunlar sonraları Oman Ezdleri olarak tanındılar. Bir diğer kolu ise Asır Dağlarına doğru yön tuttu. Bunlar da Şunu'a Ezdleri adını aldılar. Suriye'de yerleşen Gassanî'ler, Irak'ta yerleşen Benî Munzir (Mun-zir Oğullan), Yesrib (Medine)'de mekan tutan Evs ile Hazrec kabileleri ve zamanla Mekke'ye gelip buradaki Curhumîler'in yerini alan Benî Huzaa gibi topluluklar da Yemen'den göçüp dağılan kabileler arasında idiler.
Daha önceki devirlerde yahudilerden bazı kitleler, Filistin'den gelip Arap Yarımadasında bulunan Amaâlikalar'la savaşmış ortadan kaldırıp yerlerine Teyma, Fedek, Hayber, Vadi'I-Kurâ ve Yes-rib'de yerleşmişlerdi.
Gerek Babil Kralı Nabukodonssor, gerekse Romalılar devrinde olduğu gibi memleketlerinde başlarına bir olay geldiği ya da Allah'ın bir cezasına çarptırıldıkları zaman yahudiler, bu kasabalara kaçıp sığmıyorlardı. Hatta bunların bazısı Yemen'e kadar varıp krallarının sonuncusu olan Yusuf Zu-Newas'ı etkilemeyi, O'na Yahudiliği benimsetmeyi bile başarmıştı. Öyleki bu kral fanatik bir Yahudi oldu.
Hristiyanlığın yayılmış bulunduğu, ancak diğer memleketlerin tam tersine henüz hiç bir değişikliğe uğramadığı Necrân Bölgesine giderek buradaki halkı kendi dinine davet etti. Kabul etmediler. Bunun üzerine onları Uhdûd denen yerde ateşe vererek yaktı. Aralarından biri kurtulup Roma împaratoru'na baş vurarak aynı inancı paylaştıkları gerekçesiyle kendisinden, halkına imdat göndermesi talebinde bulundu. İmparator, kendisine yardımcı olmaları için O'nu Habeşistan'a yolladı. Hristiyanhk burada yayılmış ve halkın çoğu bu dine tabi olmuştu.
Habeşistan Necaşi'si'[123] Yedeğine Ebrehetü'l-Eşrarriı da yardımcı olarak verdiği Eryat komutasında yetmişbin kişilik bir orduyu Yemenlilerin üzerine gönderdi. Bu ordu Yemen'e girmeyi, Humeyr Devleti'ni ortadan kaldırıp Necran'ı Zu-Nevvas'dan kurtarmayı başardı. Eryat da Habeşistan tarafından Yemen'e kral tayin edildi. Ancak çok geçmeden Eryat, Ebrehetü'l-Eşram'la ihtilafa düştü. Fakat Ebrehe hasmını yenip ortadan kaldırdı. Böylece Habeşistan'ın rakipsiz hükümdarı oldu. Tabi Habeş kralının bu değişikliği tanımaktan başka çaresi de yoktu.
Ebrehe San'a da büyük bir kilise inşa ettirip ona El-Kuleys adını verdi. Bu kiliseyi yapmakla aslında Arapların dikkatini çekerek Mekke'deki Kabe yerine onların burada toplanmalarını gaye edinmisti. Fakat bunu başaramadı. Bu sebeple de Arapların hac yapmak üzere El-Kuleys'de toplanmak mecburiyetinde kalmaları için ordusuyla birlikte Kabe'yi yıkmaya gitti,. Yolda karşısında durmak isteyen kabileleri yene yene Taif şehrine kadar ulaştı. Burada Benî Sakıyf Kabilesi kendisini karşıladılar. Ebu Ruğal adında birini, yolda kendisine rehberlik etmek üzere ordusunun önüne kattılar. Ancak Allah Teala onların üzerine Ebabil kuşlarını musallat etti.
Allah (cc) bu hadiseyi şöyle haber vermektedir:
("Ey Resulüm! Kabe'yi yıkmaya gelen) Fil sahiplerine (Fillerle teçhiz edilmiş Ebrehe ordusuna) Rabbinin ne ettiğini görmedin mi? Onların hilelerini boşa çıkarmadık mı?
Onların üzerine pişmiş çamurdan taşlar atan sürü halinde kuşlar göndermedik (musallat etmedik) mi?
Derken Rabbin onları (böcekler tarafından kemirilip doğranmış) ekin haline getirdi. [124]
Böylece Ebrehe ve askerlerinin çoğu helak olup öldüler. O'ndan sonra yerine Yemen'de oğlu Yeksûm, daha sonra da Yek-sûm'un kardeşi Masrûk bin Ebrehe geçti. Bunlardan sonra da Ha-beşlilere karşı Roma'dan yardım isteyen Yusuf bin Ziyezen idareyi ele aldı. Yusuf b. Ziyezen, Perslerin Hıyra üzerindeki temsilcileri olan Numan bin El-Munzir'e gitti. O da kendisini Pers İmparatoruna gönderdi. Pers imparatoru O'nu destekledi. Böylece Habeşli-lere karşı üstünlük kazandı ve Ebrehe oğlu Masrûk'u da öldürerek Habeşistan'ın Yemen üzerindeki yetmiş iki yıllık egemenliğine son verip ülkesinin idaresini yeniden ele almış oldu.
Bu kez Yemen'de Perslerin hakimiyeti başladı ve Resulullah (sav)'in peygamber oluşuna kadar da devam etti. Bu dönemde Perslerin Yemen Valisi, Bâzân adında biriydi. Bu zat erkamyla birlikte İslam dinini kabul etmiştir. (Me'rib selinden sonra) gerek Yemen'de kalanların, gerekse göç edenlerin hepsi El-Arab'ul-Aribeh (katıksız, halis arap) olarak tanınmışlardır. Çünkü bunlar araplaraslı ve ilk Arapça konuşanlardır. Soy olarak Hz. Nuh (as)'m oğlu Şâirim neslinden üreyen Ad oğlu Kahtân'a dayanırlar.
Müsta'reb (sonradan asimile olmuş ve Araplaşmış) olanlara gelince, bunlar Hz. İbrahim Halilullah'ın oğlu Hz.İsmail (as)'in soyundan gelenlerdir. Çünkü Hz. İsmail (as) Curhum kabilesiyle komşu oluncaya kadar Arapça konuşmuyordu. Onlarla akrabalık kurup onlardan Arapçayı öğrendi. Hz. İsmail (as) vefat ettikten sonra yerine oğlu Nabit geçti. (Mekke ve civan O'nun idaresi altındaydı.) Sonraları Curhumîler üstünlük elde edip Mekke'ye hakim oldular. Allah'ın gösterdiği doğru yoldan sapıncaya kadar da işbaşında kaldılar. Öyle ki bir zaman geldi bunların devrinde Mes-cid'ül-Haram'ın içinde fuhuş yapmaya bile cüret edildi. Esaf adında bir adam Naile adında bir kadınla bu kutsal mekanda zina etti. Allah'ın cezasına derhal çarpıldılar.
Halk ibret alsın diye ikisinin heykelleri konmuştu. Ne tuhaftır ki devirler sonra insanlar bu kez işte bu heykellere tapar oldular. Gerek akrabalıktan sebep gerekse Beytullah'a karşı duyulan saygıdan dolayı hiç bir zaman Curhum Kabilesi ile Hz. İsmail'in soyundan gelenler arasında -sayıları bir hayli kabarık olmasına rağmen-kavga çıkmamıştır.
Meşhur El-Arim sel baskınından sonra Huzaa Kabilesi de Ye-meriden gelip Mekke civarında yerleştiler.
Bu sıralarda Curhum Kabilesi azıtınca Huzaa Kabilesi ona
karşı cephe aldı. İsmailoğulları ise tarafsız kaldılar. Sonra Huzaa Kabilesi, Curhumî'lere karşı üstünlük elde ettiler ve Mekke'den onları kovdular. Curhumî'ler yeniden Yemerie dönerken Mekke'ye de artık Huzaî'ler egemen oldular. Bunların devrinde putlara tapma geleneği bu memlekete girdi.
Anlatıldığı üzere bu kabilenin liderlerinden Amr Bin Liha El-Huzâî adında biri Mekke'den Şam'a bir yolculuğa çıkar.
El-Balka yöresindeki Mevaib mevkiine varınca orada Âmâlıklardan bir topluluğun birtakım putlara ibadet etmekte olduklarım görür. Onlara:
- Tapmakta olduğunuzu gördüğüm bu putlar nedir acaba, diye sorar.
Onlar da şu cevabı verirler:
- Bunlar, ibadet ettiğimiz birtakım putlardır. Onlardan yağmur isteriz bize yağmur verirler; düşmanlarımıza karşı zafer isteriz, bize zafer kazandırırlar. Bunun üzerine Amr b. Liha onlara:
-Peki bana da bu putlardan bir tane vermez misiniz? Bari Arap ülkesine götüreyim onlar da tapsınlar, diye istekte bulunur. Bunun üzerine Ona, Hubel adım verdikleri bir put verirler. O da bu putu Mekke'ye getirip diker ve halkı ona ibadet etmeye ve saygı göstermeye çağırır.
Ayrıca anlatılmaktadır ki: Kabe ve civarının koruyuculuğundan îsmailoğulları uzaklaştırılmıştı. Onlar da Mekke'den ayrılırken -Belki vatan sevgisinden olacak- yanlarına bir kaya parçası alarak götürdüler. Bir yerde konakladıkları zaman bu taşı orta yere kor-Kabe'nin bir parçasıdır niyetiyle-tavaf eder gibi etrafında tur atarlardı. Bu geleneğin daha da saptırılmasından sonra sembol ve putlara tapıcılık da yaygınlaştı ve böylece Hz. ibrahim (as)'m tevhid dini zamanla değiştirilmiş oldu. O dinin izlerinden sadece Kabe'ye karşı saygı, Tavaf, Hac, Ömre, Kurban ile Hac ve Umre için telbiye-de bulunmak gibi şeyler geride kaldı.
Zamanla İsrailoğuIIarı çoğaldılar. Bunlardan Benî Kinane Kabilesi Mekke'nin batısında ve güneybatısında denize yakın bir bölgeye yerleşmişlerdi. Kureyş Kabilesi bunun bir koludur.
Kureyş'in kendisi: Kinane oğlu, Nadr oğlu, Malik oğlu Fehr'dir. Aynı zamanda Hz. Muhammed (sav)'in dördüncü atası olan, Kureyş Kabilesi'nin ileri gelenlerinden Kilâb oğlu Kusay, Huzaa Kabilesini Mekkeden çıkarmayı ve onların yerine liderliği elde etmeyi başarabilmişti. Kendisi o sıralarda, aynı zamanda Kureyş Kabilesi'nin de efendisiydi. Kusay'm epeyce erkek çocukları vardı. Bunların en tanınmışları Abdimenaf tır. Onun da Haşim, Muttalib, Ab-dişems ve Nevfel adında oğulları vardı, liderliği aralarında paylaşıyorlardı.
Bu arada Abdişems'in oğlu Umeyye Amcası Haşim'le siyasi rekabete girmişti.
Bilindiği üzere Haşim'in Abdulmuttalib adındaki oğlu, Ebrehe Mekke'ye saldırdığı sırada Mekke'nin lideriydi. Ebrehe komutasındaki Habeş ordusuna karşı koyamayacağım anlayınca Mekke'nin dışına çıkarak:
- Kabe'yi koruyacak sahibi vardır, demişti.
Gerçekten Allah Teala Habeşlerin hileleriyle bizzat kendilerini cezalandırmış- daha önce de anlattığımız gibi- Ebabil kuşları vasıtasıyla onları mahvetmişti. Bu oîaym geçtiği yıl artık Fil Yılı olarak anıldı. Çünkü Komutan Ebrehe kocaman bir file binerek gelmişti. İnsanlık aleminin efendisi Abdulmuttalib oğlu Abdullah oğlu Hz. Muhammed (sav) de işte bu yılda Hicretten elliiki sene Önce dünyaya şeref verdi.
Hz. İsmail (as)'in soyundan gelenler çeşitli yörelere dağılmışlardı. Onlardan Fehr'in (yani Kureyş'in) soyundan gelenler Kureyş Kabilesi'n den, Soyca îsmailoğulları arasında O'na dayanmayanlar ise Müsta'reb (sonradan Araplaşmış) veya Adnanîler'den sayılırlardı. Bu müsta'reb kabilelerin en meşhurları şunlardır:
Bahreynde yerleşik bulunan AbdüTkays Kabilesi, Yemame'de bulunan BenîHanife Kabilesi, Fırat Ceziresi'nde[125] bulunan Benî Tağlib Kabilesi, Necid'de bulunan, Abs, Şeyban ve Gatfan kabileleri, Mekke'nin doğusunda ve kuzeyinde bulunan Sakıyf, Selim ve Hevazin kabileleri, Sahil üzerinde bulunan Ğıfâr, Cuheyne, Bella ve Tenûh Kabileleri ile Medine civarında bulunan Eşca' ve Fezza-ra Kabileleri.
Puta tapıcılık Arap memleketlerinin birçok yerlerine yayılmıştı. Bu putlardan Devmetu'l-Cendel mevkiinde bulunan Vud, Benî Kelb ve Benî Kudâa kabilelerine, Yaûk adındaki put, Taifte bulunan Muzhic Kabilesi'ne aitti. Nesir putu Yemen'de bulunuyordu. Buna Humeyr Kabilesi tapıyordu. Bu put bir kuşu sembolize ediyordu. Keza Yemen'de Yeğûs adında bir put daha vardı ki buna da Hemdân Kabilesi ibadet ediyordu.
Şu halde Arap memleketlerindeki halka, Hz. Muhammed (sav) den önce çok az sayıda peygamber gelmiştir. Bunlar:
Hicretten yaklaşık 4600 yıl önce El-Ahkaf daki Ad Kabilesine gönderilmiş olan Hud (as), Hicretten yaklaşık 4400 yıl önce Vadi'I-Kurâ'da Semûd Kabilesine gönderilmiş bulunan Salih (as), Hicretten yaklaşık 3400 yıl önce Medyen halkına gönderilmiş bulunan Şuayb (as) ve yine Hicretten yaklaşık 3800 yıl önce Mekke'deki Curhum Kabilesine gönderilmiş bulunan İsmail (as) dır.
Böylece Arap Yarımadasının Hicretten 3400 yıl Önce gönderilmiş bulunan Şuayb (as) dan sonra Hz. Muhammed (sav) in, Hicretten 13 yıl önce peygamber olduğu tarihe kadar 3400 yıldan fazla peygambersiz kaldığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle Hz.Muham-med'in gelişi uzun bir fetret devresinden sonraya rastlamaktadır.
Bu devre içerisinde insanlar daha önceki peygamberler vasıtasıyla bildirilmiş olan ilahi emir ve yasakların bir çoğunu değiştirmiş, yerlerine başka şeyler koymuş, şirke sapmış ve putlara ibadet eder olmuşlardı. Bu insan kitleleri Allah'ın yasakladığı suçları işliyor, çirkin fiillerde bulunuyor, gerek kendi nefislerine, gerekse başkalarına zulmediyorlardı.
Bu memleketlerde yayılmış bulunan Hristiyanhk ve Yahudiliğin de artık hiç bir yapıcı rolü kalmamıştı. Çünkü bu dinlerin mensupları Allah tarafından gönderildikleri ilk saf ve temiz hüviyetinden bu dinleri değiştirmek suretiyle uzaklaştirmış, heva ve heveslerine uymuşlardı. İş ve eylemleri, birlikte yaşadıkları müşriklerin-kinden daha iyi değildi. Üstelik bunların icra ettikleri dini törenler ve ibadetler birçok yönleriyle adeta müşriklerinkine benziyor onlarla tıpatıp uyuşuyordu. Bununla birlikte aynen müşrikler gibi Yahudi ve Hristiyanlar da cahil idiler, onlar gibi birtakım hurafe ve efsanelere inanıyorlardı. ,; r-
Bu arada, Hz. Peygamberin gelişinden çok kısa bir süre Önce oralardaki halkın yaşantısından bazı kesitlere son derece özetle ışık tutmaya çalışabiliriz:
Halkın çoğu çöllerde çobanlıkla geçiniyor ve göçebe bir hayat sürüyordu. Bu sebeple de devamlı olarak su ve otlak arayışı içinde idiler. Dolayısıyla belli bir mekan tutup istikrara kavuşmak ve rahatlamak için imkanları yoktu. Peşinde oldukları şeyi buldukları her yerde hemen çadırlarını kuruyor, bu arada benzer başka bir yer daha aramaya koyuluyorlardı. Bu sebeple su ve otlak bulunan veya bulunabildiği haber alman yörelerden biri üzerinde çok kere kabileler arası kavgalar çıkardı. Aslında her kabilenin konakladığı belli yerler ve sınırlı yöreler vardı. Kabileler arasında bazan savaşlar çıkar ve genellikle çok basit sebeplere dayanan bu savaşlar yıllar boyu devam ederdi. Bu kabilelerin hayat mücadelesi koyun beslemek ve bundan elde ettikleri süt, et ve yün gibi ürünlerin üzerinde kuruluydu. Mesken olarak da konakladıkları zaman çok kolay kurabildikleri ve göçtükleri zaman da yine çok kolay sökebildikleri çadırlardan ibaretti.
Suyun bulunduğu yerde bir Vaha oluşuverirdi. Bununla birlikte tarımsal faaliyetler de kendini göstermeye başlardı ve o yörede bir belde meydana gelirdi. Genelde zirai faaliyetlerde köleler çalıştırılırlardı. Çünkü halk zıraatle uğraşmaya tenezzül etmez.tarımla uğraşmak (o devirdeki anlayışla) zayıf bilinen kadın ve kölelerin ancak meşgaleleri arasında sayarlardı. Kendi meşguliyetleri ise hayvanların peşinde bölgeden bölgeye intikal etmek ve savaşla uğraşmaktan ibaretti.
Bir belde inşa edildiği zaman binalar, tabiatın o bölgede cömertçe verebildiği maddelerden yapılırdı. Bu binalar bazan taştan, bazan da Yesrib, Taif, Hicr ve diğer başka beldelerde olduğu gibi çamurdan inşa edilirdi. Bu şekilde, sahranın kenarlarına düşen bölgelerde, gerek göçebe, gerekse yerleşik halkın birbirleriyle ticari ilişkiler kurdukları pazarların oluşması sebebiyle bir takım şehirler meydana geldi. İşte bu gelişmenin bir sonucu olarak sahranın kenar bölgelerinde birer ticaret merkezi olarak ünlenen Mekke, Yesrib, Devmetü'I-Cendel ve daha başka şehirler kuruldu.
Bu şehirlerde yapılan ticaretler zamanla gelişerek Arap yarımadasının dışına da taştı. Mekke'liler yazın Şam'a kışın da Yemen'e kadar varıyor ticaret yapıyorlardı. Devmetü'l-Cendel'de daimi bir ticaret merkezi vardı. O bakımdan bu şehirler ticaret kafilelerinin uğrağı haline gelmişti. Aynı zamanda belli mevsimlerde kurulan fuarlar da vardı ki bunların en ünlülerinden biri de hac mevsiminde kurulan Ukaz Panayırı idi.
Her kabilenin mensupları kendi halkıyla övünüyor, onları savunuyordu. Kabile tek bir kitle sayılırdı. Bu sebeple diyet ödemek gerektiğinde hep birlikte buna katılırlardı. Fertlerinden birine bir fenalık yapıldığı zaman, kabile topyekûn onun öcünü almak için mücadele verirdi. Kabilede kişi, verilen kararları dinler ve itaat ederdi. Uymadığı takdirde ise kabile onu dışlardı. Bu suretle de yalnızlığa terk edilmiş sayılırdı. Böyle bir kimse bazı hallerde başka bir kabileye doğru yol tutar, gider onlarla anlaşır ve o kabilenin bir çeşit ikinci sınıf vatandaşı olurdu.
Bir kabile, bazı durumlarda, ya aralarında bulunan kan bağı veya herhangi bir çıkar sebebiyle diğer bir kabile ile, üçüncü bir kabile aleyhinde anlaşırdı.
Kabilenin dışladığı kişi bazen de başka bir kabileye sığınmaz buna mukabil {yaşamını devam ettirebilmek için) kervanlara katılır, kendisine ait olmayan sofralara davetsiz konar, bu şekilde geçinmeye bakardı ki böylelerine Sa'lûk (sığıntı, çapulcu) denirdi. Sığındı durumuna düşmüş bir kimse bazen meydana gelen kabileler arası çatışmalarda yağmaya başvurur, bazen de birinin kendisine yapacağı bir ihsanla geçinmeye çalışırdı. Çünkü böylesi kimse çok kere güçsüz, aciz, çocuk ya da kadın olduğu için kendi ihtiyaçlarım karşılayacak durumda değildi.
Kabileler arasındaki asalet davasının bir sonucu olarak Neseb Bilgisi (Soy Bilimi) ortaya çıktı. Keza her kabilenin içinde, o kabilenin kahramanlık destanlarını, soyluluğunu ve erdemlerini manzum olarak dile getiren ve bundan gurur duyan bir şairi ile, siyasi karşılaşmalarda hararetli sözleriyle kabilenin haklarını savunan bir de hatibi yetişti. Bu sebeple o devirlerde edebiyatın bariz bir rolü vardı. İnsanların vicdan ve hissiyatı üzerinde etkiler uyandırdığı konusunda oy birliğine varılmış ünlü kasideler Kabe'nin duvarlarına asıldı ve bunlar Muallakât adı altında tanındı.
Yegane geçim kaynaklan olan hayvanlarının peşisıra göçüp konurlarken gece yolculuğu sırasında yollarını bulmaya yardımcı olması için yıldızları gözlemek de bu kabilelerin hayat gerçekleri arasına girdi. Aynı zamanda onları gece sohbetleri esnasında aydınlatan ay'dan da çok etkilendiler.
Belki de bu sebepledir ki onları şiddetli harareti ile gün boyu çadırlarının içinde kalmaya mecbur ettiği için güneşi değil, ayı takvimleri için esas aldılar.
Bazı yıldızlara: Ferkadân (ikizler), Süreyya, Zühre ve Utârid (Mercury) gibi, günümüze kadar kullanılmakta olan isimler verdiler. Keza genel yaşamları içinde geçmişi araştırmanın ve eskilerden kalma eserler hakkında bilgi edinmenin çok büyük rolü vardı.
Gerek içinde yaşadıkları çevre şartları gerekse hayvanlarına otlak ve su bulmak amacıyla sürdürdükleri göçebe hayatın, yağmura sebep olan ve olmayan bulutları birbirinden ayırmak ve günümüzde meteoroloji olarak bilinen isabetli hava tahminleri yapmak gibi maharetler kazandıran etkileri olmuştur.
Aynı zamanda otlarla başarılı tedavi usulleri bulmuşlardır. Kahin dedikleri hekimin, kabilenin, sosyal hayatında, hastaların tedavisinde olduğu kadar astroloji ve kehanet konularında da etkileri vardı.
Toplum yapısına gelince, o devirde halk sınıflara ayrılmış bulunuyordu. Bunların başında kabile şeyhleri gelirdi.Çünkü her kabilenin bir şeyhi vardı. Halk onun görüşünün dışına çıkmazdı. Başkalarına nazaran bölgenin coğrafi yapısını ve kabilelerin soylarını çok daha iyi bilen çoğunluğunu yaşlıların meydana getirdiği kabile ileri gelenlerinden oluşan bir meclisle de kabile şeyhine yardımcı olunurdu. Kabilelere göre durum böyleydi.
Şehirlerde yaşayan topluluklara gelince, mevcut sınıfların başında zenginler, büyük sermayeleriyle köle ticareti yapan bu suret- le de çevrelerinde daima büyük ağırlık ve nüfuza sahip bulunan tüccarlar gelirdi. Bunlara ek olarak büyük sayılarda çocuk ve kardeşlerden oluşan kalabalık bir sülaleye sahip bulunup bu sayede ağırlıklarını koyabilen, sözlerinin geçerli olmasını sağlayan ve biri kendilerine karşı çıktığı zaman onu, zor kullanarak gözdağı verip susturan güçlüler vardı. Dolayısıyla bunlardan çekinildiği için otorite hep bu sınıfların elinde olurdu.
Mekke'ye mahsus olarak bu sınıflara ilaveten bir de Sedene-tu'1-Beyti'l-Harâm (Kabe'nin hizmetini üstlenenler), giriş-çıkışlarım kontrol edenler ve Kureyş Kabilesinin sancağını taşıyanlar da vardı.
Kabe giriş-çıkışlarının kontrolü, genel hizmetleri ve sancağın korunması gibi (liderlik) hizmetlerini, Kureyş Kabilesi'nin efendisi olan Kusay bin Kilab organize ediyordu. Huzâa Kabilesi'nden Mekke liderliğini aldıktan sonra bu işleri üstlendi. Rifâde ve Sika-ye denilen, hacıları yedirip içirme hizmetlerim de o başlatmış, Da-ru'n-Nedve adıyla bilinen danışma meclisini yine o kurmuştu.
Kusay'ın yaşı ilerleyince bu işleri en büyük oğlu olan Abdu'd-Dâr'a bıraktı. Ancak babaları öldükten sonra çocukları liderlik kavgalarıyla birbirlerine düştüler. Bu yüzden Kureyş Kabilesi ikiye ayrıldı.
Sonra Hac hizmetlerinin Abdimenaf tarafından deruhte edilmesi, güvenlik hizmetleri, sancağın korunması ve Dâru'n-Ned-ve'nin idaresinin ise Abdu'd-Dâr tarafından yürütülmesi konusunda anlaştılar. Bu yönetim İslâm'ın zuhuruna kadar devam etti.
Kureyş Kabilesi kendim daima bütün Araplardan üstün kabul ediyordu. Öyle ki: Kureyşliler Hac mevsiminde Müzdelife'de vakfeye duruyor, geriye kalan bütün Araplar ise Arafat'da vakfeye duruyorlardı. Keza Kureyş'liler diğer Arapları Hac mevsiminde özel tektip bir elbise giymeye ya da kendilerinden ödünç almaya mecbur tutuyor, aksi halde Kabe'yi çıplak olarak tavaf etmeye onları zorluyorlardı.
Aynı şekilde bu gelenek de İslam dini gelip de yürürlükten kaldırılıncaya kadar devam etti.
Kureyş'lilerin dışında kalan toplumun diğer kesimleri ikinci sınıf vatandaş sayılırlardı. Ancak Allah Teala birine mal ve zenginlik verip de güçlendirdiği veya sonradan birçok köle satın alarak ya da kendini koruyabilecek herhangi bir güce kavuştuğu zaman durum o kişinin lehinde değişiyordu.
Öyle bir ortam vardı ki güçsüz kimseler yoksulluk korkusuyla kendi çocuklarını öldürüyor, kızlarını namus kaygısıyla diri diri toprağa gömüyorlardı.
Hemen her yerde büyük sayılarda bulunan köle ve cariyeler de bunlar gibiydiler. Ekonomik hayat bunların omuzlan üzerinde yürüyordu. Develeri ve koyunları sağanlar, vahalarda oturuyorlarsa buraları ekip biçenler, ileri gelenlerden birinin denetimi altında hayvanları otlaklarda güdenler, liderlerden birinin yönettiği ticaret kervanlarında kafilelere ayak hizmetleri yapanlar hep bunlardı. Bazen de bunlar, mesela demircilik gibi meslekler icra ederek geçinirlerdi.
Araplardan hiçbir kimse sanatkarlık gibi bir meslekte çalışmaya tenezzül etmezdi. O bakımdan bu gibi işleri kölelere bırakıyorlardı. Bu durum da İslam dini zuhur edinceye kadar devam etti.
Çok az durumlar hariç, toplumda kadının bulunduğu seviye öyle aşağı idi ki bu seviyede ona insan derecesinde bile bakılmazdı. Öyle ki tıpkı mal gibi kullanılırdı. Fuhuş ve ahlaksızlık, ister eski çağlardaki, ister modern çağdaki örneklerinde olduğu gibi tüm cahili toplumlardakine benzer çeşitli şekilleriyle yaygındı. Müminlerin anası Hz. Aişe (ra) şöyle anlatır:
"Cahîliyet döneminde dört çeşit evlilik vardı:
Bunlardan biri günümüzdeki gibiydi, evlenecek olan kimse gider, birinden kızını ya da velisi bulunduğu kızı ister, bir mehir öder sonra da onu nikahlardı.
Bir diğer evlilik şekli ise şöyle idi:
Evli kadın aylık âdetini görüp temizlendikten sonra kocası ona: ;
- Haydi! Filancaya haber yolla da ondan dölünü al, derdi. Bundan sonra artık kocası ona -ilişkide bulunduğu adamdan hamile kaldığı belli oluncaya kadar- dokunmazdı. Hamilelik durumu belli olduktan sonra ancak karısıyla yeniden ilişki kurardı. Koca, heves ettiği tipte ve fizik güzellikte veya soyca asil bir çocuğa sahip olmak için bu yola başvururdu.
Bir diğer nikah (evlilik) şekli de şöyle idi:
On kişiden daha az bir grup erkek toplanır, bir kadınla ilişkide bulunurlardı. Kadın hamile kalıp doğum yaptıktan ve doğumun üzerinden bir kaç gün geçtikten sonra haber gönderir bu adamları çağırırdı. Onlardan hiç biri gelmemezlik edemezdi. Adamlar gelip toplandıktan sonra kadın onlara şöyle derdi:
- Yaptığınız işin sonucunu görmüş bulunuyorsunuz ve Sen, ey Filanca! Bu çocuk senindir. Kimi seviyorsan ona adını verebilirsin. Anne böylece çocuğu babasına ilhak ederdi. Adam da bunu reddemezdi.
Dördüncü çeşit kadm-erkek ilişkisi ise şöyle idi:
Erkeklerden birçok kimse toplanır kadının evine giderlerdi. Böyle bir kadın gelen hiç kimseden çekinmezdi (kimseyi reddet-mezdi.) Bu tip kadınlar fahişe idiler. Kapılarının üzerine de, işaret olsun diye bayrak asarlardı. İsteyen içeri girerdi. Bu kadınlardan biri hamile kalıp doğum yaptıktan sonra onunla ilişkide bulunan bütün erkekler kadının evinde toplanır, çocuğun kime ait olduğunu teşhis etmek üzere de Kâfe denilen soybilimcilerden birini davet ederlerdi. Çocuğun kime ait olduğu teşhis edilince, babası diye kabul edilen kimseye teslim edilir, o da çocuğu almak zorunda kalırdı."
îçki ve kumar toplumun yaygın ve iftihar edilen adetlerinden biri haline gelmişti. Birlikte içki içmek için birçok insan bir araya toplanırlardı. Kadehler dolaştırılır, kafalar döner sarhoş olurdu.
Bu durum da islam dini gelip yâsalclaymcaya kadar böylece devametti
Cahiliyet toplumunun insanları cimrilik ya da en azından, "eli-açık olmamak"la vasıflandırılmak korkusuyla çok kere israf sınırlarına varan ve kişiyi yoksulluğa mahkûm eden cömertlik konusunda birbirlerine karşı iftihar yarışı içindeydiler. Bu gelenek de îslam dini gelip israfı yasaklayıncaya kadar devam edip gitti.
Kabileler arasında, başka bir kabilenin aleyhinde birleşmek suretiyle savaşlar çıkardı. Cahiliyet Arapları döneminde cereyan etmiş en meşhur savaş olayları bizzat Adnânî Kabileleri arasında veya Adnâniler'le Kahtâniler arasında uzun süre devam eden ve tarihte Eyyâmu'I-Arab (Arapların Meşhur Günleri) adıyla bilinen hadiselerdir. Bazen bu kanlı çatışmalar aynı kabilenin iki ayrı kolu arasında bile çıkardı. Abs ile Zübyan ve Bekr ile Tağlib arasında çıkan harpler gibi...
Bu savaşların en meşhurları şunlardır:
1- FÎCAR SAVAŞI: Bu savaş, bir cephesinde Kays Kabilesi'nin, diğer cephesinde ise Kinâne ve Kureyş'in bulunduğu kabileler arasında meydana gelmiştir. Bu savaşa, HaramAylar'daa [126] meyda-na geldiği için Ficâr [127] adı verilmiştir.
2- DAHİS ve GABRA GÜNÜ: Bu savaş, bir yandan Abs, diğer yandan Zübyân ve Fezzara kabileleri arasında cereyan etmiştir.
3 - BUAS GÜNÜ: Yesrib'de Evs ve Hazrec kabileleri arasında meydana gelmiştir.
4- BESUS SAVAŞI: Bu savaş ise Bekr ile Tağlib kabileleri arasında cerayan etmiştir.
İşte bu toplum, elinden tutup onu hayırlı bir istikamete yöneltecek ve doğru yola eriştirecek bir peygambere muhtaç idi.
Bununla beraber cahiliyetin heva ve hevesiyle oyuncak olup korkunç bir duruma düşmüş tüm insanlık dünyasının, kendini yeniden doğru yola sokacak bir peygambere ayrıca genelde bir ihtiyaç vardı. Çünkü Semavi Dinler tahrif edilmiş (değiştirilerek gerçek şekillerinden uzaklaştırılmış), keza ilahi kitaplar değişikliğe uğratılmıştı. Bu kitaplara sonradan geçirilen öğretiler artık Allah'ın şaşmaz ve âdil emir ve yasaklarını değil, bilakis bunları heveslerine göre bu kitaplara koyma cür'etini gösterenlerin sakat ve sapık görüşlerini yansıtıyordu. Bu yeni ilahi mesajın artık bütün insanlığa hitap etmesi ve önceki mesajları yürürlükten kaldırması gerekiyordu.
İşte bu mesaj, nihayet Abdullah Oğlu Hz. Muhammed (sav)'de Allah (cc) tarafından gönderilerek insanlık alemine bildirildi.
Bu konu ile ilgili ayrıntıları Allah'ın izniyle bundan sonra işleyeceğiz. [128]
[1] CERH ve TADİL bir Hadis Usulü Terimidir.
Cerh: Uzmanlık derecesindeki bir hadis aliminin Hz. Peygamber'e ait sözleri nakleden bir kimsenin ahlak ve davranışlarında bulunabilecek şüpheli bir durum sebebiyle o kimsenin rivayet ettiği hadisi veya hadisleri reddetmesine denir. Tadil ise, hadis rivayet eden kimseyi doğrulukla vasıflandırmaktır. (Mütercim)
[2] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/15-25.
[3] Enbiya Suresi, Ayet: 92
[4] Günümüzde bu tanımlamalar konusunda İslam diyarı veya küfür diyarı için fıkıh ahkamı ile ilgili olarak uygulanacak bir durum mevcut değildir. Çünkü birinci taraf (Yani islam devlet statüsüne sahip herhangi bir ülke) dünya üzerinde mevcut değildir.
Buna mukabil taraflar arasında (Yani islam Ülkesi havasında olan bölgelerle küfür diyarı arasında) ilişkiler devam etmektedir. Halbuki taraflardan biri mevcut olmadığı zaman islam kanunlarının ikinci taraf için uygulanması da kendiliğinden ortadan kalkar
[5] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/27-34.
[6] Bakara Suresi, Ayet: 30
[7] Rum Suresi, Ayet: 21
[8] Ali Imran Suresi, Ayet: 59-60
[9] Tin Suresi, Ayet: 4
[11] Araf Suresi, Ayet: 19-23
[12] Araf Suresi, Ayet: 26
[13] Isra Suresi, Ayet: 15
[14] TeVhid: Allah'ı birlemek, Allah'ın tek, bir, eşsiz, ölümsüz, ebedi ve ezeli olduğuna inanmak demektir. (Mütercim)
[15] Yazar bu cemaattan Dürzüleri kastetmektedir. (Mütercim)
[16] Yazarın burada da işaret etmekte olduğu kitle Hristiyanlardır. (Mütercim)
[17] Yazar Kur'an-ı Kerim'de Ali Imran Suresi'nin 75 inci Ayet-i Kerime'sin-den ilham alarak bu ifadeyi kullanmıştır. Sözkonusu Ayette Yahudilerin (nıe-alen): "Cahil Arapların malını almakla bize günah ve sorumluluk yoktur" dediklerinden bahsedilmektedir. (Mütercim
[18] Sözkonusu topluluk Yahudilerdir. (Mütercim)
[19] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/35-46..
[20] Avrupa, Amerika Avustralya gibi... (Mütercim)
[21] Ğafır Suresi, Ayet: 23-25
[22] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere. c. 1, s. 144-145, Çağrı Yay., istanbul, 1994
[23] Semavi kitaplarla indirilen şeriatlerin dışında, insanların kendi görüş, düşünüş ve ölçüleriyle koydukları kanunlar beşeri kanunlardır ki bu yasalar eskimeye, değişmeye ve geçerliliklerini zamanla kaybetmeye mahkumdur. (Mütercim)
[24] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/47-53.
[25] Rafideyn Bölgesi tarihte Mesopotamie (Mezopotamya) olarak bilinen bölgedir
[26] Hud Suresi, Ayet: 32-33
[27] Nuh Suresi, Ayet: 26-27
[28] Hud Suresi, Ayet: 36-39
[29] Yani Allah'ın bir, Putların ve onlara tapmanın ise batıl olduğunu ifade eden kimseyi delilikle suçlarlar. Günümüzde de aynı sapıklıklar sürmektedir. Bu modern çağda, teknoloji ve feza çağında bile heykellerin önünde saygı duruşu göstermeyen nice müminler Devlet Güvenlik Mahkemelerinde süründürülmüş, alay konusu haline getirilmişlerdir! {Mütercim)
[30] Enbiya Suresi, Ayet: 51-70
[31] En'am Suresi, Ayet: 74-79
[32] Bakara Suresi, Ayet: 258
[33] Meryem Suresi, Ayet: 41-48
[34] Harran, bugünkü Urfa vilayetine bağlı Akçakale ilçesinin bir köyüdür. Tarihin muhtelif devirlerinde önemli bir şehirdi. Özellikle İslam tarihinin ilk dönemlerinde bir ilim merkezi haline geldi
[35] Beyt'ül-Makdis, Kuds (Kudüs) ün arapçadaki adıdır. Zaman zaman Mescid'ül Aksa anlamında kullanıldığı da vakidir
[36] Dımışk, (Damas veya Damascus) Şam'ın batılılara ait tarihi literatürlerde geçen adıdır. (Mütercim)
[37] En'am Suresi, Ayet: 129
[38] Saffat Suresi, Ayet: 139-148
[39] Enbiya Suresi, Ayet: 87
[40] Yunus Suresi, Ayet: 98
[41] Arap tarihlerinde Keldaniler olarak geçen millet, büyük ihtimalle Babil-liler ya da Batılıların Kaideliler dedikleri millettir
[42] İslam kaynaklarında Buhtunassar olarak geçen bu isim, Yahudi ve Hris-tiyan literatürlerinde Nabukodonosor şeklinde geçmektedir. (Mütercim)
[43] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/55-70.
[44] Şam Memleketleri'nden genel anlamda Suriye kastedilmektedir. Günümüzde ise Türkiye'de bu isim, Suriye'nin başkenti olan Dımışk'a verilmektedir.
[45] Seniyye Tepe, engebe demektir. Bundan, Safa veya Merve tepecikleri
kastedilmiş olabilir. (Mütercim)
[46] İbrahim Suresi, Ayet: 37
[47] Halk dilinde "Oğlancılık" ya da eşcinsellik denen bu çirkin fiil, literatürlerde Lûtîlik veya "Fi'l-i Livâta" diye geçer. Lûti, bu fiili işleyen kimseye denir. Lû-tî: Lût'a mensup, anlamına gelmekle beraber, esasen Hz. Lût'a baş kaldırmış kavme benzeyen, manasında kullanılır. (Mütercim)
[48] A'raf Suresi, Ayet: 80-84
[49] Hud Suresi, Ayet: 69-83
[50] Beytlaham (Bethleem): Kudüs'ün 8 km. güneyinde bir köydür. Hz. Isa (a.s.) da burada dünyaya gelmiştir. (Mütercim)
[51] O devirde Mısır'da vezirlere Aziz denildiği sanılmaktadır
[52] Kıpt Milleti Mısır'ın eski yerlileri'di r. Kibt {veya Kopt) kelimesi Batı dillerinde: Egypt (I'cipt), Egypte (Ejipt) olarak geçer. Ancak bununla Mısır'ın halkı değil Mısır'ın kendisi kastedilir. Kıpt'lar esmer oldukları için Türkiye'de eskiden beri bir benzetme ilgisi ile çingenelere Kıptî denilmektedir. Kiptiler çingene değildir
[53] Medain: Trak'ta 30 km. güneyinde bulunan tarihi site kümesinin adıdır. Kalıntıları günümüzde mevcuttur. (Mütercim)
[54] A'raf Suresi, Ayet: 138-139
[55] Havran : Burada sözü edilen Havran (Balıkesir vilayeti'nin ilçelerinden olan Havran değil), kısmen Suriye, kısmen de Ürdün topraklarında uzantısı bulunan verimliliği ile tanınmış bölgedir. (Mütercim)
[56] Yasin Suresi, Ayet: 13-20
[57] Baalbek : Lübnan'da Beyrut yakınlarında halen harabeleri bulunan Fe-nikeliler'den kalma tarihi bir şehirdir. (Mütercim)
[58] Saffat Suresi, Ayet: 123-132
[59] Maide Suresi, Ayet: 20-26
[60] A'raf Suresi, Ayet: 148-153
[61] Eriha (Jericho) Filistin'de bir şehirdir
[62] Bakara Suresi, Ayet: 58-59
[63] El-Kalemûn: Batı Suriye'deki dağlık bölgenin adıdır.
[64] Bazı kaynaklarda bu isim Hazakyel, Hazkiyal ve daha değişik yazılışlarda geçmektedir. (Mütercim)
[65] Bakara Suresi, Ayet: 91
[66] Tabut kelimesi Kur'an-ı Kerim'de iki yerde geçmektedir. Ancak bu.konu ile ilgili olan Tabut'tan Bakara Suresinin 248 inci ayetinde bahsedilmektedir, içinde Tevrat levhalarının bulunduğu sandıktın (Mütercim)
[67] Calut: Hz. Davud'un sapanla vurup öldürdüğü Filistinli kuvvetlerin komutanıdır. Tevratta Golyat diye geçer. Arap tarihçisi Mesudî, Murûc'ül-Ze-heb'de Hz. Davud'un, Calût ile Ürdün'ün aşağı vadisi Gor'daki Baysan'da dövüştüğünü anlatır. Bugün Baysan yakınlarında Ayn Calût adını taşıyan bir yer vardır. (Mütercim)
[68] Bakara Suresi, Ayet; 251 V; M
[69] Maide Suresi, Ayet: 78-80
[70] Şarl Martel (Charles Martel): Miladî 732 tarihinde, Abdurrahman Ei-Gafıky komutasındaki îslam ordusuna karşı Balat'uş-Şüheda (Poitiers) savaşında üstünlük elde eden Frank Kralı.
[71] Vâdi's-Sind: Batı Pakistan'da bir bölge.
[72] A1-] Inııan Sinesi, Ayet: 3:>-;i7
[73] Meryem Suresi, Ayet: 27-28
[74] Çünkü birinci hadise, çok namuslu bir kız olarak bilinen Meryemİn gayrimeşru bir ilişki içine girmiş olduğuna dair halk üzerinde meydana gelen şoktur. (Elbette ki bu kesin bir iftiradır.) ikinci olay İse Hz. İsa (a.s.) m, babasız olarak dünyaya gelmesidir ki bu diğerinden çok daha şaşırtıcı ve çarpıcıdır. (Mütercim)
[75] Meryem Suresi, Ayet: 29-33
[76] Nisa Suresi, Ayet: 156
[77] Nasıra (Nazareth): Filistin'in El-Celil bölgesinde küçük bir şehir
[78] Vaftiz: ilk şekliyle islam'daki gusul abdesti gibi idi. incil değiştirildikten sonra bir çok gerçekler gibi abdest de çarpıtıldı. Günümüzde vaftiz, Hristiyanlı-ğın her mezhebine göre çeşitli spakülatif biçimlerde icra edilmektedir. (Mütercim)
[79] Vadi'1-Kura: Medine ile EI-I'lâ arasında bulunan El-bataıh'in bir diğer adıdır
[80] Yesrib: Medine-i Münevverenin islam'dan önceki adıdır
[81] Diocletianus: (284-305) arasında Roma İmparatoru.
[82] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/72-104.
[83] Yusuf Suresi, Ayet: 35
[84] Mümin Suresi, Ayet: 34
[85] Kasas Suresi, Ayet: 1-6
[86] Kasas Suresi, Ayet: 7-13
[87] Kasas Suresi, Ayet: 14-22
[88] Medyen: Suudî Arabistan'ın kuzey batısı, Hicaz'la Filistin arası
[89] Kasas Suresi, Ayet: 23-32
[90] Kasas Suresi, Ayet: 33-35
[91] Taha Suresi, Ayet: 43-47
[92] Taha Suresi, Ayet: 48-56
[93] Şuara Suresi, Ayet: 18-22
[94] Şuam Suıcsi. Avcı. 23-37
[95] Zuhruf Suresi, Ayet: 51-54
[96] A'raf Suresi, Ayet: 113-114
[97] Taha Suresi, Ayet: 61
[98] Taha Suresi, Ayet: 62-65
[99] Şuara Suresi, Ayet: 43-44
[100] Taha Suresi, Ayet: 66-70
[101] Taha Suresi,Ayet: 71
[102] Taha Suresi, Ayet: 72-76
[103] Yunus Suresi, Ayet: 83
[104] Yunus Suresi, Ayet: 87
[105] A'raf Suresi, Ayet: 130-131
[106] Kasas Suresi, Ayet: 87
[107] Mü'min Suresi, Ayet: 23-26
[108] Mü'min Suresi, Ayet: 27-34
[109] Mü'min Suresi, Ayet: 36-37
[110] Taha Suresi, Ayet: 77-79
[111] Kambiz (Cambyse): Pers Kiralı (M.Ö. 529-521). İmparator Kuruş'un oğlu ve halefidir. Aklî dengesi bozuktu. (Mütercim)
[112] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/105-130.
[113] A'rafSuresi,Ayet:71
[114] Nemi Suresi, Ayet: 48
[115] A'raf Suresi, Ayet: 77
[116] Hud Suresi, Ayet: 65
[117] Nemi Suresi, Ayet: 77
[118] Hud Suresi, Ayet: 49
[119] Hud Suresi, Ayet: 95
[120] Şuara Suresi, Ayet: 176-189
[121] Hud Suresi, Ayet: 92
[122] Sebe Suresi, Ayet: 15-19
[123] Necaşi: Eskiden Habeş kurallarına verilen unvan
[124] Fil Suresinin tamamı
[125] Fırat Ceziresi: Irak ve Suriye topraklarının, Fırat ile Dicle arasında ka-ian Kuzey bölgeleridir. Bu tanıma Türkiye'nin kısmen güneydoğusu da girmektedir
[126] Haram Aylar dörttür: Zulkâ'de, Zülhicce, Muharrem ve Recep. Benî Has'am ve Tay Kabileleri hariç, diğer tüm Arap kabileleri bu aylarda savaş yapmayı günah sayarlardı
[127] Ficâr veya Fecâr: Fucûr anlamında bir isimdir. Çirkin fiil manasına ge-iir. Ficar Savaşı Haram aylarda yapıldığı için ona bu isim yakıştırılmış olabilir. (Mütercim)
[128] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/131-156.